Operasyon

1324 Words
Komutan Hakan Alparslan, sabahın ilk saatlerinde uyanmıştı. Perdelerin arasından süzülen yumuşak gün ışığı odayı doldururken, günler geçmesine rağmen aklına gelen ilk şey yine Duru’nun güzel yüzüydü. Kızaran yanakları, buğulu gözleri, o kaçamak ama cesur bakışları... Hakan istemsizce iç çekti. Kendini toparladı. Bugün bu düşüncelere yer yoktu. Bugün tüm odağını ve dikkatini yapacağı işe vermesi gerekiyordu. Soğukkanlılık. Profesyonellik. İhtiyacı olan bunlardı. Başını sallayıp yataktan doğruldu. Zihnini toparlaması gerekiyordu. Bugün, büyük gündü. Kürşat’ın da katılımcı listesinde olduğu kuyumculuk fuarı bu akşam açılıyordu. Banyoya geçip soğuk suyla yüzünü yıkadı. Aynaya baktığında karşısında, yorgun ama kararlı bir adam vardı. Sanki kaşlarının arasındaki çizgiler biraz daha derinleşmiş, sakalları ise biraz daha belirginleşmiş, yüzüne bir ağırlık, bir çekicilik katmıştı. Bu sakalları özellikle kesmiyordu. Sivil hayatta, insanlar arasında fark edilmemek için küçük detayların büyük rol oynadığını iyi bilirdi. Sakalları onu daha az asker gibi gösteriyordu. Daha sıradan, ama yine de etkileyici… Dolabına yöneldi. Giyeceklerini dün hazırlamıştı, siyah pantolonunu ve beyaz keten gömleğini özenle ütülemişti. Bugün her şey mükemmel olmalıydı. Kıyafetlerini giyip üzerini düzeltti. Çekmeceden, yıllar önce bir komutanının hediye ettiği Rolex marka eski saatini çıkardı. Metal kayışı parmaklarının arasında bir süre tuttu. Sonra saati kalın bileğine geçirdi ve kolunu yavaşça yukarı kaldırarak saatini düzeltti. Saatin metalik soğukluğu, bileğindeki damarların üzerindeki sıcak deriye değdi. Bu saat onun için sıradan bir aksesuar değildi. Hayatındaki tüm zamanları, sınır çizgilerini, kayıpları ve zaferleri temsil ediyordu. Bir an durup aynada kendine baktı: geniş omuzları, kaslı gövdesi, açık gömleğin aralığından görünen bronz-esmer teni… Herşeyiyle kusursuzdu. Derin bir nefes aldı. "Hazırım," dedi içinden. Sanki bir operasyona değil de, yıllardır beklediği bir kadını görmeye gidiyordu. Kimse ondan ve Cemre'nden ayrıca yeni evlenecek heyecanlı bir çift olduklarından şüphelenmemeliydi. Telefonunu eline aldı. Cemre Teğmen’e kısa bir mesaj yazdı: **"Çıkıyorum."** Mesajı yolladıktan sonra telefonu cebine attı. Artık oyun başlıyordu.. Cemre fuarda yüzüklere bakacak, o Sadık Cengiz'i ve adamlarını oyalarken, kendisi de Golden Time’ın bilgisayarlarından birine vericiyi yerleştirecekti. Bilgisayar ağına bir kez sızmayı başarırlarsa, tüm sistemi gözetleyebileceklerdi. Neyi saklıyorlardı? Kiminle çalışıyorlardı? Amaçları neydi? Bütün cevaplar bir hamle ötedeydi. Ama Hakan’ın zihninin bir köşesinde, bugünkü planlarından daha güçlü bir şey vardı. Duru… Onun gözlerini düşündü yine. Ona masum bir öfkeyle teslim oluşunu... Artık inkar edemiyordu. Duru’yu sadece fiziksel olarak istemiyordu. Onda Hakan’ı çeken bir şey vardı. Daha derin ve daha gerçek bir şey... Hakan’ın içindeki boşlukta yankı bulan masum bir şey... Ne kadar kaçmak istese de, ne kadar uzak durmaya çalışsa da her geçen gün ona daha çok çekildiğini hissediyordu. Ve bugün, bu görevi başarıyla tamamlarsa, kendi gözünde de Duru’yu hak etmiş olacaktı. Ve belki de tüm bu görev ve Kürşat meselesi bittiğinde... O