Semih’in botlarının sert tabanı, asfalt zemine düzenli bir ritimle çarpıyordu. Gün bitmeye yaklaşmıştı. Kışlanın rutin telaşı yavaşlarken, askerlerin nöbet değişim sesleri yerini akşam sessizliğine bırakıyordu. O ise, günü bitirmiş, disiplinli ve güçlü adımlarla çıkışa doğru yönelmişti. Akşam olmasına rağmen üniformasının yakası hâlâ kusursuz bir şekilde ilikli, omuzları dik, bakışları keskindi… Disiplin, onun için sadece işinin bir parçası değildi. Bir yaşam tarzıydı.
Tam askeriyenin çıkışına vardığında, sağ tarafındaki bankta dikkatini bir şey çekti. Ya da bir “biri”...
Başını hafifçe çevirdiğinde, simsiyah saçları omzuna dökülen genç bir kadın gördü. Bankta oturmuş, yüzünü avuçlarının arasına almış ağlıyordu. Omuzları her hıçkırıkta yukarı kalkıyor, içini boşaltırcasına ağlıyordu.
Semih durdu.
Normalde kimseye karışmaz, kendi işine bakardı. Askerî disiplini bunu gerektirirdi. Ama bu sefer farklıydı. Bu genç kadın bir şekilde dikkatimi çekmişti. Kadının ağlamasında tanıdık bir şey vardı; belki bir samimiyet, belki bir içtenlik. Adımları ağırlaştı, birkaç saniye tereddüt ettikten sonra küçük adımlarla ona doğru döndü.
“Pardon,” dedi kararsız bir tonda. “İyi misiniz?”
Kadın başını kaldırdı. Islak kahverengi gözler, gözaltlarındaki akmış siyah rimelle daha da derin görünüyordu. Yanakları ıslanmıştı ama akmış makyajına rağmen güzelliğini kaybetmemiş bir yüz vardı karşısında. Yorgun, üzgün, ama yine de çok güzel...
“İyiyim,” dedi kadın, hıçkırıklar arasında. Gözlerini kaçırdı.
Kimseyi endişelendirmek istemediği belliydi. Ama gözleri, Semih’in ilgisini çekmişti bir kere.
Semih mesafesini koruyarak ona biraz daha yaklaştı.
“Birini mi bekliyorsunuz?” diye sordu bu kez. Sözleri nötrdü ama aslında merakı çok derindi. Bu gözyaşlarının kimin için olduğunu merak etmekle birlikte, onun içeriden bir askeri -belki de nişanlısını- bekliyor olması ihtimali onun geri çekilmesine ve belki de biraz geri durmasına neden oluyordu.
Kadın elindeki peçeteyle gözyaşlarını sildi, toparlanmaya çalıştı. “Arkadaşımı bekliyordum. Burada hemşire. Ama sanırım mesaisi henüz bitmedi,” dedi.
Sesi titriyordu ama biraz olsun toparlanmış gibiydi. Derin bir nefes aldı.
Semih içten içe bir rahatlama hissetti. En azından sevgilisini ya da nişanlısını beklemiyordu. Bu bilgiye neden bu kadar sevindiğini sorgulamadı. Ona göre insan hayatı sorgulamak yerine karşısına çıkan fırsatları değerlendirmeliydi. Semih de öyle yaptı.
“Yanlış anlamazsanız,” dedi nazikçe, “size bir çay ikram etmek isterim. Hem... siz de biraz toparlanırsınız.”
Serra başını kaldırdı. Şaşırmış gibiydi.
Normalde böyle bir teklifi asla kabul etmezdi. Hele tanımadığı bir erkekle? Kesinlikle olmazdı. Ama bugün her şey ters gitmişti. Başkasının hatası yüzünden işinden kovulmuştu. Kirasını nasıl ödeyeceğini bilmiyordu. Hayatı daha ne kadar kötüye gidebilirdi ki?
Bir anlığına karşısındaki adama baktı. Kısa kesilmiş saçları, düzgün hatlı yüzü, güçlü çenesi ve koyu renk üniformasını dolduran kaslarıyla oldukça çekici görünüyordu. Gözlerinde ise ne baskı vardı ne ukalalık. Sadece… samimi ve içten bir ilgiyle ona bakıyordu.
“Eğer sizin de vaktinizi almayacaksam…” diye mırıldandı kararsızlık Serra.
Semih, gözlerinde minik bir kıvılcımla başını salladı.
“Olur mu öyle şey,” dedi.
