Derler ki, deliler masumdur.
Acıtırlar ama bilemezler.
Kırarlar ama hissetmezler.
Ben deli değildim, yani onunla tanışana kadar.
"Bırak beni, manyak mısın?!" Diye bağırıp çırpındığımda, arkama geçip üzerimi aramaya başladı. Dişlerimi birbirine sıkarak çırpınmaya devam ederken, elini pantolonumun bel kısmına sokup bıçağı buldu.
Nihayet beni serbest bırakıp geri çekildiğinde, yönümü ona çevirip soluklanmaya çalışarak gözlerimi devirdim.
"Ne yapacaktın bununla?" Diye sordu, sakin bir tonda.
Gözlerimi durgun kahvelerine dikip, bakışlarımı kısarak öne doğru eğildim.
"Sana ne be doktor?! Buldun aldın, aferin. Niye bağladın yine beni?!" Diye bağırdığımda, bir an duraksayıp kendime hayret ettim. Değişiyordum.
Elindeki bıçağa bakarak gülümseyip başını iki yana salladı. Bıçağı beyaz önlüğünün cebine koyduktan sonra kolumu kavrayarak beni döndürüp, gömleğin kollarını açmaya başladı. Bu beni biraz olsun rahatlatırken, sessizce beni serbest bırakmasını bekledim.
Arkasını dönüp yavaş adımlarla masasının etrafından dolanıp, siyah deri koltuğuna yerleşerek bakışlarını gözlerime dikti. Önündeki çekmeceyi açıp bıçağı oraya attıktan sonra, çekmeceyi kapatıp vücudunu dikleştirerek ellerini masanın üzerinde birleştirdi.
Öne doğru iki adım atıp masasının karşısındaki iki koltuktan sağdakine yerleştim. Bunu yaparken sorgular bakışlarım hâlâ üzerindeydi fakat o sakinlikle beni izlemeye, gözlemlemeye devam ediyordu. Tam da şu an normal davranmam gerekiyordu.
"Deli olmadığını biliyorum," dediğinde, dudaklarım şaşkınlıkla aralandı.
"O hâlde neden hâlâ burada tutulduğumu öğrenebilir miyim?" Diye sorduğumda sırtını koltuğa yaslayıp, düşünceli şekilde pürüzsüz yüzünü sıvazladı. Saçlarına yeni yeni aklar düşen, tahminimce otuz beşli yaşlarda bir adamdı Mustafa bey.
Bana normalde sert davranmazdı ama en son kaçmaya çalıştığımdan beri zabt etme yöntemlerini sertleştirmişti. Onun da işi buydu, hak veriyordum fakat şu an sarf ettiği kelimeler fikirlerimi alt üst etmişti.
"Arven," deyip duraksadı ve derin bir iç çektikten sonra konuşmaya devam etti. "Buraya getirilmenin sebebi çok başka," dediğinde kafamı yana eğip, kaşlarımı sorgular anlamda çattım.
Önündeki dosyayı avuçladı ve bana uzattı. Yavaşça elimi uzatıp dosyanın diğer tarafını tuttum. Parmaklarım sebepsizce titrerken içimi garip bir korku kaplıyordu. Yine de merak her şeyden üstün geldi ve dizlerimin üzerine bıraktığım kırmızı kaplama dosyanın kapağını yavaşça kaldırdım.
Gözlerim satır aralarında sabırsızca dolanırken, sayfaları hızla çevirip bir şey anlamayarak tekrar Mustafa beye baktım. Kaşlarım anlamadığımı belli ederek çatılırken, o, derin bir iç daha çekti.
"Ben anlatayım," dediğinde omuzlarımı bir zahmet anlamında kaldırdım. "Dosyada bir şey bulamaman normal, çünkü bir şeyin yok. Gayet sağlıklısın ama burada daha fazla kalmazsan, daha iyi olacaksın..." Deyip gülümsediğinde, bir yandan çıkacağım için rahatlarken, bir yandan da bu işin bu kadar kolay olamayacağını düşünmeye başlamıştım.
"Yani beni... bırakacak mısınız?" diye mırıldandığımda, yüzümde garip bir sevinç gözlerimde büyük bir beklenti belirdi.
"Evet, bir saat sonra seni almaya gelecekler..." Dediğinde dudaklarım şaşkınlıkla aralandı. "Ama bu iyi haberin yanında bir de kötü haberim var, Arven..." Dediğinde az önce içimde yarattığı ateşi kendi közertti.
Omuzlarım kalktığı gibi inerken yutkunup kirpiklerimi sıkça kırpıştırdım.
"Nedir?" Diye sorarken, cevabı duymak istemediğime emindim ama şu merakım beni hep uçuruma sürüklüyordu.
"Ailen senin deli olduğunu düşünüyor ve bu yüzden senden kaçıyorlar. Seni almaya gelecek kişiler ailen değil..." Dediğinde afallamış şekilde etrafa bakmaya başladım. "Giderken zorluk çıkarmazsan sevinirim, yine hücreye kapatılmak istemezsin herhalde?" Dediğinde, sesindeki tehdidi soludum.
Hızla ayağa kalkıp dosyayı masanın üzerine fırlattım.
"Bu resmen şantaj!" diye kükredim, "Siz insan ticareti mi yapıyorsunuz? Kim gelecekmiş? Neden beni onlar alıyormuş? Çocuk muyum ben? Burası yetimhane mi peki?!" Diye bağırdığımda karşımdaki adam sakinliğini koruyordu. Tabii ki, ona kolaydı.
Delirmem normaldi.
"Lütfen otur," dedi delirtici bir sakinlikle. Ellerimi saçlarımın arasına geçirip sinirle gülerek gözlerimi devirdim. "Sakin olmaya çalış," diyerek sırtını koltuğa yaslayıp, ellerini karnının üzerinde birleştirdi. Şu an üzerine atlayıp ümüğünü sıkmamak için kendimi zor tutuyordum.
"Ne yapacaklar bana? Neden beni almaya geliyorlar? Şunu bana işkence yapmadan anlatacak mısınız artık?!" Diye tıslayarak, kendimi koltuğa atıp başımı ellerimin arasına aldım. Kafamın içi bayram yerine dönmüştü, nöronlarım halaya kalkmış gibi hissediyordum.
"Elbette," dediğinde başımı kaldırıp, yüzümü bir robot gibi ona doğru çevirdim. "Bir kıza yardım edeceksin, yani biz kötü bir şey yapmıyoruz. Gittiğin yerde sana zarar verilmeyecek, hatta diyebilirim ki, ailenin yanında olduğundan daha bile güvende olacaksın..." dediğinde, kaşlarım alayla kalktı.
"Şaka mı bu? Ben yirmi iki yaşında, kendi ayaklarımın üzerinde durabilen biriyim. Üstelik ben psikologum, deli değil. Eh, tabii buraya gelmeden önce öyleydim diyelim..." dedim, sinirli bir tonla. Burası ve verilen ilaçlar beni bambaşka birine dönüştürmüştü.
Artık sabırsız, aksi, huysuz birine dönüşmüştüm. Eski halimden eser yoktu.
"İşte tam da bu konuya geliyoruz," dediğinde, tek kaşımı havalandırıp kahvelerine baktım. "Bir psikolog lazımdı, Arven. Neden ben dersen, bunu sana beyefendi açıklayacak. Yüklü bir meblağ ödedi, seni rahat ettireceğine eminim..." derken, yüzündeki o sinsi ifade, nedense bana bunların tam tersini anlatıyordu.
"Yani beni açıkca sattığını söylüyorsun, doğru mu anlamışım?" Derken, içimde öfkeyle harlanan büyük bir yıkılmışlık hissi vardı.
"Parayı cebime attıysam namerdim, ben sen ve senin gibi hastalarımızın iyiliğini düşünüyorum..." derken, yüzündeki muzip ifade beni ona saldırmak için tetikliyordu.
"Kendi tezini kendin çürütüyorsun doktor, bana hasta olmadığımı söyledin. Artık doktor olduğundan bile şüpheliyim. Ve ayrıca ben hiçbir yere gitmiyorum." Diyerek ayağa kaktım. "Madem dışarıda beni isteyen yok, o zaman burada kalırım. O beyefendine de benden selam söyle..." diyerek cevap vermesini beklemeden kapıya yöneldim.
Kapıdan çıkarken en son duyduğum cümlesi şuydu.
"Zorluk çıkarırsan, zor kullanmak zorunda kalırız..."
Fazlasıyla dar ve kasvetli koridorla bir süre bakıştım. Hasta bakıcı beni buraya bıraktıktan sonra gitmişti ve almak için dönmemişti. Hasta olmadığımı biliyorlardı, fakat buna rağmen bir aydır burada tutuluyordum. Şimdi zihnimdeki parçalar birleşmeye başlıyordu. Yapbozumun kayıp parçalarını az önce doktor bey kendi elleriyle bana sunmuştu. Hiçbir şey sebepsiz değildi. Tesadüfler benim için yoktu ve her şeyin mantıklı bir açıklaması olmak zorundaydı.
Yalın ayak dolandığım koridorda önünden geçtiğim kapıların küçük pencerelerinden içeriye baktım. Elleri ve ayakları bağlanıp, ağzına bir bez parçası tışıktırılarak şakaklarına bastırılan şok aletleri, aslında onları çıkışı olmayan bir yola sürüklüyordu. Tıpkı benim gibi.
Göz pınarlarından şakaklarına doğru süzülüp saç diplerine karışan o damlalar, acının değil, yok oluşun senbolüydü. Onlar büyük bir hayal kırıklığını en diplerinde hissediyorlardı. Ben de öyle.
Vücutları yay gibi gerilirken, ayak parmakları kıvrılıyor, boğuk çığlıkları kulakları sağır ediyordu. Bu işkence bittiğinde artık o kişi uysal bir kediye dönüşüyordu. En akıllı insanın bile burada sadece bir ayı vardı.
Zihinler siliniyordu, buradakiler birnevi yeniden doğuyorlardı.
Hayal kırıklığı taşıyan adımlarımla hücreme doğru ilerlerken, önümden geçip garip hareketler yapan kişilere baktım. Benim burada, onların içinde ne işim vardı? Ya onların arasında kala kala onlara benzersem?
Normal davrandığım, uslu durduğum sürece bağlamıyor ve ya hücreye kapatmıyorlardı. Ama ben şu an kendi ayağımla hücreme doğru yürüyordum. Karşıdan gelenlere baktım. Beyaz elbiseli, çok güzel bir kız çırpınıp çığlık atarak, kollarına yapışan hemşireler tarafından sürükleniyordu.
Yanımdan geçtiklerinde duraksamadan omzumun üzerinden arkaya baktım. Gencecik insanları böyle gördüğümde göğsümde derin bir acı baş gösteriyordu. Derin bir iç çekip önüme döndüm ve yavaşça ilerlemeye devam ettim.
Artık buradaki gürültülere alışmıştım. Çığlıklar normal gelmeye başlamıştı ve ilk geldiğim gün gibi kulaklarımı kapatmıyordum. Onların haklı isyanlarını dinlemeyi tercih ediyordum.
Neden burada tutuluyorlardı? Birilerine bir kötülük mü yapmışlardı? Sahi, bu onları kötü mü yapıyordu? Bilinçli olarak yapmadıkları şeyler, suç sayılıyor muydu? Bu soruların bendeki cevabı, kesinlikle hayırdı.
Dışarıda bilinçli olarak zâlimlik yapan onca kişi varken, bu masumlar burada işkence görüyordu.
Onların içinde olmadan, onları tanımaya çalışmadan bunu anlayamazsınız.
Odamın önüne geldiğimde, omzumun üzerinden geriye dönüp Emre'nin odasının kapısına baktım. Yönümü tamamen kapıya doğru çevirip, üç adımlık mesafeyi kapattım. Ellerimi gri renkli demir kapının üzerine koyup, kapının üzerindeki küçük pencereden içeriye baktım.
Yatağında uzanmış, ellerini başının altına koymuş, gözlerini kapatmıştı. Yatağı tamamen kaplayan iri vücudunda siyah eşofman altı ve uzun kollu siyah bir tişört vardı. Uyurken siyah kalem kaşları çatılıyordu. Hatta normalde de öyleydi ama benimle konuşurken o kaşları iniyordu.
Onu her zaman göremiyordum, günde en fazla bir kaç dakika. Sonrasında ise nereye kaybolduğunu hiç bilmiyordum. Sanırım hayattaki en büyük şansım, hücremin karşı odasında onun var oluşuydu.
Ara sıra uzun boyundan dolayı aşağıya eğilip, o dar pencereden bana bakıp, benimle sohbet ederek canımın sıkılmasını engelliyordu. Bazen ise yatağında uzanıp hiç kalkmadan o gür sesiyle sorularıma cevaplar veriyordu.
Sert bir mizacı vardı, o da deliydi ama kötü biri olmadığına adımın Arven olduğu kadar emindim.
Arven, ismimin anlamı esin perisi. Bu ismi bana annem verdi, saçlarının kokusunda kayıplara karıştığım, gözlerinin ışıltısıyla bana mutluluğu tattıran kadın.
Onları çok özlesem de, beni ziyarete hiç gelmedikleri için, fazlasıyla kırgınım. Neden bana inanmıyorlar ki zaten?
Emre buraya geldiğimden beri tek arkadaşımdı, benimle keyfi isterse ilgileniyordu. Zaten yüzünü çok gördüğüm yoktu, batak gibiydi. Hücreden çıktığımda gözlerim ilk onu arıyordu, o güzel gözlerini.
Şimdi onun uykulu hâlini süzerken, bu bir ayda ona ne kadar alıştığımı fark ettim. Çok samimi biri değildi, ama anaç tavırlara sahip babacan biriydi, ve bu tavırları çok hoşuma gidiyordu.
Aklıma doktorun söyledikleri geldiğinde, dudaklarım dışa doğru kıvrıldı ve derin bir iç çektim. Belki de dediğini yapacaktı ve beni buradan zorla da olsa götüreceklerdi. Emre'le vedalaşmam gerekiyordu.
"Emre..." diye seslenip, yüzümü sağa ve sola çevirerek koridoru kontrol ettim. Yüzümü tekrar pencereden içeriye çevirip, sesimi bir ton yükselterek seslendim. "Emre uyan, sana söylemem gereken bir şey var..."
Seslenmeme rağmen uykusu ağır olduğu için bir türlü uyanmıyordu ve şu an bağıramazdım da. Belki yüksek bir sesle konuşsaydım uyanırdı ama yakalanmak da istemiyordum. Bıkkın soluklar vererek ellerimi kapıdan sıyırıp arkamı döndüğümde, bana cevap verdiğini duyup duraksadım.
"Efendim."
"Sana bir şey..." diye mırıldanarak arkamı döndüğümde, pencereden eğilerek bana baktığını görüp sustum. Adımlayıp kapıya yaklaştığımda, ellerimi tekrar kapının üzerine koyup gözlerine bakmaya devam ettim.
Ondan ayrılmak istemiyordum, sanırım sırf onun için burada kalmak istiyordum. O, burada hatta hayatta bana iyi gelen tek insandı belki de.
"Beni götürecekler," dediğimde, kalem kaşları çatılırken sertçe yutkundu. "Bir kıza bakmak için gideceğim, ama ben gitmek istemiyorum." diyerek başımı önüme eğdim. İşaret parmağımla avuç içime daireler çizerken,
"Git," dedi.
Başımı hızla kaldırıp şaşkın gözlerle gözlerine baktım. Şu an boğazıma büyük bir yumru oturmuş, kalp atışlarım yavaşlamıştı. Bunu bana nasıl söylüyordu? O kendini bana yakın hissetmiyor muydu?
"Git ve buradan kurtul," dedi.
Dudaklarım ikinci bir şokla aralanırken, bir anlık ona haksızlık yaptığımı farkettim. Benim iyiliğimi düşünüyordu.
"Gitmek istemiyorum," diyerek başımı iki yana salladım.
"Gitmen gerek," dediğinde soğukkanlılığını hayretle izledim. "Belki bir gün yine karşılaşırız," dediğinde, ses tonu içimi burktu. Gidersem kendimi bir hain gibi hissedecektim.
Şu yirmi iki yıllık hayatımda kurduğum tüm arkadaşlıkların ne kadar sahte olduğunu , buraya düştükten sonra öğrenmiştim.
"Peki ya sen? Sen gitmemi istiyor musun?" Kelimeleri firar etti bir anda dudaklarımda, kendimi hayretle dinledim.
Doğruldu ve başını yukarıya kaldırdı. Şimdi sadece köprücük kemiklerini ve bir az da Âdem elmasını görebiliyordum. Siyah kirli sakallarının arasında saklı bir gamzesi vardı, hemen sol yanağında. Dikkatli bakınca görmüştüm ve artık bakmadan edemiyordum.
"Git," dediğinde, titreyen dudaklarımı birbirine bastırdım ve geriye doğru adımladım.
Güçlükle yutkunup yüzüme zoraki bir tebessüm yerleştirdim.
"Gidiyorum," diyerek arkamı döndüm ve odamın kapısını açıp içeriye girdim. Kapıyı yavaşça kapatıp arkamı dönerek, kırılmışlığı kendine yük edinen adımlarımla yatağıma ulaştım.
Yatağa oturup yüzümü yana çevirerek pencereden dışarıya, ağaçlardan kopup yere süzülen son bahar yapraklarına baktım. Bir insan bir gün içinde kaç kez hayal kırıklığı yaşayabilirdi? Kaç defa terkedile, yalnız bırakılabilirdi? Bir çok kez.
Dakikalar su gibi akıp geçerken gözlerimi bir an olsun pencereden ayırmadan, kulaklarımda dışarıda kopan kıyametin fısıltılarına ev sahipliği yapıyordum.
Kırk yedinci dakikada kapı açıldığında, on iki dakika önce uzandığım yatağımda doğrulup bakışlarımı içeriye giren adamlara diktim. Siyahlara bürünmüşlerdi, hayır kıyafet olarak değil; bakışları, tavırları ve konuşmaları. Her şeyleri simsiyahtı.
Yanıma yaklaşıp dirseklerimden kavrayarak ayağa kaldırdıklarında, neye uğradığımı şaşırıp çırpınmaya başladım. Bu çırpınışlarımın faydasız olduğunun ben de farkındaydım ama yine de çırpınmamak, isyan etmemek elde değildi.
Sürüklenerek odadan çıkarıldığımda omzumun üzerinden Emre'nin kapısına baktm.
"Emre..." diye bağırdım son kez. "Bırakın beni! Emre yardım et, korkuyorum..." diye çığlığı bastığımda, göz yaşlarım çoktan yanaklarıma nakışlar işlemeye koyulmuşlardı.
"Korkma!" Dedi. Duydum. "Bir şey olmayacak," dedi, sesi koridoru inletse de, git gide ondan uzaklaşıyordum.
"Bırakın," dedim, hıçkırıklarımın arasından. Omzumun üzerinden geriye baktığımda, kapıya yumruklar indiriyordu. Ama kilitliydi. Onu hep kilitli tutarlardı, o bir canavardı...