2.Bölüm

1306 Words
Çocukken sırf şeker yiyebilelim diye çay içen çocuklardık biz. Büyüdük. Tadımızı öyle bir kaçırdılar ki, kahveyi bile zift gibi içer olduk. Bizden önce dertlerimiz büyüdü. Böyle olacağını bilsek, büyümek için dua etmezdik. Öyle değil mi? Çırpınışlar ve çığlıklar boşunaydı. Hayatta kalan tek arkadaşımdan sökülerek koparıldım ve sürüklenerek kaçmak istediğim o cehennemden çıkarıldım. Artık orası bana cehhennem gibi gelmiyordu. Aslında dışarıda olmak orada olmaktan daha zordu. Siyah bir minibüsün önüne geldiğimizde artık çırpınmayı bırakmış, kaderime razı şekilde yürümeye başlamıştım. Kaçışım olmadığının farkındaydım. Ben deli değildim, buraya getirilme amacım başkaydı. Esas ironi ne mi? Babamın benim deli olduğuma inanması, arkadaşlarımı saymıyorum bile. Daha fazla zor kullanmamaları için kendi rızamla minibüse yerleştim. Çaresizlik denen şey, işte tam olarak buydu. Kapı kapanmadan önce son kez çıktığım yere baktım. Oradan ayrılacağıma bu kadar üzüleceğimi hiç düşünmemiştim. Adamlardan biri yanıma, diğeri de karşımdaki koltuğa yerleştiler. Yanımdaki adam cebinden çıkardığı siyah bez parçasıyla gözlerimi bağlamak için yeltendiğinde, kolunu itip uzaklaşmaya çalıştım. "Bağlama, istemiyorum. Karanlık fobim var..." diyerek başımı iki yana salladım. Benim korkum çocukça bir korku değildi, bir tür hastalıktı. "Gideceğimiz yeri görmemeniz gerek, beyefendi böyle emretti." Dediğinde, gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Bezi gözlerime bağlayıp çekildiğinde sırtımı koltuğa yaslayıp, ellerimi titreyen dizlerimin arasına soktum. "Neden görmeyecekmişim? Görürsem ne olurmuş? Kim bu beyefendi?" Diye sordum, soğuk kanlılığımı korumaya çalışarak. Ben bunun için yıllarca eğitim almışken, şimdilerde kendimi kontrol etmekte zorlanır olmuştum. Cevap gelmediğinde, gözlerimi sıkıca birbirine bastırıp, başımı koltuğa yaslayarak sanki uyuyormuşum gibi kendimi kandırmaya çalıştım. Evet, bunu çok iyi başarıyordum. Kendini kandıramayan biri başkalarını da kandıramaz, ve de inandıramaz. Elli sekiz dakikadır yolda olmamıza rağmen, kimseden çıt bile çıkmıyordu. Ben ise en azından ellerim bağlanmadı diyerek kendimi telkin etmeye çalışıyordum. Klostrofobi; kapalı alanda kalma korkusu ve Nyctrophobia; karanlıkta kalma korkusu gibi iki fobiyi aynı anda taşıyan ben, tımarhaneye yatırıldığımda pek fazla şaşırmadım. Altmış yedinci dakikayı da geride bıraktığımızda, artık şehir değiştirdiğimize emin olmuştum. Ellerimi yumruk yapıp tırnaklarımla avuç içlerimi kazıyarak, sertçe yutkunup başımı geriye yatırdım. Aklım Emre'deydi. Acaba ben gittikten sonra ne hissetmişti? Sadece sürüklendiğim için mi sinirliydi? Sahi, bir daha yanına gidebilir miyim? O adam izin verir mi? Şarkı mırıldanmaya başlarken, gözlerimden akan damlalar gözlerime bağlanan bezi ıslatmaktan başka hiçbir işe yaramıyordu. Araba sarsılarak yavaşladığında, ana yoldan çıkmıştık ve artık taşlı bir çığırdan geçiyorduk. Yüz yirmi ikinci dakikada araba durdu. Vücudumu dikleştirdiğimde parmaklarımı korkarak başımın arkasına götürdüm. Minibüsün kapısının açılma sesini duyduktan hemen sonra gözlerimdeki bezi açıp indirdim. Boynuma inen bezi önden kavrayıp avucuma bastırarak, kirpiklerimi sıkça kırpıp etrafa baktım. Adamlardan biri karşımda oturmuş telefonla oynarken, diğeri inmiş benim de inmemi bekliyordu. Koltuktan kalkıp eğilerek