"Gel buraya sürtük.""Yapma, yeter artık. Öldür lütfen, dayanamıyorum daha fazla."
"Ölünü mü sikeyim istiyorsun? Bana sıcak lazımsın. Zaten don yağı gibisin bir de gebertmeyeyim seni."Beni ters çevirip tekli koltuğun sert kolçağına yasladı yine. Karnıma çok sert batan kısım bana yeterince acı vermiyormuş gibi arkadan sahip olmaya başladı tekrar. Eskisi kadar acımadığı için memnundum, acıyan ruhumdu artık. Hiç iyileşmez diye düşündüğüm... Saçımı çekerken de acımadı, içime kupkuru girerken de. Gidip gelirken de. En sevdiğim an. Saymaya başladım. Bu kez hızlanması daha uzun sürdü. Ben inlerken sessiz saymaya devam ettim. Uzun saçlarımı eline daha sert dolayınca çığlık attım yine de saymayı kesmedim. Kırk, kırk bir. Bitti.
Gözümü açtığımda bacağımdaki ve başımdaki ağrı çok keskindi. Yerimde doğrulmak istesem de doğrulamadım. Yine mi bağlanmıştım? İyi de. Burası neresi? Etrafıma bakınca bir kapıdan yattığım yere gelen adamı gördüm.
"Uyanmışsın. Ağrın çok mu?""Sen beni vermedin mi?""Beni ona verme, ölürüm demedin mi?""Ah! Hahahahaha. Canım yanıyor; ama umrumda değil. Hahahahahaa. Beni vermedin. Burada olduğumu söylemedin. İnanamıyorum. Hahaa.""Kartı bende. Numarası da yazıyor üzerinde. Sen kendinden geçmeden ve zille konuşmamız kesilmeden önce bir şeyler anlatıyordun. Şimdi yemek ye devam edeceğiz yarım kaldığımız yerden."
Yüzüm düştü. Kahkahalarım kesildi. Benimle sohbet edip, sonra da Eser'i mi arayacaktı yani?
"Öyle ölmem belki. Beni ona vermek yerine fünyeyle beni patlat. En hızlı öyle ölürüm." Hem parçalanacak bir şeyim de yok. Paramparçayım zaten.
"Aç mı bıraktı seni? Çok zayıfsın. Bekle, tepsi getireyim. Sonra da ilaç alman gerek tok karnına."
Açlık en son derdimdi.
"Doktor musun sen? Bacağımı kim dikti? Ah!" Elim iplere gitti.
"Ne oldu? Bacağın mı acıdı?" Götüm diyemem ki sana?
"Her yerim ağrıyor işte. Çok koştum dün geceden beri."
Oturmak eskisi kadar acı vermese bile yine de canımı yakıyordu. Mutfak olduğunu tahmin ettiğim yere girip iki dakika sonra elinde tepsiyle geldi. Mis gibi tarhana çorbası kokuyordu. Gözlerim yaşardı. Annem çok güzel yapardı. Annem. Onları aramalıydım yoksa aramamalı mıydım? Ya Meriç peki? Ne haldedir acaba?
Dolu tepsiyi dikkatlice kucağıma yerleştirdi. Susamıştım. Hemen içtim. Ne kadar süre baygın kaldım, buraya ne zaman geldim hiçbir fikrim yoktu.
Çorbayı kaşıklamaya başladım. İçime giren sıcak çorbayla midem ısındı.
"Bugün günlerden ne?"
"On altısı cumartesi.""Yani hangi ay?"
Yılı da sormalı mıydım acaba? O kadar da olmamıştır sanırım. Olmuş mudur? Doğum günümü kutlardı eminim beni arkadan becerirken.
"On altı Haziran 2018."
"Haziran mı?" Hava çok sıcak değildi. Manisa gibi değildi.
"Neredeyiz biz?"
Deli gibi koşarken etrafıma dikkat etmemiştim. Araba var mıydı, ağırlıklı plaka neydi? İlgi alanıma girmemişti, canımı dişime takmış ölmemek için daha da kötüsü onun eline tekrar düşmemek için deli gibi koşarken.
"İstanbul." Ohaaa!
"İstanbul mu? Ciddi olamazsın. Nasıl ya? Nasıl geldim ben buraya? Arabada bilincim açıktı sanki. Kendimden ne zaman geçmişim?"
Ben kendi kendime konuşurken adını bile bilmediğim kurtarıcım kendi eliyle bana çorba içirmeye başladı. Elinden aldım kaşığı.
Ekmek, çorba, yoğurt, ekmek, çorba, yoğurt... Ritüeli bozmadan yemeye devam ettim hepsi bitene kadar.
