Pencereden görünen boğaz manzarası az önceki karanlık ve sarhoş edici dakikaların ardından fazlasıyla gerçek hissettiriyordu. Duru bir elini kalbine götürüp nefesini düzenlemeye çalıştı, diğer eliyle dudaklarını bastırdı. Islak ve sıcak. Hâlâ. Ve yanaklarındaki kızarıklık... Sanki yüzüne yayılmıştı. Hakan’ın dudakları, elleri, sesi... Sanki teninde yakıcı bir iz bırakmıştı.
Hakan ise doğrulmuş, pantolonunu düğmelerini ilikliyordu. Sessizdi. Ama bu sessizlik gergin ya da uzak değil, aksine sahiplenici bir dinginlik taşıyordu. Duru, önce iç çamaşırını sonra pantolonunu yukarı çekti. Paçaları buruşmuş pantolonunu düzeltmeye çalıştı. Elini saçına götürdü ama parmakları titriyordu. Çekinerek başını kaldırdığında Hakan'ın gözlerinin hâlâ üzerinde olduğunu fark etti.
Gözlerinde bir tehdit yoktu artık. Ne o az önceki taş gibi sıkı çene çizgisi, ne de dudaklarının kenarına oturan o sert ifade. Yumuşaktı. Neredeyse mahrem bir şekilde yumuşak. Ve konuştuğunda bu sahiplenici yumuşaklık Duru’nun kalbini bir kez daha titretti.
“Şimdi gidebilirsiniz, hemşire hanım.” dedi Komutan Alparslan.
Duru istemsizce gülümsedi ama gözlerini devirmiş gibi yaptı. Bir parça utanç, bir parça aşkla süzdü onu. Yanağında kalan tatlı pembelikke, dosyasını eline alıp başını dik tutarak odadan çıktı. Koridorun sessizliği içinde ayak sesleri yankılandı. Her adımında, vücudunun başka bir bölgesi zevkle sızlıyordu.
Fark edilmemiş olmaları mucizeydi. İçeri bir personel girseydi… Bir asker…Ya da bir komutan... Hem de Hakan gibi biriyle… Kendi makamında böylesi bir şey... Gözleri büyüdü. Ya biri duymuş olsaydı? Ya biri onları fark etseydi? Hakan da gerçekten ona karşı bir şeyler hissediyor olmalıydı yoksa kimse asla böyle bir riski almazdı.
Duru’nun adımları titriyordu. Bedeninde hâlâ ürperti vardı. Hakan onunla sevişirken o kadar güçlü, o kadar baskın ve bir o kadar da özenliydi ki… Hakan’ın varlığı, başka hiçbir erkeğe benzemiyordu. Onunla geçen birkaç dakikalık o karanlık, sıcak, baş döndürücü an, sanki saatler sürmüş gibi bedenine ve kalbine kazınmıştı. Kalçasında hissettiği tutuşu, ensesini kavrayan avucu, fısıltı gibi çıkan sözleri… Gözlerini sımsıkı yumdu.
“Ne yapıyorum ben?” diye fısıldadı kendi kendine. Ne yaptığını o da bilmiyordu. Ama bildiği tek bir şey varsa o da Komutan Alparslan'a karşı koymasının imkansız olduğuydu...
---
Revirin camından dışarı baktığında hava hâlâ sıcaktı. Güneş batmaya yaklaşmış, gökyüzü turuncuya dönmüştü. Havanın bu hali, Hakan'ın tenindeyken hissettiği o sıcaklığı hatırlattı. Parmak uçlarıyla alnını ovuşturdu. Kızaran yüzünü soğutmak ister gibiydi.
İçeri bir asker girdiğinde hemen kendine geldi. Gözlerini kırpıştırarak toparlandı. “Buyrun,” dedi, sesi normalden biraz daha inceydi. Hemen fark etti ve boğazını temizleyip cümleyi tekrar etti. “Buyrun, nasıl yardımcı olabilirim?”
Asker göz ucuyla ona baktı, hafifçe gülümsedi. “Biraz tansiyonum düştü galiba. Başım dönüyor.”
“Oturalım hemen,” dedi Duru, her zamanki profesyonelliğiyle. Ama içinden geçenleri bastırmak zordu. Dizleri hâlâ titriyordu. Vücudu ateş gibiydi, ama içinde garip bir huzur vardı. Sanki tamamlanmış bir cümle gibi. Bir nehir sonunda denize varmış gibi…
---
Duru o gece, yatağına uzandığında gözlerini kapattı. Sevişmelerinin her anını tekrar tekrar yaşadı zihninde. Her ayrıntıyı. Her nefesi. Ensesine düşen her sıcak soluğu. Gömleğinin kokusunu… Hakan'la sevişmeleri bugüne kadar yaşadığı bütün sekslerden farklıydı. Bir kadın olarak görülmek, arzulanmak, özenle sevilmek… Duru ilk defa, bir adamın zevkiyle değil, kendi arzusu ve tutkusuyla yandığını hissetmişti.
Ve Hakan…
O sadece yakışıklı ya da çekici değildi. Onun dokunuşları, kadınının ne istediğini bilen, önce onun zevkini düşünen, deneyimli bir adamın dokunuşuydu. Güçlüydü. Sahipleniciydi. Ama nazikti. Sınırları bilen ama tutkularını saklamayan…
Duru, yastığına yüzünü gömdü. Nefesi titredi. Yeniden onun kollarında olmak istiyordu... Yeniden onunla birlikte kendinden geçmek...
Ve o anda fark etti: Hakan sadece tenine dokunmamıştı. Ruhunun en gizli yerine ulaşmıştı. Ve ne kadar inkar ederse etsin ona delice aşık olmuştu...
...
Hakan evine girdiğinde kapıyı arkasından sertçe kapattı. Parmak uçlarında yankılanan bir öfke, bir pişmanlıkla… Gömleğini çıkarıp duvara fırlattı, ardından botlarını hızla çıkardı. Odanın loş ışığı altında derin bir nefes aldı ama yetmedi. Bir nefes daha… Kaslı göğsü şişti, sonra ağır ağır indi.
Duru’nun teni sanki hâlâ ellerindeydi. Parmak uçlarında, avuç içlerinde… Onun nefesini, dudaklarının titreyişini, gözlerindeki o buğulu teslimiyeti… Silip atamıyordu zihninden. Duru’nun vücudunu, onun altında zevkle titreyen halini aklından çıkartamıyordu. Oysa ki bunu yapmamalıydı. Hiç yapmamalıydı. Onu odasına çağırmamalıydı. En azından şu Kürşat meselesini halledene kadar ondan uzak durmalıydı. Aklını karıştırmasına, dikkatini dağıtmasına izin vermemeliydi.
Kendine kızgındı. Hem de öyle böyle değil.
Sanki içindeki bütün dengeler yine yerinden oynamıştı. Eğitimi boyunca öğrendiği bütün disiplin, sabır, kontrol... Duru’nun o sabah Semih’le konuştuğunu gördüğü anda tuzla buz olmuştu.
Sonra dayanamamış; tüm mantığını ve önceliklerini bir kenara atıp Duru’yu yanına çağırmıştı. Onun gözlerine baktığında, onun da kendisi için yanıp tutuştuğunu gördüğünde, kendini kaybetmişti. Onun kokusunda, dudaklarında, tenindeki sıcakta... kendini kaybetmişti.**Kendine rağmen.**
Bir koltuğa çöktü. Başını geriye yasladı. Gözlerini kapattı ama o anlar, zihninde yeniden dönmeye başladı. Duru’nun önce şaşıran sonra yavaşça teslim olan hali. Elleriyle boynuna tutunuşu. Nefesleri... Orgazma ulaşmak üzere olan o kesik, sık sık aldığı nefesleri...
Lanet olsun diye bağırdı kendine. Bunları düşünmemeliydi. Onun şimdi düşünmesi gereken tek şey Kürşat ve onun ne haltlar çevirdiğiydi. Ama o, ilk kez sevişmiş yeniyetme bir oğlan gibi sürekli Duru’yu ve onunla olan o zevk dolu anları düşünüyordu.
Öfkeyle oturduğu yerden doğrulup bugün Tercan'dan aldığı yeni dosyayı açtı. Masa lambasını yakıp belgeleri önüne serdi. Kürşat’ın adı listede kırmızı kalemle işaretlenmişti. Fotoğrafı da oradaydı; sert, dar yüzlü, gözlerinde binbir tilki dönen kara bir adam. Ve şu an neyin peşinde olduğunu bilmediği tehlikeli bir adam...
Hakan alnını ovaladı. Kaşlarını çattı. Kendi kendine söylenmeye başladı:
“Bu işi çözmek zorundasın. Kimse Kürşat’ı senin kadar iyi tanımıyor... Dikkatini vermelisin, hata yapmamalısın... bu adamın neyin peşinde olduğunu çözmek zorundasın.”
Duru’yu düşünmemesi gerekiyordu.
Onun tenini değil, Kürşat’ın izini takip etmeliydi.
Kalktı. Pencereden dışarı baktı. Sokağa gecenin karanlığı çoktan çökmüştü. Uzaktan köpek havlamaları duyuluyordu. Şehir sessizdi ama Hakan’ın kafası karmakarışık ve gürültülüydü.
Fuar tarihine baktı.
Üç gün vardı. Üç gün sonra o lanet fuar başlayacaktı ve Hakan orada Kürşat’ın neyin peşinde olduğunu öğrenecekti.
Bu üç gün boyunca Duru’yu düşünmeyecekti.
Kışlaya da gitmeyecekti.
Kışlaya giderse, onun o masum ama çekici gözlerine bir daha bakarsa... bir daha bakarsa... yine ona karşı koyamayacağından emindi.
Yine ona sahip olurdu, hiçbir şeyi düşünmeden ve hiçbir şeyi umursamadan...
Ama bu olamazdı. Bunun olmasına izin veremezdi.
Bütün bu işlerin arasında kendine bir söz verdi.
Eğer Kürşat’ı yakalayabilirse... her şey yolunda giderse... Görevini de, yapması gerekenleri de tamamlarsa... İşte o zaman Duru’yu görmeyi, gerçekten *görmeyi* ve daha fazlasını hak edebilirdi.
Ama önce görev.
Önce intikam.
Ve sonra...
Belki...
Belki mutlu bir gelecek.
Bu görevi başarıyla tamamlanmadan, Kürşat'ı yakalanmadan, neyin peşinde olduğunu öğrenmeden, Duru’ya yaklaşamazdı.
Bir kahve koydu. Sert, şekersiz. Uyanması gerekiyordu. Zihnini net tutmalıydı. Elindeki belgelere gömüldü. Kürşat’ın geçmiş dosyaları, bağlantıda olduğu şüpheli şahıslar… hepsi önündeydi ama hiçbir satır akmıyordu. Gözleri dosyada, aklı hâlâ Duru’nun inleyen sesindeydi. O zevk dolu saatlerde...
Kendine sinirlendi. Yumruğunu masaya vurdu.
“Odaklan!” diye bağırdı kendi kendine.
Eğer bu görevi hallederse…
Eğer Kürşat’ı yakalar, onun planını çökertirse…
İşte o zaman, gerçekten... gerçekten Duru’yu hak edebilirdi. Ve belki de o zaman onunla daha fazlasını hayal edebilirdi.