Beraber yürümeye başladılar. Askeriyenin duvarlarından uzaklaşıp sahile geldiklerinde, akşam olmuş serin bir meltem esmeye başlamıştı. Sessiz bir şekilde ilerliyorlardı. Ama bu sessizlik, rahatsız edici değildi, aksine, yumuşak bir kabulleniş vardı aralarında.
Boğaza nazır küçük, sessiz bir kafeye oturdular. Bahçesinde birkaç masa vardı. Boş olanlardan birine geçip karşılıklı oturdular. Garson geldiğinde Semih hiç düşünmeden iki çay söyledi.
Kadın gözlerini denize dikmişti. Bir süre öyle kaldı. Sessiz. Dalgalara bakarak…
“Bugün…” dedi sonunda.
“Bugün her şey ters gitti. Aslında uzun zamandır hayatımda her şey ters gidiyor ama... sanırım bugün bir patlama noktasıydı.”
Semih dinliyordu. Gözlerinde yargı yoktu.
Sadece ilgiyle dinleyen samimi bir çift gözün sıcaklığı vardı.
“İşimden kovuldum,” dedi Serra.
Yüzünde acı bir tebessümle devam etti.
“Özel hastaneler... Paraya taptıkları kadar insana değer vermiyorlar. Her şey parayla ölçülüyor. Hastaların sayısı, müdahalelerin süresi, dakikalar… Saatlerce çalışıyorsun, sonunda başkasının yaptığı saçma bir hata yüzünden seni kovuyorlar.”
Semih ona hak vererek başını hafifçe eğdi.
“Zor olmalı” dedi kısaca.
Serra bir an sustu. Bu nazik asker gerçekten iyi bir dinleyiciydi. Sonra çayından bir yudum aldı.
“Bazen diyorum ki,” dedi, “acaba nerede yanlış yaptım? Hani insan bir yerde bir yanlış yapar da, sonra her şey yanlış gider ya...”
Semih usulca gülümsedi.
“Belki de sen yanlış yapmadın, sadece hayat için fazla doğru ve iyisin.,” dedi.
Serra ona baktı. İçtenlikle. Adamın sözleri basitti, süslü değildi. Ama sanki yılların içinden süzülüp gelen içten bir doğruluğu vardı. Belki de gerçekten ihtiyacım olan tek şey buydu diye düşündü: birinin onu gerçekten dinlemesi ve anlaması...
İlk çaylar bitti. Sessizlik, konuşmanın yerini aldı. Hafif bir akşam rüzgârı çıktı. Serra, ince ceketine sarıldı. Semih bunu fark etti. Kamuflajını çıkardı, ona uzattı. Serra başta almak istemedi ama Semih’in ısrarcı bakışlarına karşı koyamadı.
“Teşekkür ederim,” dedi Serra.
Gözlerinde o gün ilk kez, minik bir parıltı belirdi. İşten kovulunca doğruca Duru’nun yanına gelmiş, ama mesaisi bitmediği için onu beklemek zorunda kalmıştı. İşte tam da o sırada, kendini bir banka bırakmış ağlarken hayat karşısına bu yakışıklı, genç askeri çıkarmıştı. Kader böyle bir şey olmalı diye düşündü.
...
Bu sırada vakit ilerlemiş, geldikleri kafe, boğazın serin rüzgârıyla biraz daha tenhalaşmıştı. Akşam güneşi yavaşça bulutların ardına saklanıyor, gökyüzü pembeyle lilanın tatlı bir karışımına bürünüyordu. Masalarının üstündeki boş çay bardakları, sohbetin uzun süredir devam ettiğini gösteriyordu. Serra, elindeki çay kaşığını yavaşça tabağa bırakıp derin bir nefes aldı.
“Sanırım… hep ben konuştum,” dedi, biraz çekingen ama gülümseyerek.
Bakışlarını kaçırmadı bu kez. Gözleri, karşısında oturan adamı açıkça süzdü. Merak, hafif bir utangaçlıkla birleşmişti. Ama içinde yükselen o heyecan dolu kıpırtı, her şeyi gölgeliyordu.
Semih omzunu hafifçe silkti, dudaklarının kenarına oturmuş belli belirsiz bir tebessümle.
“Ben dinlemeyi severim,” dedi şaka yollu.
Serra kaşlarını kaldırarak gülümsedi.
“Peki siz?” dedi, sesini biraz alçaltarak. “Siz neler yaparsınız?”
Semih’in kısa bir süre düşündü ama hemen ardından alışık olduğu ciddi ama ölçülü tonuyla yanıtladı:
“Askeriyede teğmenim.”
Sesi düz, netti. Sanki bu cümleyi sayısız kez tekrarlamış gibiydi.
