Bir insanın kaderi bu kadar hızlı değişmemeliydi ama değişmişti. Tek bir gecede altüst olmuştu her şey. Duygularım, düşüncelerim, hatta kim olduğuma dair inancım bile. Artık aynaya baktığımda tanıdığım biri yoktu. O gece bir şey olmuştu, beni benden almıştı. Ama en tuhafı, kalbimde hiçbir kırıklık yoktu. Oysa kırılmam gerekirdi, değil mi? Utanç, pişmanlık, korku… Hepsi olmalıydı. Ama yoktu. Sanki kalbimin içinde garip bir boşluk vardı, o boşluk da onunla doluydu.
Ben sevildiğim için sevgili olmuştum, birine ait olmanın nasıl bir his olduğunu ilk kez öğreniyordum. Bugüne kadar kimseye bağlanmamış, kimseye ait hissetmemiştim. Ama şimdi… Şimdi ismini bile doğru düzgün bilmediğim o adama aittim. Bu düşünce hem ürkütücüydü hem tuhaf bir şekilde huzurlu. Sanki sonunda bir yuvam olmuştu.
Saatler geçmişti, evden gitmişti. “İşim var,” demişti. “Uzun sürmez.”
Ama uzun sürmüştü. Sessizlik evin her köşesine yayılmıştı. Boğucu, ağır, huzursuz bir sessizlikti bu. Koca evde tek başımaydım. Duvarlar bile üzerime geliyor gibiydi. Pencereden dışarı baktım, bahçedeki rüzgâr çiçekleri savuruyordu. Derin bir nefes aldım. Belki biraz temiz hava iyi gelirdi.
Bahçeye çıktım. Korumalar her zamanki gibi etrafta devriye geziyordu. Yüzleri ifadesizdi, bakışları sabit. Hiçbiri bana dönüp bakmadı. Ben de onların dikkatini çekmeden yürüdüm, yan taraftaki salıncağa doğru ilerledim. Oturdum. Zincirlerin gıcırdaması sessizliği böldü. Ayaklarım yere değmeden ileri geri sallandım, düşüncelerim karmakarışıktı. Rüzgâr saçlarımı dağıttı, gözlerimi kapattım. Belki birkaç dakika böyle oturursam, içimdeki ağırlık hafiflerdi.
Tam o sırada, bahçenin büyük kapıları ağır bir gürültüyle açıldı. Başımı kaldırdım. İçeriye birkaç araç girdi. Siyah, büyük, pencereleri karartılmış araçlardı. Korumalar anında pozisyon aldı, telsizlerden cızırtılar yükseldi. Kalbim hızlandı. Herhalde o gelmişti, yani Demir. Evet, adının Demir olduğunu o an öğrendim. Demir Sönmez… Bu isim garip bir şekilde güçlü duyuluyordu. İçimde tuhaf bir yankı bıraktı.
Arabalar durdu. Ama kapı açıldığında içimden bir his bir şeylerin ters olduğunu söyledi. Araçtan inen o değildi. Başka biriydi. Daha kalabalıklardı, daha gergindiler. Üzerlerinde ciddi bir hava vardı.
“Demir Sönmez nerede?!” dedi biri, yüksek ve sert bir sesle. Adam uzun boyluydu, yüzü keskin hatlı, gözleri öfkeyle parlıyordu. Sesindeki otorite, bahçedeki havayı değiştirmişti. Korumalardan biri öne çıktı.
“Sizi ilgilendirmez!” dedi tok bir sesle. “Geldiğiniz gibi siktirip gidin buradan!”
Bir an donakaldım. O kadar keskin konuşmuştu ki herkes sustu. Adam ise sinirle öne atıldı.
“Kes lan sesini!” diye bağırdı.
Korumalar hareketlendi, elleri silahlarına gitti. Ortam bir anda patlamaya hazır hâle geldi.
“O patronun olacak cibiliyetsiz buraya gelecek!” diye devam etti koruma, sesi bu kez daha da sertti.
Adam öfkeyle dişlerini sıktı. “Sen kime cibiliyetsiz diyorsun, ha?” diye bağırdı. Tam birbirlerine gireceklerdi ki dayanamadım, araya girdim.