"Biraz daha ister misin?" İsterim.
"Doydum, teşekkürler." Tepsiyi alıp mutfağa gitti yine. Tekrar döndü aynı ekiple. Kucağıma bıraktı.
"Boğazda kazık bir restaurantta değiliz. Alt tarafı tarhana çorbası. Doyur karnını."
Başımı eğip yemeye devam ettim. Oturmak canımı çok yaktığı için bacaklarımı birbirine kapattım, acıyı biraz hafifletir umuduyla. Aynı anda kapı çaldı. Nefesimi tuttum elimi ağzıma koyup. Ayağa kalkmış kapıya giderken, bileğinden yakaladım.
"Lütfen açma. Geri gelmiş olabilir.""Açmam annecim, delikten bakarım önce." Tebessüm etti. Gamzeleri vardı.
Delikten baktı dediği gibi. Hemen açtı sırıtarak. İçeri giren üç tane kendi proporsiyonlarında adamla gürültülü şekilde sarılıp küfürlü olarak konuştu. Hepsi sırayla beni gördüğünde ortam bir anda sessizleşti. Ben başımı eğdim.
"Misafirin olduğunu bilmiyorduk, kusura bakma." Uzun bir konuştu.
"Ben de misafirim olacağını daha bu sabah öğrendim. Kusuruma bakmayın lütfen size haber verecek zamanı bir türlü bulamadım.""Bu gitmiyor muyuz demek?" Diğer uzun konuştu. Uzun iki.
"Yok be oğlum, siz gidin. Ben daha sonra gelirim.""Olur mu öyle şey? Beraber gideriz ne zaman müsait olursan." Uzun iki tekrar.
"Sizin de biletleriniz yanmasın. Ben bir kaç güne işleri yoluna koyup size katılırım. Önden gidin ortamı benim için hazırlayın."
Ben sessizce ikinci kase çorbamı bitirmekle meşguldüm. Bitecek gibi değildi. İçine göz yaşlarım damlarken habire ürüyordu kasedeki sıvı.
"Ne işi bu, hayırdır?" Uzun birin sesiydi yine.
Ben acıdan kıvranmaya başladım. Ayağa kalkmak tuvalete gitmek ve popoma iyi davranmak zorundaydım. Tepsiyi biraz kaldırdığımda elimden çekildi bir anda. Başımı kaldırdım o zamana kadar hiç konuşmayan uzun üç bana bakıyordu.
"Canın yanıyor belli. Bana neresi olduğunu söylersen ona göre yardım edebilirim sana.""Tuvalete gitmem gerek." dedim utana sıkıla.
"Oğuz, arkadaşına yardım et istersen."
Arkadaşına mı? Adamı gideceği yer neresiyse alıkoyan, sapığa vermesin diye yalvaran, götü paçavraya dönen ve bu yüzden biraz daha tuvalete gidemezse buraya bırakacak olan arkadaş. Ağladım yine. Ağlarken de yüzümde akmak için kendine kirden topraktan yol açmaya çalışan göz yaşlarımın yanaklarımı yaktığını hissettim. Oğuzmuş adı. Arkadaşıma baktım.
"Gel, Defne. Tuvaleti göstereyim." Ayağa kalkarken bir an sağ bacağıma yüklendim. Unuttum.
"Ahh!" Beni hemen kucakladı. Yeni fark ettiğim merdivenin altındaki bir kapıdan içeri girdik birlikte.
Klozetli bir tuvalet. Harika.
"Yardım etmemi ister misin? Oya'nın eteği üstündeki. Kızkardeşimin yani. Pantolon acayip kötü olmuştu. Çöpe attık." Çöpe mi? Eyvah! Aklımdan çıkmış.
"Kimliğim vardı onda. Sadece onu alabildim.""Bende merak etme. İhtiyacın olursa seslen. İşin bitiğinde de seslen. Dikişli bacağınla yürüme." Başımı salladım.
"Defne bu arada... Sana kötü şeyler hatırlatmak istemiyorum; ama eğer tecavüze uğradıysan sana tecavüz eden kişinin sperm, tükürük ya da başka ne bileyim kıl, tüy, saç gibi herhangi bir şeyini delil olarak saklamak isteyebilirsin. Sonra kullanmak için. Ben kapının önündeyim."
Bu ne demekti? Eser hapse girebilir miydi yani? Bacağım dışında hala kirliydim. Kanıt nasıl toplanırdı? En son dün gece, kırk birde bitmişti. Bacak aramı tuvaletimi biraz daha tutarak peçete ile sildim güzelce. Ne olabilirdi başka? Tükürük, ensemde olabilir miydi? Orayı da peçeteledim.
Eser hapse girebilirdi. Gülmek için izin verdim kendime. Sonra kesildi gülmem. Girmezdi hapse. Nezarete belki, bir kaç saat. Zamanında çok şikayetçi olmuştum ondan. Polisleri tanıyordu. Hakimleri tanıyordu. Kimi tanımıyordu ki? Her yüksek yerde illa bir tanıdığı vardı. Şikayetlerim etkili olmamıştı. O zamanlar bana tecavüz etmemişti tabii. Şimdi belki de başka olurdu.
İşim bitince zorla ayağa kalktım. Ellerimi ve yüzümü yaralarımın izin verdiği ölçüde yıkadım. Aynadaki ben miydim? Yanaklarım çökmüştü. En az on kilo vermiş olmalıydım. Daha fazla kendimi izlemek zorunda kalmadan çevirdim başımı. Kapının kolunu çevirince Oğuz yanıma geldi hemen. Beni kucaklamasına izin verdim. Kanepeye yavaş bırakmış olsa da canım yanıyordu bir kere. Odada sessizlik hakimdi yine.
"Ben çok teşekkür ederim benimle ilgilendiğin için. Artık daha fazla sizi yolunuzdan alıkoymak istemem. Ben Manisalı'yım. Oraya gitmek istiyorum. Ailem orada. Otogara gitsem yeter.""Paran yok.""Ailemi ararım. İnince öderler.""Telefonun da yok.""Senin telefonunu kullanabilir miyim?""Olmaz." Diğerleri de kıkırdadı.
"Otobüste birinden rica ederim." Derdi neydi bu adamın?
"Otogara kadar nasıl gideceksin?"
Ağlamaya başladım. Yaşadıklarım çok fazlaydı bana göre. Dayanacak gücüm kalmamıştı, neyin hesabını yapıyordum ki? Bu adam ne diye vermedi o zaman beni? Psikolojik ve duygusal şiddet çok fazlaydı artık. Sarsılarak ağlarken canım daha fazla yandı. İşini bitirdikten sonra ara sıra insafa gelip krem sürüyordu oraya Eser. Es vermeden tekrar sahip olmak istediğinde.
Yan döndüm yattığım yerde. Acı az da olsa kesildi. Bir dakika sürdü. Yine nefessiz kalmama neden olan sancı gelip gelip gitmiyordu. Gelip kalıcı biçimde çöreklendi oraya.
"Defne, bana bak. Önce konuşalım. Sonra istediğin yere götürürüm seni. İstersen Manisa'ya kadar. Ama önce bize karşı açık olmana ihtiyacımız var?""Ne bilmek istiyorsunuz?""Kaçırıldın mı, kendi isteğinle mi gittin?""Kendi isteğimle gitmedim." Nasıl giderim?
"Sabah kapıya gelen seni kaçıran kişi miydi? Eser Tüfekçioğlu.""Evet.""Tecavüze uğradın mı?""Evet." Başımı eğdim.
"Sadece o muydu, yoksa başkaları da var mıydı sana tecavüz eden?"
Neden soruyordu bunları? Kafamı yememi mi istiyordu? Ben ileri geri sallanırken can acımı unutmak ve birisinin bana 'her şey geçecek inan, düşünme artık' demesini istiyordum.
"Ayık olduğum zamanlarda sadece o vardı. Başkasını görmedim.""Tanıdığın biri mi? Evli olduğunuzu söyledi.""Neee? Hayır evli değiliz biz. Onun karısı var zaten.""Tanıyorsun yani?" Başımı salladım.
"Defne şikayetçi olman gerek. Ben genel cerrahım. Seni ayrıntılı olarak muayene etmeme izin ver. Sana bir rapor yazarım. Raporla ve eğer varsa adama ait bir dna örneğiyle hapse attırabilirsin onu?"
Uzun üç konuşmuştu. Ayrıntılı muayeneden kastı neydi? Benim nefret ettiğim, kadınlığımdan artık iğrendiğim yerlerime mi bakacaktı yani?
Sallanmaya devam ettim. Defne Cevher ölmüştü. Eser öldürmüştü o hayat dolu, öğrencilerini çok seven matematik öğretmeni, neşeli kadını. Uzun üçe cevap veremeden dizlerimi çeneme çekip sallanmaya devam ettim. Her şey, herkes silindi. Ben kendimi daha da doğrusu, artık olduğundan bile emin olmadığım akıl sağlığımı korumaya odaklanmıştım.
Oğuz'un eli, artık eskisi gibi sadece uzun olan; ama parlamayan saçıma gitti. Okşadı. Yumuşakça. Sert değil.
"Her şey geçecek inan, düşünme artık"