Görev

1410 Words
Mutfağın küçük balkonuna hafif hafif akşam serinliği vuruyordu. Duru, ince kollu bluzunun kollarını dirseğine kadar sıvamış, balkonun kenarındaki eski, beyaz boyası çatlamış sandalyeye dizlerini çekerek oturmuştu. Karşısında oturan Serra ise dizlerinin üstüne yastık almış, özenle açılmış bir makarna kutusundan bol soslu makarnasını çatallıyordu. Duru’nun ise önündeki yemeğe pek dokunduğu söylenemezdi. Çatalını ara sıra makarnanın arasında gezdiriyor, sonra vazgeçip tekrar yerine bırakıyordu. Suratında fark edilmesi güç, ince bir bulut gibi bir sis vardı. Bir düşünceye gömülmüş gibi değil de, içinde tutmaya çalıştığı bir sırrın ağırlığı yüzünden uzaklara dalmış gibiydi. Serra onun bu halini eve geldiği ilk andan itibaren fark etmişti. Yıllardır arkadaşlardı. Duru derin ve önemli bir şey düşünüyorsa, genellikle konuşmaz, sadece susar ve böylece dalıp giderdi. Serra bunu bildiğinden üzerine gitmiyordu. Çünkü Duru, konuşmak istemedikçe onu konuşturmak imkansızdı. Bu yüzden Serra gününün detaylarını anlatmaya başladı, hem Duru’yu o içsel sessizliğinden çekip çıkarmak hem de heyecanını paylaşmak istiyordu. “Biliyor musun Duru, Semih’le bugün tekrar buluştuk,” dedi, makarnasından bir çatal daha alarak. Duru, çatalıyla makarnasını karıştırmayı bıraktı, başını kaldırdı ve ilgiyle ona baktı. “Ee?” dedi. “Nasıl geçti?” Serra’nın gözleri ışıldadı. “Muh-te-şem-di!” dedi, her heceyi vurgulayarak. “Öğle arasında izin alıp yanıma geldi. Birlikte çok hoş bir mekana yemeğe gittik. Her şey çok güzeldi. Görsen, dışarıdan çok sert görünse de bana karşı o kadar nazik ve ilgili ki...” Duru hafifçe gülümsedi. İçinden Hakan Alparslan diye geçirdi. O da dışarıya karşı buz gibi, dimdik ve disiplinliydi. Ama Duru’ya karşı... Ona karşı bambaşka bir adamdı. O an fark etti ki, Hakan’ı düşündüğünde kalbinde ve vücudunda sıcacık bir ürperti dolaşıyordu. Serra’nın heyecanı ise dinmek bilmiyordu. “İnanamazsın ya. Ne kadar ısrar ettiysem de hesabı o ödedi. Hatta o kadar hızlı davrandı ki, çantamdan cüzdanımı çıkarmaya bile fırsat bulamadım” Sonra biraz utanarak gülümsedi. “Ben de bu yüzden onu bu hafta sonu evime, yemeğe davet ettim.” Duru’nun kahverengi gözleri bir anda büyüdü. Çatalını elinden bırakıp ona doğru biraz daha eğildi. "Ciddi misin?" dedi. O davetin, sadece bir yemek olmadığını her ikisi de gayet iyi bilecek yaştalardı. Serra başını hafifçe yana eğdi, gözlerinde hem heyecan hem biraz utanma vardı. “Biliyorum, biliyorum... ‘Üçüncü buluşmadan önce olmaz’ diyeceksin. Ama... Semih çok farklı, Duru.” Duru derin bir nefes alarak geriye yaslandı. Elbette bu konuda arkadaşına akıl verecek hali yoktu. Kendisi Hakan’la değil üç kez buluşmadan, üç kez konuşmadan birlikte olmuştu... Bu yüzden konuşacak durumda değildi. Yine de kendine hakim olamayarak, “Sadece yanlış birine kapılıp üzülmeni istemem,” dedi Duru içtenlikle. Serra’nın yüzü biraz düştü. Belli ki bu cümle onun içindeki heyecanı biraz kırmıştı. Duru hemen toparladı kendini. O hevesli bakışları umutla çarpan kalbi kırmak istemiyordu. “Amaan beni boşver!” dedi işi şakaya vurarak devam etti "Ama utanmasan sen de adamı hemen nikahına alacaksın" Serra kahkahayı bastı. Gözlerini kısıp Duru’ya baktı. “Semih Aydın,” dedi hayal kurar gibi. “Yani ben de... Serra Aydın olurum. Ayy, kulağa hiç fena gelmiyor ha!” Duru da bu kez güldü. Gülmek ikisine iyi gelmişti. Sonra yavaşça ayağa kalktı, masadan yemekleri toplamaya başladı. “Ne yapıyorsun, dur toplayacağım ben,” dedi Serra hemen. “Yok yok, sen anlatmaya devam et. Zaten iştahım yok bari etrafı toplayayım,” dedi Duru gülümseyerek. Serra elindeki çatalı bıraktı. Duru’nun dalgın ve düşünceli halini izledi. İşte o an, Serra artık sorması gerektiğini düşündü. “Duru?” “Hmm?” “Bir şey mi oldu bugün? Bütün akşam dalgınsın. İştahın da yok.” Duru durdu. Elindekileri mutfak tezgahına bırakırken gözlerini kapattı. Bu sorunun geleceğini biliyordu. Aslında anlatmak istiyordu, ama nereden başlayacağını, nasıl anlatacağını bilemiyordu. Yine de derin bir nefes aldı. Ve başladı... ... Hakan bir adım geri çekilerek ayakta bekliyordu Albay, yüzünde sıkıntılı Bir ciddiyetle, “Buyurun oturun, Komutan Alparslan,” dedi. Komutan Alparslan, gözlerini bir an bile odadakilerden kaçırmadan başını hafifçe eğdi. Omuzlarındaki üniformanın kumaşı gergin kaslarının üzerinde kıvrılırken, birkaç adımda sandalyeye oturdu. Soğukkanlı, donuk ama yakıcı bakışlarıyla odadakileri süzmeye başladı. O oturur oturmaz siyah takım elbiseli adam çantasını açtı. Hareketleri dikkatli ve ölçülüydü. Gözlerini çantasından ayırmadan, içindeki dosyaları teker teker masanın üzerine yerleştirdi Hakan’ın dikkatini üzerinde “GİZLİDİR” damgası bulunan kırmızı bir dosya çekti. Bakışları bir süre o dosyaya takılı kaldı. Sonra karşısında oturan iki adamı tekrar süzdü. Asker olan, belli ki saha insanıydı; yüzü yanık, elleri güclüydü. Diğeri yani takım elbiseli olan ise konuşmaya alışkın birine benziyordu, dudaklarının kenarı sürekli huzursuzca kıpırdanıyordu. Anlaşılan ortada çok ciddi bir mesele vardı. Albay Kemal’in boğazını temizlemesiyle düşüncelerinden sıyrıldı. Göz ucuyla Albaya baktı. Onun da kaşları çatık, yüzü sıkıntılıydı. Konuşmadan önce tekrar boğazını temizledi. Ardından tok ve her zamankinden daha resmi bir sesle konuşmaya başladı: “Komutan Alparslan… Biliyorum, daha birkaç gün önce bana buradan ayrılmak istediğinizi bildirdiniz. Hatta ben de dosyanızı hazırlamaya başlamıştım. Ama…” Bir an sustu. Sonra devam etti, “Ama şu durumda sizden kalmanızı rica etmek zorundayım.” Hakan’ın yüz kasları istemsizce gerildi. Henüz tam olarak neler olduğunu anlamıyordu ama içindeki tedirginlik büyüyordu. Albay eliyle sağında oturan adamı işaret ederek “Bu beyefendi MİT’ten Tercan Bey. Diğeri ise Jandarma İstihbarat’tan Komutan Yılmaz Bey. Önemli bir konu için buradalar.” Tercan, başını eğerek hafifçe selamladı ama gözlerini Hakan’dan ayırmadı. Sanki onun içini görmek ister gibi dikkatle inceliyordu. Hakan karşılık vermedi, sadece başını çok hafifçe eğdi. Tercan Bey ağır ağır başını salladı ve Hakan’ın gözlerinin içine bakarak konuya girdi: “Kürşat İstanbul’a geldi.” Bu isim odada tehlikeli bir tınıyla yankılanırken Hakan’ın yüz kasları bir anda gerildi. Gözbebekleri büyüdü. Ellerini dizlerinin üzerinde bir araya getirdi ama eklemlerinin gerginliği onu ele veriyordu. “Kürşat mı?” diye sordu, sesi boğuk ve neredeyse tükürürcesineydi. Tercan başını salladı. “Evet. Yıllardır dağlarda gezen, öldü sanılan Kürşat. Şimdi burada. Ve neden geldiğini bilmiyoruz.” Tercan önündeki dosyadan birkaç siyah-beyaz fotoğraf çıkardı, masaya koydu. Eski istihbarat raporlarının fotolarıydı bunlar. Kürşat’ın yıllar öncesine ait, dağda çekilmiş resimleri… ardından bir başka karede saçı sakalı karışmış bir hali. Komutan Alparslan gözlerini kaçırmadan Tercan’ın yüzüne baktı. O anın içinde, geçmişin tüm izleri bir film gibi aktı gözlerinin önünden. Kürşat… Sadece eski bir terörist değildi. O, Hakan’ın geçmişinde kapanmamış bir defterdi. Karanlık bir gölgeydi... Tercan bir süre konuşmadı. Ardından derin bir iç çekerek “Neden İstanbul'a geldiğini anlamaya çalışıyoruz,” dedi. Komutan Yılmaz araya girdi. Ses tonunda öfke, gözlerinde ise sabırsızlık vardı. “Peşine kaç tane adam taktıysak hepsini atlattı. Takip ettiğimizi sezdiği an yok oluyor. Bildiğimiz Kürşat. Sinsi, zeki ve acımasız.” Tercan tekrar Hakan’a döndü. Ciddi ve ölçülü bir ifadeyle konuştu: “Bu yüzden sizden yardım istiyoruz Komutan Alparslan. Bu görevi sizin devralmanızı istiyoruz.” Hakan’ın gözleri bir an büyüdü. “Ben mi?” “Evet,” dedi Tercan net bir ifadeyle. “Kürşat’ı tanıyorsunuz. Geçmişinizde onunla yollarınız kesişti. Onun tarzını, alışkanlıklarını, nasıl hareket ettiğini biliyorsunuz. Ve belki de en önemlisi… Onu tanıyorsunuz, dış görünüşünü ve neye benzediğini bizim adamlarımızdan çok daha iyi biliyorsunuz.” Tercan dosyadan birkaç fotoğraf çıkarıp ileriye doğru itti. Fotoğraflarda, kalabalıklar içinde bir adam yürüyordu. Başında şapka, gözünde güneş gözlüğü. Ama silüeti tanıdıktı. Hakan onları dikkatle inceledi. Çene hattı, yürüyüşü… Hiç değişmemişti. Bu kesinlikle Kürşat’tı. Bir süre sustu. Düşünceleri, geçmişteki çatışmaların, kayıpların, Kürşat’la yaşadığı hesaplaşmaların gölgesinde savruldu. İçinde yıllardır bastırdığı bir öfke uyanıyordu. Ama bu, yalnızca kişisel bir mesele değildi. Bu, uzun süre önce kapandığını sandığı bir defterin yeniden açılmasıydı. Alnındaki teri siler gibi elini ense köküne götürdü, sonra istemsizce saçlarını kaşıdı. Bu hareketini onun tereddütüne ve isteksizliğine yoran Komutan Yılmaz, sabırsızlıkla araya girdi: “Albay Kemal’e dağlara gitmek istediğinizi söylemişsiniz. Ama inanın bana Komutan Alparslan, bu görev…Bu görev dağlarda yapacağınız her şeyden çok daha önemli. Bu iş bir milli güvenlik meselesi.” Sert bakışlar, keskin cümleler... Ama Hakan Alparslan ne ilk kez böyle bir masada oturuyordu, ne de ilk kez böyle ağır sözlerle tartılıyordu. Çenesi ileriye doğru sertçe çıkık, omuzları dimdikti. İçinde hâlâ yanmakta olan başka bir ateş vardı ama onu dışarı sızdırmadı. Gözlerini fotoğraflardan masanın üzerindeki dosyalara kaydırdı. “Ne zamandır burada?” diye sordu, sesi sanki bozkırdan esen kuru bir rüzgâr gibiydi. Tercan, “Üç haftadır,” dedi. “Ama şehirde nerede kaldığını bulamadık. Sürekli yer değiştiriyor. Sadece daha önce görüldüğü yerlerin bir listesine sahibiz” Odadaki bir anlık bir sesslik oluştu. Sanki herkes Hakan’ın ağzından çıkacak kararı bekliyordu. Ama o susuyordu. Düşünceleri dalgalıydı, karmaşıktı. Görev kutsaldı, evet… Ama son günlerde yaşadığı her şeyin yanında bir de bu... O genç hemşire ile aralarında yeni yeni bir şeyler filizlenirken şimdi yeni bir kaosa, yeni bir göreve atılmak… Ama Komutan Hakan Alparslan bir şeyden emindi: Kürşat sıradan bir tehdit değildi. Eğer gerçekten şehirdeyse, bir planı vardı, ve bu planı çözebilecek tek kişi vardı. O da kendisiydi.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD