Birkaç gün sonra
Duru, revirdeki ilaçları düzenlerken zamanın nasıl geçtiğini önemsemiyordu artık. O sabah da yaşadığı son birkaç günden farklı değildi. Güneş erkenden doğmuş, birliğin gri duvarlarına yumuşak bir ışık vurmuştu. Duru’nun parmakları, sedyenin kenarındaki yıpranmış dikişleri yokladı. Bu günlerde hep bir şeylere bakıyordu ama aklı başka yerdeydi.
Komutan Alparslan ortalıkta yoktu.
Yine...
Ama bu sefer… bu sefer garip bir şekilde onun ortalıkta olmamasını çok da umursamıyordu. Yani evet… kalbi hâlâ onun varlığını özlüyordu. Ama içinde başka bir türden bir huzur vardı artık. Onun odasında geçen o yakıcı andan sonra... Hakan’ın ona benimsin diyişi, dokunuşu, sesi, bakışı... Hepsi Duru’nun içindeki “emin olamama” hissini artık tamamen yok etmişti.
Hakan onu seviyordu.
İstiyordu.
Artık bundan emindi.
Sadece bu isteği bastırmaya çalışıyordu.
“Belki askeriyede olmanın etkisi sonuçta disiplinin, emir-komuta zincirinin bir parçası olduğu içindir...” diye düşündü Duru, elindeki dosyayı dolaba yerleştirirken.
Belki de... belki de o da alışık değildi böylesine yakıcı bir şeye. Bu kadar yoğun, bu kadar derinden gelen bir arzuya. Bu kadar sarsıcı bir sevgiye.
Ama ne olursa olsun… onu sevdiğini hissediyordu.
Teninden değil, gözlerinden okumuştu bunu. O yeşil ama tutkuyla kararmış gözlerinden...
Duru pencereye yöneldi. Dışarıda askerler eğitim alanında koşuşturuyordu. Kimisi talim yapıyor, kimisi de uygun adım ilerliyordu.
Bir an için aklına “Onu tekrar gördüğümde… ne olacak?” sorusu geldi.
Cevabı basitti aslında.
Yine o alevler.
Yine göz gözeye gelince tutuşacak bedenler.
Yine kelimelere ihtiyaç duymayan, dizginlenemeyen bir tutku.
Birbirlerinin teninde eriyeceklerini biliyordu.
Ve bunu bilmek…
Onu görmek için sabırsızlanmasına yol açıyordu.
Tam böyle kendi düşüncelerine dalmışken cebindeki telefon mesaj bildirimiyle titredi. Telefonunu açıp mesaja baktı,
> **Semih:**
> *“Bu akşam başka bir işin yoksa Serra’ya yüzük bakmak için Beyoğlu’na gidelim mi?”*
Duru’nun yüzüne istemsizce sıcak bir gülümseme yayıldı.
Ne kadar iyi bir çocuktu şu Semih… Serra’nın mutlu olması için herşeyi adım adım özenle planlıyordu. Onun bu içten sevgisi ve Serra’ya değer verişi Duru’yu da çok mutlu ediyordu. Çünkü Serra bunu hak ediyordu.
Serra onun hayatındaki en gerçek, en samimi insanlardan biriydi. Dostluğu laf olsun diye değil gerçekten gibi yaşayan kadınlardandı. Kalbi sıcaktı, ne zaman ihtiyacı olsa yanında olurdu. Dürüsttü. Her zaman doğruyu söylerdi. Bu yüzden de onu gerçekten sever ve ona gerçekten değer verirdi.
Duru mesajı hemen yanıtladı:
> *“Tabii ki de. Akşam çıkışta haberleşelim.”*
Serra sadece yanında olarak bir insanın kendisini daha iyi hissetmesini sağlayan çok özel biriydi. Semih’in de onun için özel bir şey almak istemesi, Duru’yu gerçekten çok mutlu ediyordu. Bu yüzden ona yardım etmeye ve Serra’yı gerçekten mutlu edecek özel bir yüzük seçmeye kararlıydı.
---
Gün yavaşça akıp gitti. Öğle arasında çay içerken aklı yine istemsizce Hakan’a kaydı. Hakan’ın ondan yine uzak durmaya çalıştığını hissediyordu.
Ama sebebi ne olursa olsun bunun uzun sürmeyeceğini hissediyordu.
Çünkü Hakan ona sen benim kadınımsın demişti...
Bu basit bir cümle gibi görünse de aslında açık bir sahiplenme içeriyordu.
Onun kalbi Hakan’a aitti.
Ve Hakan'ın ki de ona...
Sadece bunu anlaması biraz zaman alabilirdi.
Olsun, diye düşündü. İstediği kadar zamanı vardı.
---
Akşam olduğunda, Semih onu kışlanın önünden aldı. Üzerini değiştirmişti Semih; kot pantolon, düz bir tişört ve üstüne hafif bir keten gömlek geçirmişti. Yorgundu ama yine de dudaklarında çocuksu bir heyecan vardı.
Beyoğlu’na doğru yol alırken Semih’e dönüp, Serra’nın onun için neden bu kadar özel olduğunu sordu.
Semih başını eğdi, gözleri doldu. “Kendimi onun yanında… insan gibi hissediyorum. Daha iyi, daha sakin biri gibi. Sanki onunla tamamlanıyorum. Garip, değil mi?”
Duru, gözlerini camdan dışarı çevirdi.
Garip değildi.
Çünkü o da Hakan’la tam olarak öyle hissediyordu.
Uzun zamandır eksikmiş ama sonunda tamamlanmış gibi...
---
Beyoğlu’nun o klasik kalabalığı arasında yürürken, Duru kendini kalabalığın akışına bıraktı. Işıklar, vitrinler, arka sokaklardan gelen gitar sesleri…
Her şey, yaşadığını hissettiriyordu.
Ve güzel şeylerin başlangıcında olduğunu...
Bir kuyumcuya girdiler. Cam vitrinlerin arkasında, pırıl pırıl taşlar, zarif yüzükler vardı...
Semih, içlerinden bir tanesine gözüne kestirip Duru’ya gösterdi. Altın üzerine küçük zümrütler ve yakutlarla süslenmiş bir tek taş. “Bu nasıl?” dedi.
Duru tutamadığı bir gülümsemeyle ona bakarken “İyi ki de birlikte gelmişiz,” dedi. “Bu yüzük güzel evet ama çok şatafatlı. Serra böyle abartılı şeylerden pek hoşlanmaz. O daha çok zarif ve özel şeylerden hoşlanır.”
"Peki o zaman" dedi Semih hayal kırıklığına uğrayarak. Serra için en güzel yüzüğü bulmak istiyordu.
Birlikte birçok kuyumcuya girip çıktılar ama bir türlü içine sinecek o 'özel ve zarif' yüzüğü bulamadılar. Bir çoğu klasik, birbirinin aynısı tektaşlardı. Farklı olanlar ise genelde ya aşırı abartılı ya da avangart modellerdi.
"Bu böyle olmayacak" dedi Duru yorgunlukla bir banka otururken.
"Hepsi birbirinin aynısı." diye isyan etti Semih.
"Yarın Nişantaşı’na gidelim, bence aradığımız gibi özel bir şeyi ancak orada bulabiliriz" dedi Duru.
Semih başını sallayarak ona hak verdi. "Doğru söylüyorsun. Serra için gerçekten güzel birşey bulmak istiyorum." dedi. "Hayır diyemeyeceği bir şey" diye ekledi gülerek.
Duru güldü. "Serra’nın sana hiçbir şartta hayır diyeceğini sanmıyorum ama haklısın, o gerçekten güzel bir yüzüğü hak ediyor."
Böylece yüzük işini ertesi güne bırakarak ayrıldılar. İkisi de çok yorulmuştu. Duru eve girer girmez kıyafetlerini çıkarıp kendini yatağa attı. Hakan’ın da kendisine evlilik teklifi ettiği hayaller kurarak yorgun ama mutlu bir uykuya daldı...