“Yani kışla, nöbet, eğitim?” dedi Serra kaşlarını kaldırarak.
“Tam olarak öyle.”
Gülümsedi Semih. “Pek renkli bir hayatım olduğu söylenemez. Son birkaç yıldır İstanbul’dayım ama pek dışarı çıktığım da yok.”
Serra arsızlığı ele alarak devam etti, "Peki bu renksiz hayatınızı renklendirecek bir kız arkadaşınız yok mu?" diye sordu. Semih’den hoşlanmıştı ve şansını denemek istiyordu.
Semih "Malesef" diyip devam etti. “O kadar zamanım olmuyor açıkçası. Bir de...”
Cümlesini tamamlamadı. Başını yana eğdi.
“Her şeyin zamanı var galiba.” derken Serra içinden sevinç çığlıkları atıyordu. Yine de duruma üzülmüş gibi yaparak ölçülü bir tavırla "Yaa" dedi. Ama kafasının içinde bambaşka bir fırtına dönüyordu. *İyi ki de pek dışarı çıkmamış,* diye düşündü. *Yoksa bu yakışıklı adamın boş kalmaz, mutlaka birini bulur, bu akşam burada benimle oturuyor olmazdı.* diye düşündü.
Gözlerini Semih’in üzerine gezdirdi.
Yüz hatları fazlasıyla etkileyiciydi. Sert bir çene hattı, düzgün ve belirgin elmacık kemikleri, gür ama muntazam kaşlarıyla tam bir erkekti. Burnu düzgün, dudakları inceydi ama gülümsediğinde yüzüne yaydığı sıcaklık, her şeyin önüne geçiyordu. Gülümsemesiyle asker disiplininin o soğuk görüntüsü yerini beklenmedik bir samimiyete bırakıyordu. Gözleri koyu kestane rengindeydi ama ışık vurduğunda altın sarısına yakın bir parıltı yakalanıyordu. Derisinin rengi ise o tipik ‘güneş yanığı asker teni’ydi — hafif koyu, sağlıklı, enerjik ve erkeksi. Ellerinin üstünde belirgin damarlar vardı; güçlü ve çalışkan bir adamın elleri.
Üzerindeki haki yeşili tişört, geniş omuzlarını ve sağlam göğsünü tam anlamıyla sarıyor, vücudunun sert hatlarını net şekilde ortaya çıkarıyordu. O bir askerdi, belli ki düzenli spor yapıyor, disiplinden ödün vermiyordu. Omuzları geniş, pazuları güçlü ve sağlamdı. Her hâliyle kontrollü, ama bir o kadar da güçlü ve çekiciydi.
Serra bakışlarını kaçırdı. Yanaklarına tatlı bir pembelik yayılırken, elini çantasına attı. Küçük bir not defteri ve kalem çıkardı.
Kafasını hafifçe eğdi, kağıda bir şeyler yazarken sesi yumuşaktı.
“Size garip gelebilir ama,” dedi, kağıdı yavaşça koparıp katladı. “Bir sonraki boş vaktinizde sizi dışarı çıkarmak isterim. Hem… bugünkü çay borcumu da ödemiş olurum.”
Notu masanın üzerinden ona doğru uzattı.
Semih, gülümseyerek uzandı. Kağıdı aldı. Açmadan cebine koydu. Onu şaşırtan şey, bu çekici, güzel kadının aynı zamanda zarif ve cesur oluşuydu. Hafifçe başını eğdi.
“Bunu gerçekten isterim,” dedi sessizce.
Serra gülümsedi. Uzun zamandır ilk defa bir erkek onu gerçekten dinlemiş, ve hem kişiliğiyle hem de görünüşüyle onu etkilemişti.
Boğazdan gelen hafif rüzgâr saçlarını yüzüne savurduğunda, Semih istemsizce elini uzattı.
“İzininizle?” diye sordu.
Serra başını salladı.
Semih, nazikçe saçlarının önüne düşen bir tutamı kulağının arkasına itti.
Parmaklarının sıcaklığı, birkaç saniyeliğine Serra’nın yanağında kaldı.
İkisinin de içi yeni bir aşkın heyecanıyla kıpır kıpırdı
“Sanırım,” dedi Serra kalkarken, “bugün ağlayarak başladığım ama mutlu olarak bitirdiğim bir gün olacak.”
Semih yerinden kalktı. Yan yana yürürken ona kısa ama güven veren bir bakış attı.
“Hayat da biraz böyle değil mi zaten?” dedi.
Belki de bu İstanbul akşamı, ikisi için de yeni bir başlangıç olmuştu.