“Yeter artık!” dedim. Sesim beklediğimden daha yüksek çıkmıştı. İkisi de bana döndü. “Demir’le ne işiniz var?”
Adam başını bana çevirdi. Gözleri beni baştan aşağı süzdü. “Sizi ilgilendirmez küçük hanım,” dedi küçümseyen bir tonda.
Bir adım öne çıktım, gözlerimi kısmıştım. “Kendinden mi bahsediyorsun?” dedim. “Çünkü ben burada küçük hanım göremiyorum.”
Adamın yüzünde alaycı bir tebessüm belirdi. “Vay, vay…” dedi. “Demir demek iddialı bir kadınla berabermiş.”
Sözleri midemi bulandırdı ama belli etmedim. “İddialı değilim,” dedim soğukkanlı bir sesle. “Sadece korkmuyorum.”
“Belli,” dedi adam gülerek. “Ama korkmadığın şeyin ne olduğunu bilmiyorsun.”
Bu cümle içime oturdu. Ne demek istemişti? Sanki bir şey ima ediyordu. Belki de Demir’in kim olduğunu sandığımdan çok daha iyi biliyordu.
Korumalar hâlâ tetikteydi. Adamın yanındakiler fısıldaşıyor, biri telefonda birilerine bir şeyler söylüyordu. Ortamın gerginliği nefes alınmaz hâle gelmişti. Ben ise hâlâ dik durmaya çalışıyordum.
“Demir Sönmez nerede?” diye tekrarladı adam, bu defa sesi daha düşük ama daha tehditkâr. “Ona söyle, benimle görüşmeden bu iş bitmez.”
“Ne işi?” dedim hemen. “Neyin içindesiniz siz?”
Adam gülümsedi. “Tatlım, o kadarını bilmesen daha iyi olur,” dedi.
Korumalardan biri öne çıkıp bağırdı: “Buradan çıkın yoksa çıkartırız!”
“Demir yoksa kadın var,” dedi adam alaycı bir tonda. Sesi tok, derinden gelen bir yankı gibiydi; bir mafya patronunun alıştığı türden güvenle konuşuyordu. Gözleri karanlıktı, ama gülümsemesi belli belirsizdi — o gülümseme insana değil, oyuna aitti. Bahçede bir uğultu oluştu. Koruma kıyafetlerinin içinden gelen telsiz cızırtıları bile susmuş gibiydi.
Adam, elleri cebinde ağır adımlarla bana yaklaştı. Her adımda taş zemine bastığında çıkan tok ses, yüreğime bir metronom gibi vuruyordu.
Durdu. Başını yana eğdi. Bakışlarını üzerimde gezdirdi, sanki korkumu ölçüyormuş gibi. Dudaklarının kenarı kıvrıldı.
“Ben bedelini her türlü ödetirim!” dedi sonunda.
Söylediği kelimeler havada dondu. Her biri ağır, hesaplı ve keskin. Bu bir tehdit değildi yalnızca — cezalandırma vaadiydi. Bir an nefesimi tuttum. Ellerim istemsizce kenetlendi. Kalbim sanki kaburgalarımı zorlayacak kadar sert çarpıyordu. Bana mı bir şey yapacaktı? Gözleri hiç kıpırdamıyordu. O gri-yeşil bakışların altında bir hesap yatıyordu.
Kendimi geri çekmek istedim, ama yapmadım.
Boğazımdan kelimeler kendiliğinden döküldü. “Hiç çekinme!” dedim korkusuz bir sesle.
Ya da öyle sandım. Çünkü içim paramparçaydı. Sesimle kalbim arasında mesafeler vardı. Ama gözlerime baktığında korku göremesin istedim.
Adamın gözleri hafifçe kısıldı. O küçümseyen gülümseme geri geldi. Elini beline doğru götürdü. Bir tıkırtı duyuldu. O tıkırtı… metalin çıtırtısı, karanlığın yankısı gibiydi. Silahın namlusu birkaç saniye içinde alnıma dayandı.
Soğuk metalin dokunuşu, derimin altına buz gibi işledi. Zamanın sesi kesildi. Bahçedeki rüzgâr durdu. Korumaların nefes alışları bile kesildi. Her şey o namlunun ucuna sıkışmıştı.
Küçücük bir hareketle, bütün dünya bitebilirdi.
Adamın nefesi yüzüme vuruyordu. Barut, sigara ve öfke kokuyordu. O an beynimin içinde yankılanan tek şey, kalbimin sesi oldu.
Demir nerede…
Ne olur gelsin.
Ve sanki düşüncem duvarları aşıp gökyüzüne ulaşmıştı. O anda bahçenin kapılarından motor sesleri duyuldu. Bir değil, birkaç araba.
Far ışıkları çimenleri yararak içeri girdi. Tekerleklerin çakıllara değen sesi, gergin havayı bıçak gibi kesti. Herkesin bakışları kapıya döndü. Ben kıpırdayamadım.
Namlunun ucunda hâlâ bendim.
Arabalardan biri tam karşımda durdu.
Kapı açıldı.
Demir indi.
Adımlarını duydum.
O adımların sesi, hayatıma geri dönüş gibiydi.
Omuzları dik, yüzü karanlıktı. Gözlerinde buz gibi bir öfke yanıyordu.
O an, kimse konuşmadı.
Sadece Demir yürüdü.
Ve ben ilk kez, bir adımın bu kadar tehditkâr olabileceğini gördüm.
Adamın eli hâlâ tetiğe yakınken Demir elini beline attı.
Bir hareket…
Bir ateşleme sesi.
Kurşunun havayı yardığı o bir saniye, sonsuzluk gibiydi.
Adamın elinden silah uçtu, yere düşerken metal sesi yankılandı.
Demir hızla yanıma geldi.
Kolumu tutup beni kendine çekti, arkasına aldı.
Sertti, ama o an dokunuşu bir duvar gibiydi.
Vücuduyla beni kapatmıştı.
Korumalar gerildi, adam şaşkınlıkla geri çekildi.
Demir’in sesi, gecenin içini yardı:
“Sen!”
Kelimede öyle bir ağırlık vardı ki, adamın bakışı bile irkildi.
“Benim kadınımı öldürmeye mi düşündün?!”
Sesi patlama gibiydi.
Yalnızca öfke değildi — içinde bir yemin, bir sahipleniş, bir intikam vardı.
Adam geri adım attı ama gözleri hâlâ meydan okuyordu.
Korumalar silahlarını çekti. Bahçedeki hava bir barut bulutuna dönüştü.
Ben nefes bile alamadım.
Demir’in sırtına yaslanmıştım, kalbim onun nefesiyle yarışıyordu.
Bir tarafım titriyordu, diğer tarafım… garip bir biçimde sakin.
O an korkudan mı, yoksa güvende olmanın getirdiği uyuşukluktan mı emin değildim.
Ama biliyordum: hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
Adam yavaşça elini kaldırdı, teslim olmaktan çok meydan okur gibi.
Bakışını Demir’den ayırmadı.
Ama Demir’in bakışı, onu çoktan susturmuştu.
Soğuk, keskin ve kararlıydı.
Adamın geri çekilişiyle birlikte bahçedeki hava biraz açıldı.
Korumalar hareketlendi, biri yerdeki silahı aldı.
Demir hâlâ beni bırakmıyordu.
Sırtı sertti, nefesi sıcak.
Omzuna baktım, çenesindeki kaslar gerilmişti.
Gözlerinde hâlâ öfke vardı.
Ama o öfkenin içinde başka bir şey de gördüm — korku.
Beni kaybetme korkusu.
Ve o an fark ettim.
Bir tehditin ortasında, bir savaşın içinde bile, bu adamın sessiz bir dili vardı:
Kimse sana dokunamaz.
Korumalar adamı uzaklaştırırken Demir’in parmakları hâlâ kolumdaydı.
Ne konuştu, ne baktı.
Sadece nefes aldı.
Ve ben, o sessizliğin içinde, yavaş yavaş anladım:
Kurtulduğum yer, aynı zamanda zincirimdi.