zaman gerçekten bir şansları olacaktı. Kapıya yöneldi. Ceketini almadı. Gecelerini dağlarda operasyonda geçirmiş bir bozkurt şehirde üşümezdi. Ayakkabılarını giyerken tüm planı zihninde tekrar canlandırdı. Saatler, konumlar, Cemre'nin oynayacağı rol... Hiçbir detayı atlamıyordu. Kapıyı açmadan önce bir kez daha aynaya baktı. Yorgundu belki ama hâlâ dimdikti. Güçlüydü. Soğukkanlıydı. Ve şimdi daha da kararlıydı. Kapının tokmağını tuttu. Derin bir nefes aldı… Sonra ağır adımlarla dışarı çıktı. Oyun başlamıştı. Komutan Alparslan sokağa çıktığında akşam serinliği yeni yeni bastırıyordu. Gökyüzü açık, yollar kalabalıktı. Ama Hakan'ın yürüyüşü, bu şehre ait biri gibi değildi. Sessiz ama fark edilir bir özgüven vardı adımlarında. Bazıları onun yanından geçerken dönüp bir daha bakıyor, kadınlar kısa bir an duraksıyor, bakışlarını çaktırmadan üzerinde gezdirip sonra hızla yollarına devam ediyordu. Bu adam, sanki bir şehri karanlıktan çıkaracak kadar güçlü ama bir kadının saç telini ürkütmeden okşayacak kadar hassastı. Verilen adresteki binanın kapısında Cemre Teğmen onu bekliyordu. Sade bej rengi bir elbise giymişti. Topuklu ayakkabıları, kısa kesilmiş sarı saçları ve kusursuz makyajıyla görevine hazır bir asker gibi değil de yeni evlenecek heyecanlı bir genç kadın gibi duruyordu. Yine de Hakan ona bakarken gözlerinin içindeki kuşkuyu saklamadı. “Komutanım,” dedi Cemre, hafifçe başını eğerek. “Teğmen,” diye karşılık verdi Hakan, ciddi ama nazik bir tonda. Aralarındaki mesafe profesyonelceydi ama Hakan, her insan gibi Cemre’nin de onu dikkatle incelediğini fark etmişti. Hatta belki biraz da hayranlıkla. Beyaz gömleğin altındaki kaslı bedene, sert yüz hatlarına, kirli sakalına, kalın bileğindeki Rolex'e... “Hazırsanız çıkalım,” dedi Cemre. “Hadi bakalım,” dedi Hakan. Gülümsedi ama yine gözleri içi gülmedi. ... Fuar alanı Nişantaşı’nın en büyük etkinlik merkezlerinden birindeydi. Kalabalık içeri doğru akıyordu. Girişte müzik sesi, insanların konuşmaları, fotoğraf flaşları, tanıtım anonsları… Her şey renkli, canlı ve belki de biraz fazla şatafatlıydı. Cemre teğmen, Komutan Alparslanla birlikte arabadan indi. Ondan izin istiyip aynada makyajinı tazeledi, çantasını kontrol etti. Hazırdı. Arabadan inip Komutan Alparslan’ı aramaya başladı. Komutan Alparslan, az ilerde büyük bir sütunun önünde, bir elini cebine sokmuş bekliyordu. Kalabalığın içinde bile ayırt edilecek kadar dikkat çekiciydi. Beyaz keten gömleği vücuduna tam oturmuştu; göğüs kısmındaki düğmelerden biri hafifçe açıktı, sanki kaslı ve güçlü göğsüne dair bir ipucu veriyordu. Gömleğin manşetleri kıvrılmıştı, güçlü bilekleri ve oraya taktığı eski model Rolex'i dikkat çekiyordu. Siyah pantolonu ütülü, ayakkabıları parlaktı. Kirli sakalı ise onu hem gizemli hem erkeksi gösteriyordu. Sanki dağlarda avlanmış bir bozkurt değil de, hayatı boyunca şehirde yaşamış çekici ve olgun bir erkek gibiydi... Cemre, gülümsedi. Yaklaştı, tereddütsüz bir hamleyle nazikçe Hakan’ın koluna girdi. “Hazır mısın, hayatım? Nereden başlayalım?” dedi hafifçe. Hakan, onun bu temasından rahatsız olsa da görev bilinci ağır bastı. Yüzüne, dışarıdan bakanların hiçbir şey anlamayacağı o yalancı gülümsemeyi yerleştirdi. “Sen nereden başlamak istersen, canım,” dedi yavaşça. Cemre göz ucuyla ona baktı, hafifçe başını salladı. “Hım… sanırım önce şöyle bir tüm fuarı dolaşsak iyi olur. Hem etrafı tanırız hem de biraz gözlem yaparız.” “Yerinde bir hareket olur,” dedi Hakan, gözleriyle kalabalığı tararken. Cemre’nin yanında adım adım yürürken içgüdüleri sürekli tetikteydi. Bir yandan kolundaki kadına gülümserken bir yandan da Kürşat’ı görmek için etrafı tarıyordu. Fuar salonu oldukça genişti. Parlak ışıklar, rengârenk balonlar, şık stantlar, uğultulu kalabalık… Herkesin gözü farklı bir yerdeydi. Tasarım firmaları, kuyumcular, değerli taşlar, özel tasarımlar... Ama Hakan ve Cemre’nin bakışları, bütün bunların ötesinde tek bir stantdaydı. Golden Time. Golden Time’ın standı başlı başına dikkat çekiciydi. Lüks, pahalı ama aynı zamanda oldukça dikkat çekici tasarlanmıştı. Cam vitrinlerin içinde taşlı yüzükler, saatler, kolyeler… Rafların üstündeki ekranlarda reklam videoları dönüyordu. Ama onların hedefi bu şatafatlı standın görünmeyen yüzünü deşifre etmekti. Cemre, yüzünde tatlı bir heyecanla, Hakan’a döndü. “Aaa bak, bu yüzük tam benlik değil mi?” dedi, küçük bir standtaki parlayan bir yüzüğü göstererek. Hakan, yüzüğe değil, onun gözlerindeki oyuna baktı. Cemre profesyoneldi. Ve rolünü gerçekten başarıyla oynuyordu. “Hımm güzelmiş,” dedi Hakan, hafifçe başını eğerek şakayla karışık, “Ama senin gibi bir kadın için bu fazla sade.” Cemre kahkaha attı, içten görünse de ikisi de bunun sadece bir oyun olduğunu biliyordu. “Senin gibi zevkli bir adamdan bu yorumu almak gurur verici,” dedi. Aralarında geçen diyaloglar dışarıdan bakıldığında romantik görünse de her kelimenin altında ince bir hesap ve profesyonel bir oyunculuk vardı. Hakan, her adımda Golden Time standına yaklaşıyor, kaç kişi var, bilgisayarlar nerede, kim gelmiş, kim nerede, hepsini zihnine not alıyordu. Bir yandan da kolundaki Cemre’yi yönlendiriyor, arada ufak temaslarla onun dikkatini çekerek, gördüklerini onun da farketmesini sağlıyordu. “Şu taraftakiler bana daha uygun gibi geldi,” dedi Cemre, Golden Time’ın olduğu yöne işaret ederek. “Bak sen,” dedi Hakan, gözlerini kıstı. “Ben de aynı şeyi düşünüyordum. Gerçekten de ruh eşi olmalıyız.” Sözlerinde ince bir alay vardı. Cemre, onun bu sözlerine hafifçe gülümsedi. Rol yapıyor olsalar bile gerçekten de komutan Alparslan'dan etkilenmeye başlamıştı. Serrti, karizmatikti ve çekiciydi. Onun güçlü kollarında olmak insani garip bir şekilde güvende hissetiriyordu. Ama Hakan'ın odağı onda değildi. Gözleri avında, yüzü sakin, her detayı hafızasına kazıyarak inceliyordu. Cemre Golden Time standının önünde yavaşladı. “Baksana hayatım, şu yüzüklere bayıldım,” dedi. Hakan tam onun gösterdiği yöne bakacaktı ki yüzünde patlayan bir tokatla neye uğradığını şaşırdı. Normalde kimseden bugüne kadar bir fiske bile yememiş, her kavgada galip çıkmış güçlü ve eğitimli bir askerdi. Ama bu tokat onu hazırlıksız yakalamıştı. Ne olduğunu anlamaya çalışarak başını çevirince o elin tekrar ona bir tokat daha atmak için havaya kalktığını gördü. O eli havada yakalayıp sıkarken merakla elin sahibine baktı. İşte o an kalbi duracak gibi oldu. Çünkü o elin sahibi Duru’ydu...
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD