1.Bölüm
Derya AKEL,
Yıllardır film ve belgesel sektöründe yapımcılık yapıyor, uzun ve kısa metrajlı filmlerle, sayısız ödül kazandığım belgesellerle yolumu çiziyordum. Fakat artık içimde bambaşka bir arayış vardı. Yeni bir konu, beni gerçekten sarsacak, çekim yaptıkça ruhumu doyuracak bir hikâye arıyordum. Bu kez ortaya koyacağım şey beni de tatmin etmeliydi.
Elime profesyonel kameramı aldığım gibi aracıma atladım ve doğanın kalbine, sessiz ve ıssız bir ormanın içine doğru sürdüm. Yolun kıvrıldığı bir noktada gözlerim büyüleyici bir manzaraya takıldı: sık ağaçların arasından parıldayan bir göl. Kalbim hızlanırken içimde tarifsiz bir his yükseldi; sanki o manzara bana “Beni kadrajına al” diye fısıldıyordu.
Arabamı yol kenarında durdurdum, kameramı omzuma astım ve gölün kenarına doğru yürüdüm. Gözümün beğendiği açıları tek tek denedim, deklanşöre bastıkça içimde huzur doldu. Yüzümde tatmin edici bir gülümseme belirirken, eylül güneşinin hâlâ sıcacık dokunuşu tenime değiyor, havadaki o yazdan kalma rehavet ruhuma siniyordu. Etrafta kimseler yoktu; bu yalnızlık bana tuhaf bir özgürlük verdi. O an, göle girme isteğim ağır bastı. Zaten su çok derin görünmüyordu… Birkaç kulaç atar, birkaç dalış yapar, sonra eve dönerdim.
Üzerimdeki elbiselerimi usulca çıkardım; etrafa şöyle bir göz gezdirip kimsenin olmadığından emin olduktan sonra sadece atletim ve baksırımla kaldım. Sonra hiç vakit kaybetmeden göle doğru birkaç adım attım, nefesimi tutup kendimi suya bıraktım.
Ama suya değer değmez keskin bir soğuk tenime çarptı; içime işleyen o serinlik bir anda bedenimi titretti. Havanın güneşli oluşuna aldanıp böyle düşüncesizce atladığım için o an kendime kızmadan edemedim.
Kulaçlarımı attıkça gölün sanıldığı kadar sığ olmadığını fark ettim; her metre beni daha derine çekiyor gibiydi. Soğuk su, iliklerime kadar işleyip bedenimi titretiyordu. Tam o sırada ayağıma giren keskin bir kramp, bütün dengemi altüst etti. Bir anda nefesim kesildi, kollarım çırpınmaya başladı. Boğulma korkusu zihnime değil, doğrudan damarlarıma yürüdü; acı ve panik bedenimde dolaşırken zaman sanki yavaşladı.
Suyun derinliklerine doğru çekilirken, hâlâ yüzeyde kalmayı başaran başımı kaldırdım ve bulanık bir şekilde ileride bir insan silueti seçtim. Boğazımdan kopan son umutla haykırdım:
“İmdat! Yardım edin!”
Sesim gölün sessizliğinde yankılanırken, su bir an bile duraksamadan beni aşağıya çekmeye devam etti. Soğuk karanlık bedenimi sararken, bilincim de yavaş yavaş o karanlığın derinliklerine sürüklenip gitti.
***
Üşümenin verdiği ürpertilerle gözlerim titreyerek aralandı. Karşımda, bulanık bir erkek silueti belirdi; göz kapaklarımı birkaç kez kırpıp görüntüyü netleştirmeye çalıştım. Başımı hafifçe kaldırıp doğrulduğumda, kumral saçlarıyla uzun boylu, iri yapılı, keskin hatlı bir yüzün bana baktığını seçebildim. O bakış, beklediğim gibi sıcak ya da merhametli değildi; aksine, soğuk ve mesafeli bir ifadeyle yüzüme takılı kaldı. Sonra tek kelime etmeden arkasını döndü ve içimde gözlerimi açıp uyandığım bu askeri yeşil çadırdan dışarı çıktı.
Etrafıma bakındım. Çadırın içinde, olması muhtemel askeri eşyalar yerli yerindeydi; köşelerden birinde bir sepet, birkaç katlanmış battaniye, birkaç metal kap… Ve dikkatimi çeken, bir köşeye özenle bırakılmış, kalın kapaklı siyah bir defterdi.
Gözlerim etraftaki her detayı taradıktan sonra üzerime kaydı. Üzerimde sade bir askeri eşofman takımı vardı; belli ki biri üzerimi değiştirmişti.
Kafamda binlerce soru dolaşırken, aklıma en basiti takılıp kaldı: Nasıl bir insandı bu?
İnsan, ölümden dönmüş birine en azından “İyi misin?” diye sormaz mı? Oysa o, bana şöyle bir bakmış, tek kelime etmeden çadırdan çıkıp gitmişti…
Bir hışımla çadırın perdesini itip dışarı çıktım. Hâlâ yorgun, hâlâ zayıftım ama içimde biriken öfke adımlarımı hızlandırıyordu. Gözlerim hemen onu buldu: Az ötede, bir taşın üzerine çökmüş, elindeki semaverden çıkan buharı izliyordu.
Ellerimi belime koyup sesimi yükselttim:
“Sen nasıl bir insansın?” dedim, nefesim titriyordu. “O gölde boğuluyordum! Ölebilirdim! Neyi bekledin kurtarmak için? İnsani duygular sana sonradan mı yükleniyor, ha?”
O ise başını kaldırıp bana şöyle bir baktı. Bakışlarında hâlâ o mesafeli soğukluk vardı; hiçbir suçluluk, hiçbir telaş yoktu. Ardından gözlerini tekrar semavere çevirdi, kömürün üzerine düşen çayı izleyerek ağır bir nefes verdi.
“Sonuca odaklan,” dedi sakin, hatta sinir bozucu derecede dingin bir tonla.
“Kurtuldun ve hayattasın.”
Sözleri, bana atılan bir tokat gibi yüzümde yankılandı. Bir an dilim tutuldu. Göğsümdeki öfke, suya düşen kıvılcımlar gibi çatırdayarak çoğaldı.
“Bu kadar mı?” dedim, sesim çatallı çıkmıştı. “Ben orada ölmek üzereydim ve sen şimdi hiçbir şey olmamış gibi çay mı demliyorsun?”
O an başını yeniden kaldırdı. Gözleri bu defa gözlerime daha uzun süre takıldı. İçinde ne olduğunu çözemedim: Ne tam bir soğukluk, ne tam bir sıcaklık… Sadece derin, karanlık bir uçurum gibi bakışlar.
“Bazen,” dedi ağır ağır, “birini kurtarmak için doğru anı beklersin. Erken davranırsan ikiniz de batarsınız.”
“Hah! Aman ne etkileyici bir söz,” dedim alaycı bir kahkaha eşliğinde, gözlerimi devirmeden edemedim.
Ama o, sanki söylediklerim rüzgârda savrulmuş bir yaprakmış gibi umursamadan semaverle ilgilenmeye devam etti.
Tam tekrar ağzımı açıp bir şey söyleyecektim ki, o an elindeki kupaya taze demlenmiş çay doldurdu. Yüzüme bile bakmadan kupayı bana uzattı.
“Hava serin. Al bu çayı iç ve biraz çadırda dinlen,” dedi, sesi yine o ölçülü ve mesafeli tondaydı.
“Kıyafetlerini göl kenarından getirdim. Birazdan üzerini giyinip gidersin buradan.”
Kupayı istemsizce aldım. Sözleri, ilgisiz ve mesafeli gibi görünse de içlerinde tuhaf bir özen gizliydi. Ama o yine gözlerime bakmamış, bakışlarını buharı tüten semavere çevirmişti.
Elimdeki kupaya bakarken şaşkınlığımı gizleyemedim. Bakışlarımı ona çevirdim, dudaklarımın kenarında ince bir titreme vardı.
“Hep böyle misin sen?” dedim, sesimde hem öfke hem merak karışık bir tını vardı. “Yoksa sadece hayatında ilk defa gördüğün insanlara mı böylesin?”
O an, birden başını çevirip gözlerini gözlerime dikti. Sert bakışları içimi ürpertti; kelimelere gerek bırakmayan, keskin bir ifadesi vardı.
“Ben hep böyleyim,” dedi soğukkanlı ama bu kez daha kaba bir tonla. “Yeterince iyilik ettim. Şimdi birkaç saatlik bir işim var. Döndüğümde seni çadırımda görmek istemiyorum. Bilgin olsun.”
Sözleri tokat gibi yüzüme çarptı. Kupayı avuçlarımda sımsıkı tutarken, göğsümde biriken o buruk öfkeyi yutkunmak zorunda kaldım.
Gözlerimi kısıp ona doğru sertçe baktım.
“Çadırını yemedik ya. Biraz durup gideriz,” dedim, sesime istemsizce bir ima ve alay karışmıştı.
Arkamı dönüp çadıra girdiğimde dışarıdan gelen hışırtı sesleri, onun uzaklaşmakta olduğunun habercisiydi. Adımlarının sesi ağaçların arasında kaybolurken, ben hâlâ çadırın girişinden dışarıyı gözlüyordum. Sesler yavaş yavaş kesildiğinde, o kaba herifin gerçekten gitmiş olduğunu anladım.
Tam o anda, içimdeki merak daha da kabardı. Gözlerim bir köşedeki o kalın, siyah kapaklı deftere kaydı. Sessizce eğilip elime aldım. Parmaklarım kapaktaki tozları hafifçe silerken derin bir nefes aldım ve kapağı yavaşça açtım.
Bu bir günlüktü…
Arasına sıkıştırılmış bir fotoğraf gözüme çarptı. Sarışın bir kadın ve dışarıdaki o kaba adam sarmaş dolaş, kahkahalarla gülümserken çekilmiş bir kare… Fotoğrafın enerjisi, adamın az önceki soğuk tavırlarıyla hiç uyuşmuyordu.
Defterin kapağında yazan isim ise merakımı daha da körükledi: Bora KESKİN.
Demek, bizim kaba kurtarıcımızın adı Bora’ymış…
Gitmiş olmasını fırsat bilip, kalbim hafifçe çarparken ilk sayfayı çevirdim. Merakıma tamamen yenik düşerek, sayfaları dikkatle karıştırmaya başladım…