adımladım ve bana uzatılan eli tutmadan aşağıya indim. Avucumdaki bezi iyice sıkarak kendi eksenimde dönüp etrafa baktım. Hiç bilmediğim bir yerde, herkesten uzaktaydım. Yan tarafımda duran malikaneye kısa bir bakış attım. O adamlardan biri tekrar dirseğimi tutup eve doğru sürüklemeye başladı. Adımlarımı hızlandırıp onun attığı büyük adımlara yetişmeye çalıştım. Önünde durduğumuz büyük ahşap kapıların yan tarafındaki zile bir kez dokundu. Bakışlarımı yukarıya çıkarıp, iki taraftan da kapının önüne yönelen kameralara baktım. Sertçe yutkunup tedirgin bakışlarımı önce yanımdaki adama, daha sonra yüzümüze açılan kapıya çevirdim. Kapıyı güler yüzlü, esmer, kısa saçlı, tonton bir kadın açmıştı. İçten olduğuna emin olduğum gülümsemesine hafifçe gülümseyerek karşılık verdim. Önünden çekildiği kapıyı tamamen açarak bizi içeriye buyur etti. Ben de sanki misafir gelmişim gibi rahat tavırlarla içeriye girip yavaş yavaş adımlarım. Adam kolumdan tutup tekrar çekiştirmeye başladığında neye uğradığımı şaşırıp peşinden sürüklendim. Salona girdiğimizde akşam olmasına rağmen ışıkların kapalı olması dikkatimi çekti. Salonu aydınlatan tek şey şöminenin alevlerinden yayılan sarı ışıklardı. Kahve ağırlıklı döşenen ev fazlasıyla karanlık ve boğucuydu. Yeni döşenmişse döşeyen insanın psikolojisini bayağı merak ettim. İçi geçmiş olmalı. Etrafı tarayan bakışlarım şöminenin yan tarafındaki tekli koltuğa takılıp kaldı. Orada birisi oturmuştu ama sırtı bize dönüktü ve sadece sol omzu ile kolu görünüyordu. Sanırım öne doğru eğilmişti. "Kızın kolunu bırak," dedi. Dudaklarım şaşkınlıkla aralanırken bizi nasıl gördüğünü merak ettiğim sırada, yanımdaki adam kolumu bırakıp uzaklaştı. "Gidebilirsin," dedi, buğulu bir sesle. Adam başını bir kez eğerek arkasını dönüp salondan çıktığında, bakışlarımı tekrar ona çevirdim. Yavaş yavaş adımladığım anda, sesini duyup duraksadım. "Kal orada." Adımlarım duraksarken, kaşlarımı derinden çattım. "Neden?" "Öyle." Dedi, yine buğulu bir sesle. Yan tarafındaki sehpanın uzerinden aldığı viski bardağından, kolunun hareketinden anladığım kadarıyla bir kaç yudum aldı. "Adın ne?" Diye sordum merak dolu bir sesle. Kendini saklamaya çalışma sebebini gerçekten merak ediyordum. "Alparslan." Dediğinde, kaşlarım istemsizce havalandı. "Bakacağım kız senin neyin oluyor?" Dedim, sakin bir ses tonuyla. Belki de bu kadar sakin olmamam gerekiyordu, ama konuşarak anlaşmayı tercih edenlerdendim. "Kardeşim, Mihri." Dedi, buğulu bir sesle. Bir an bilerek öyle konuştuğunu sanmıştım ama sanırım kendi sesi bayağı boğuktu. "Neden ben? Ve ayrıca neden kaçırıyorsun? Normal şekilde kardeşini bir psikolojik tedavi merkezine yerleştirmeyi hiç düşünmedin mi?" "Hayır." Dedi. Bu adama daha şimdiden gıcık olmaya başlamıştım. "Pekâlâ, kızı görmek istiyorum. Ve seni de..." Diyerek ileriye doğru adımladım. Attığım ikinci adımda elindeki kadehi sehpanın üzerine sertçe bıraktığında duraksadım. "Beni merak etmeni tavsiye etmiyorum." dediğinde kaşlarım tekrar çatıldı. "Ne demek bu?" Şimdi durduğum yerden kafasını ve ensesini görebiliyordum. Alevlerin yansıdığı açık renk teninin heybetli görüntüsü ürkmeme neden oldu. "İyileştirmen gereken iki hasta var, doktor..." Dedi. Yüzümde şaşkın bir ifade yaranırken, "O da bu evde mi?" Diye sorduğumda, sesim titremişti. Tımarhaneden çıktım diye düşünürken, meğerse gerçek bir tımarhaneye düşmüşüm. "Bu evde sana ihtiyacı olan iki kişi var. Biri aklını yitirdi, diğeri insani duygularını..." Dedi. Soluklarım git gide yavaşlarken, sanki biri boğazıma yapışıp beni boğuyor gibi hissettim. İnsani duygularını kaybeden biri acımasızdır ve onunla ben bile baş edemem. "Diğeri kim?" Diye sordum, sesimi düz tutmak için büyük bir çaba harcayarak. Korktuğum cevabı vermemesini umuyordum. "Ben," dedi, kaskatı kesildim. "Beni de iyileştireceksin..." Daha göremediğim adamdan korkarak bir adım geriledim. Soluklarım bağımsızlığını ilan ederken, kalbim de yaptıkları anlaşmaya uyarak çarpma hızını arttırdı. "Ama yüzümü görmeden." dedi. Damarlarımdaki kanımın çekildiğini hissettim. Tüm vücudum bir anda buz kesti. "Bu... Bu mümkün değil." Diyerek görmese de başımı iki yana salladım. "En azından seni görmem, yüz yüze konuşmam , kendini bana anlatman gerek, anlıyor musun?" Dedim, titrek bir sesle. "Anlıyorum," dedi. Sesli şekilde yutkunduğunda ortamdaki alev çıtırtılarını bastırdı. "Ama ben diyeceğimi dedim. Sana soru sormadım, işini yap..." Dedi, net şekilde. Sinirle gözlerimi devirip görmemesinden faydalanarak yüzümü buruşturdum. "Sen de delisin, bizi iyileştirebileceğinden emin misin?" Şaşkınlıkla gözlerimi kocaman açıp yüzümü düzelttim. Beni nereden görüyordu ki? Adamın kolumu tuttuğunu da görmüştü. "Sen beni nasıl?" Diye mırıldanırken, şöminenin kenarında duran bulanık aynası olan küçük tabağı gördüm. Aynaya bakan kişi seni görecek pozisyondaysa, sen de onu görüyorsundur. Gözlerimi kısarak baksam da ben onu net olarak göremiyordum. Belki ayna net olsa görürdüm ama bulanıktı. "Merakına yenik düşme," dedi, bakışlarımı omzuna çevirdim. "Özgürlüğüne mâl olur." Aklımdaki tek soru; neden? Bunu ona bin defa da sorsam, inatçı bir yapıya sahip olduğu için söylemeyeceğine emindim. "Umrumda değil, seni görmeye meraklı değilim. Ben bir an önce işimi yapıp buradan defolup gitme meraklısıyım..." Dedim, ima değildi bayağı net konuşmayı tercih ettim. "Önce diğer hastanla tanış," dediğinde pür dikkat onu dinledim. "Yukarıda soldaki ilk oda senin, tam karşıdaki oda Mihri'nin. Yan oda benim ama ölsen bile içeriye girme, yoksa çıkamazsın." Dediğinde dudaklarım korku ve şaşkınlıkla aralandı. "Ben denize düşsem yılana sarılmam, merak etme yüzme biliyorum..." Deyip saçlarımı savurarak salondan ayrıldım. Onun duyguları anlattığı gibi ölmüş olabilir ama benim içimde hâlâ merhamet ve vicdan kaldığından sebep o kıza yardım etmek istiyordum. Beni sadece kendi için getirmiş olsa burada kendi isteğimle bir dakika bile durmazdım. Merdivenlerden yukarıya tırmanıp doğrudan sağdaki ilk kapıya yaklaştım. Elimi kapının kulpuna koyduğum anda içeride kopan çığlıklar kulaklarımı doldurdu. Bir şeylerin kırılma sesi yankılanırken, cesaretimi toplayıp kulpu yavaşça çevirip kapıyı açtım. Siyah saçlarıyla yüzü tamamen kaplanmış olan, beyaz elbiseli bir kız odayı darmaduman ediyordu. Saçlarının arasından görünen tek gözündeki mavi harenin etrafındaki beyazlık tamamen kızarmıştı. Yüzüme bir kaç saniye baktıktan sonra ani bir çığlık atarak komodinin üzerinde ki gece lambasını kavrayıp sertçe üzerime fırlattı. Küçük bir çığlık atarak dışarıya çıkıp kapıyı kapattım. "Manyak, manyak bunlar!" Diyerek geriye doğru adımladığım anda sırtım sert bir göğüse tosladı. Kan akışım durdu, nefesim kesildi...
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD