Öğle arası çoktan başlamıştı. Askerîyedeki herkes yemekhaneye geçerken kışla yavaş yavaş sessizleşmişti. Komutan Alparslan odasında tek başına oturuyordu. Masanın üzerindeki klasörler düzgünce sıralanmış, her biri okunmuş, imzalanmış, mühürlenmişti. Oysa Hakan’ın bakışları boşlukta asılı kalmıştı. Masanın kenarındaki kalem açık kalmış, mürekkebi akmaya başlamıştı. Ama bu bile onun umrunda değildi.
Kışla sessizliğe bürünürken, Hakan arkasına yaslandı. İçinde derin bir fırtına vardı. Dışarıdan sarsılmaz görünen o iri vücudun içinde, sanki biri duvarları yumrukluyor içindeki duygular dışarıya çıkmak icin bir yol arıyordu.
Elini alnına götürdü.
Parmaklarıyla şakaklarını ovarken gözlerini kapadı.
Ve o an, kaçmaya çalıştığı o yüz yeniden beliriverdi zihninde:
Duru.
O iri kahverengi gözleriyle ona meydan okuyan, sonra da utangaçça bocalayan o çekici hâli...
O zarif bileğini kavradığında hissettiği sıcaklık....
Ve onu öperken hissettiği o kontrolsüz tutku...
Bir hemşire...
Bir sivil personel...
“Saçmalama Alparslan.” diye fısıldadı kendi kendine. Hemen ardından içinden geçenleri bastırmak istercesine yumruğunu hiddetle masaya vurdu.
Yıllardır bu ülkenin en tehlikeli dağlarında, en zorlu operasyonlarında görev almıştı.
Yeri gelmiş kurşun yemiş, yeri gelmiş kurşun atmış, ölümle kol kola gezmişti.
Kendini disipline etmiş, duygularını bastırmayı öğrenmişti.
Ama şimdi, bir kadının bir bakışı, onun tüm eğitimini, tüm disiplinini sarsacak kadar derinden etkiliyordu. Bu nasıl olabilirdi?
Ayağa kalktı.
Boyu neredeyse kapıya ulaşacak kadar uzundu.
Geniş omuzları, gergin kasları, sinirle kısılan çene hattı onu olduğundan daha sert ve sarsılmaz gösteriyordu.
Oysa içi...
İçı, vücudunun güçlü ve sarsılmaz yapısının aksine sarsılmış ve karmakarışıktı...
“Sen bir askersin.”
Duvarda asılı olan onur ve başarı belgelerine baktı
Yıllardır sivil hayattan uzak durmuştu. Şehir onun için bir görev yerinden ibaretti. Kadınlar? Onlar sadece geçici teselliydi, isimleriyle değil vücut hatlarıyla aklında kalırlardı.
Ama Duru…
Duru öyle değildi.
İlk kez bir kadına dokunduğunda...
İlk kez bir kadının gözlerine baktığında… kendini kaybetmişti.
Yeniden masasına döndü.
Orada, göğsünün içinde, bir baskı vardı. Sanki bastırmaya çalıştıkça daha da genişleyen ve isyan eden bir şey…
“Zayıflık bu.”
Kendine kızarak söylendi.
“Ben bir komutanım.”
Ama başka bir ses —daha yumuşak, daha dürüst— içinden ona vevap veriyordu:
*“Sen de insansın Hakan. Her şey düşündüğün kadar basit değil.”*
Bir süre sessiz kaldı.
Pencereye yöneldi.
Camdan dışarı baktı. Nizamiyenin ötesinde, uzakta Boğaz’ın serin suları dalgalanıyordu.
İstanbul…
Ne garipti.
Onun için yalnızca beton ve denizden oluşan, kaçmak istediği bir şehirdi...
Ama şimdi…
Şimdi...
Yüzünü cama yasladı.
Buz gibi camdan hissedilen serinlikte düşüncelerini netleştirdi.
“Gitmeliyim.”
Ama bu sefer sesindeki kararlılığa rağmen gözlerinde bir tereddüt vardı.
“Dağlar… teröristler… operasyonlar... benim yerim orası. Ben oraya aitim.”
Ama tam da o an, zihninde bir görüntü belirdi:
Duru’nun çekici iri kahverengi gözleri...
İnce beli, zarif elleri…
Ve sıcak dudaklarının tadı...
Elini gür saçlarından geçirdi.
Aklı, yıllardır yaşadığı düzene sadık kalmak isterken… kalbi bir kez olsun kendi yolunu çizmek istiyordu...
Telefonuna uzandı.
Albay Kemal’in numarasını çevirdi ama aramadı.
Parmakları ekranda durup öylece kaldı...
....
Komutan Alparslan revirdeki odasından çıktıktan sonra Duru bir süre daha yerinden kıpırdayamamıştı. O dev adamın ayak sesleri koridor boyunca yankılanıp yok olurken, Duru’nun içinde uğuldayan o his kolay kolay yok olacak gibi değildi.
Dudakları hâlâ sıcak, bileği onun iri ve güçlü avuçlarının izini taşıyor gibiydi. Kalbi, sanki hâlâ göğsünden dışarı fırlayacakmış gibi atıyordu. Elini göğsüne götürüp derin bir nefes aldı. “Saçmalama Duru…” diye fısıldadı kendi kendine. Tenha bir evde değil koskoca bir askeri kurumun revirindeydi ve az önce yaşanan şey… evet, tutkulu, sarhoş edici ama aynı zamanda tehlikeli, yanlış ve son derece uygunsuzdu.
Komutan Alparslan'ın kapıdan çıkarken başını eğişi hâlâ aklındaydı. Onun yeşil gözlerini aklından çıkaramıyordu.
Sertti, erkeksiydi ama bir o kadar da derindi. Onun gözlerinde, dudaklarında kelimelerden çok daha fazlası vardı.
Tam o an, kapısı nazikçe tıklatıldı. Duru irkilerek toparlandı. “Gelmiyor musun?”
Kapıda Burcu durmuş, elinde karton çay bardağıyla onu bekliyordu. Kaşlarını hafifçe kaldırmış, onu bu kadar dalgın görünce onu süzmeye başlamıştı.
Duru gözlerini kırpıştırıp dalgınlığını bastırmaya çalışarak,
“Evet, evet. Hemen geliyorum,” dedi ve aceleyle çantasını alıp ayağa kalktı.
Beraber koridora çıktılar. Burcu, her zamanki gibi konuşkandı. Duru ise daha çok dinleyen taraftaydı, aklı onda değildi. Yemekhaneye girdiklerinde anda Duru’nun gözleri, farkında olmadan onu aramaya başladı...
Komutan Alparslan'ı...
Yemek boyunca Duru’nun gözleri sürekli hareket halindeydi… Umutla, belki de biraz çaresizlikle, o iri yapıyı, o sert çene hattını, o yakıcı yeşil gözleri arıyordu.
Bir süre sonra Burcu da bunun farkına vardı. Çatalını salatasına batırırken alaycı bir gülümsemeyle eğildi.
“Hayırdır, Duru? Birine mi bakıyorsun?”
Duru bir anda gözlerini masaya indirdi, utançla kulaklarına kadar kızardı.
“Yok ya, ne alakası var?” diye mırıldandı. “Az önce bir komutan sağlık raporu istemişti de, doktor hanım geldi mi diye bakıyordum, ona bilgi verecektim.”
Burcu omuz silkti.
“Doktor hanım daha gelmez. Ben Şule hanımı yıllardır tanırım, onun öğleden sonra dediği mesai bitimini bulur.”
İkisi de yemeklerine döndüler. Ama Duru’nun iştahı yoktu. Çünkü içi içini yiyordu.Gerçekten ne olmuştu az önce?
Hayatının en beklenmedik anında, bir anda bir komutan ona yaklaşmış, bileğini tutmuş, onu kendine çekmiş ve… dudaklarına yapışmıştı.
Bir yabancı.
Ama nedense ona hiç de yabancı gibi hissettirmeyen biri.
Duru yemeğinden birkaç çatal daha aldı ama artık ne yemeğin, ne salatanın bir tadı vardı. Her lokma boğazına düğüm gibi oturuyordu. Gözleri arada yine istemsizce yemekhaneyi tarıyordu.
Yemeğin sonunda Burcu kalktı. “Ben sigaraya çıkıyorum, bana eşlik eder misin?”
Duru başını iki yana salladı. “Yok, benim biraz başım ağrıyor, içeri geçeceğim.”
Duru, revideki odasına dönerken adımlarını bilerek yavaşlatmıştı, koridorda Komutan Alparslan ile denk gelme ihtimalini kolluyor gibiydi.
Ama yine yoktu.
Koca bir askeriye ve içindeki onca insanın arasında, o dev adamı aramak, Duru’ya ilk kez bu kadar anlamsız ama aynı zamanda kaçınılmaz gelmişti.
Revirin kapısından geçip masasına oturduğunda, gözlerini kapattı.
Kokusu hâlâ burnundaydı.
Teninin sertliği, dudaklarının yakıcılığı…
O anı yeniden yaşamak, yeniden hissetmek istiyordu ama aynı zamanda bu hislerden arkasına bakmadan kaçmak istiyordu.
...
Odasında herşey öğleden önceyle aynıydı...Saatin tik takları, koridordaki insanların sesleri, pencereye vuran güneş…
Ama Duru farklıydı, hem de çok farklıydı..
Sıradan, sakin hayatının ortasında bir yıldırım düşmüştü.
Ve Duru şimdi, o yıldırımın bıraktığı sıcaklığı, yakıcılığı özlüyordu.