“AİLE SAADETİ”
AVİN
Yıllar içinde bir zamanlar sessizliğe bürünen konağımız, artık yavaş yavaş çocuk sesleriyle şenlenmeye başlamıştı.
Önce Ciwan abimin ikizleri geldi dünyaya, ardından da Fırat’la Diba’nın “aşk kuşum” diye üzerine titredikleri minik kızları… öyle tatlılardı ki… bende hala olmanın keyfini sonuna kadar çıkarıyordum.
Sadece Murat abimler sessizdi hâlâ. Annem çok beklese de Zeynep ten müjdeli bi haber alamamıştı henüz…
Sofrada kahvaltı yaparken, Annem babam kalkınca hafifçe Zeynep’e eğilip alçak bir sesle,
“Eee Zeyneb’im, sizin bebenizi ne zaman seveceğiz bakalım?” diye sordu. Zeynep bi anda ne diyeceğini şaşırırken bombayı abim patlattı.
“Ben daha karıma doymadım!” deyiverdi.
Masada hemen kahkahalar patladı, ama annem gülmedi tabii.
Terliği kaptığı gibi abime bir fırlattı! Zeynep ise kıpkırmızı kesildi, utancından yerin dibine girdi resmen.
Yine şaka şamata bi kahvaltının daha sonuna gelmiştik.
“Size doyum olmaz ama bana müsaade,” deyip kalktım. Gider ayak bana takılmayı da ihmal etmedi abim.
“Git git… edebiyat edebiyat diye tutturduğun günlerin hakkını ver!”
Başımı çevirip şöyle bi baktım.
“Bu akım bitti abi yaaaa… sen yaşlandın mı ne?”
Bunu dememle annemin ona fırlattığı terliği yerden kapıp bana nişan aldı. Hızla merdivenlere kaçarken ben attığı terlim basamaklara geldi.
“Ay vallahi yaşlanmışsın nişan da alamıyorsun gözün de görmüyor artık!” Deyip kahkahayla çıktığım merdivenlerden kendimi odama attım.
Söylediği yalan değildi aslında. Babam ısrarla işletme okumamı istese de, benim hayalim hep okuduğum o kitaplarda saklıydı. Sayfalar arasında dolaşan edebi sanatlarda…
Kendimi yatağa attım, yüzüm hâlâ sıcaktı gülmekten. Tavana baktım. Sonra yavaşça başımı çevirip kitaplığımı süzdüm. Rafların arasında öylece duran kitaplar bana çocukluğumdan beri sığınak olmuştu. Her biri başka bir dünyaya açılan kapıydı.
Belki bir gün bende çok büyük bir yazar olacaktım. Kendi romanlarımı yazıp birilerinin hayallerini süsleyerek raflarında yer alacaktım.
Babamın işletme oku demesi o yüzden hep kulak tırmalayan bir gürültü gibi geldi. Rakamlarda değil, ben harflerin arasında yaşıyordum.
O an karar verdim.
Kimse bilse de bilmese de, ben yazacaktım.
Belki adım olmazdı kitaplarda, belki yazdıklarım başka isimlerle yayımlanırdı ama…
O kelimelerde ben olacaktım.
Şimdi son sınıftaydım. Yarın ise doğum günümdü.
Yirmi bir yıllık hayatımda âşık olduğum tek şey, okumak ve yazmaktı.
Kendimi her zamanki hayallerimle duşa attım.
Çıktığımda ise… üniversitenin ilk gününe resmen geç kalıyordum!
Arkadaşım Selin mesaj attığında fark ettim:
“Ağa kızı nerdesin, çok özledim seni be!”
“Bende çok özledim seniiii… hazırlanıyorum hemen çıkıcam.” Dedim.
“Geç kalma bizim büfenin orda olucam” dedi. Tamam deyip kapattım. Hızla üzerimi giyindim.
Tam çıkarken Murat abimin yirmibirinci yaş günümde hediye olarak verdiği arabamın anahtarlarını aldım. Hızla konağın merdivenlerini inerken kahvaltı masası çoktan dağılmıştı.
Annem, gelinleriyle çardakta kahve keyfi yapıyordu. Hepsine birden gülümseyerek,“Ben çıkıyorum…” dedim.
Aynı anda başlarını çevirip bana baktılar, yüzlerinde sıcacık gülümsemelerle el salladılar. Ben de onlara…
Bu an öyle güzeldi ki…
Oysa bilmiyordum, konaktan böylesine mutlu çıkacağım son sefermiş.
Arabaya atladığım gibi doğruca bizim büfeye sürdüm.
Selin’i ben de en az onun beni özlediği kadar özlemiştim.
Buluşur buluşmaz, her zaman yaptığımız gibi bir kahve alıp köşe masamıza kurulacak, önce uzun uzun sohbet edecektik.
Kaç aydır görmemiştim onu. İçimde öyle kocaman bir özlem vardı ki…
Büfeye varmama az kalmıştı ki, çantamın içinden telefonum çalmaya başladı.
Bir elimle direksiyonu tutarken diğer elimle çantamda telaşla telefonumu arıyordum.
Gözüm bir yandan yolda, bir yandan çalan ekranda…
Trafik ışıklarına geldiğimde yavaşladım ama önümdeki araç aniden durdu.
Refleksle frene bastım.
Ama iş işten geçmişti.
Aracım, öndeki siyah araca hızla çarptı.
Çarpmanın etkisiyle vücudum öne doğru savruldu, emniyet kemeri beni sertçe geri çekti. Bir an için etrafımda her şey bulanıklaştı. Kalbim göğsümden çıkacak gibiydi.
Saniyeler geçti mi geçmedi mi bilmiyorum ama derin bir nefes alıp doğruldum. Ellerim titriyordu.
Gözüm hemen çantama kaydı. Hâlâ çalan telefonumu bulup elime aldım. Ekranda Selin’in adı yazıyordu. İçim daha da burkuldu. Aramaya cevap vermeden sessize aldım.
Derin bir nefes alıp kapıyı açtım. Sakin olmaya çalışarak araçtan indim.
Ön tamponum darmadağın olmuştu. Öndeki siyah arabanın arka kısmı da ezilmişti. İçimden bir “Allah kahretsin!” geçti.
Henüz ne yapacağımı bilemeden öndeki aracın kapısı açıldı. Bu benim ilk kazamdı. Elimdeki telefon tekrar çalmaya başladı. Açıp kulağıma götürdüm.
“Selin, kaza yaptım…” dedim, nefesim hâlâ düzensizdi.
“Alo? Kızım! Neredesin? İyi misin?” diye telaşla sordu.
Tam o sırada, öndeki araçtan dört adam birden indi. Hızlı adımlarla bana doğru geliyorlardı. Gözlerinden biri sert, neredeyse buz gibiydi.
“İyiyim… Seni sonra arayacağım,” diyerek telefonu kapattım.
Arkamdan da ayak sesleri duyuluyordu. Başımı çevirince sol ve sağ tarafımın da adamlarla çevrildiğini fark ettim.
Tam o sırada kalabalığın arasından biri öne çıktı. Diğerleri adım atmaya bile çekinirken, o dimdik yürüyordu.
Uzun boyu, yapılı gövdesi ve üzerine tam oturan koyu renk takım elbisesiyle dikkat çekiyordu. Ama asıl ürperten şey, gözleriydi. Buz gibi, ölçüp biçen, hâkimiyet kuran gözlerle bana baktı.
Yanındaki adamlar bile onun bir adım gerisinde yürüyordu; belli ki bu grubun başı oydu.
Bir süre hiçbir şey demedi. Sadece baktı.
Ben bu suskun bakışın içinde boğulurken, sesi sonunda gri gökyüzü gibi üstüme çöktü,
“Araca alın.”
O emri verir vermez adamları harekete geçti.
Biri sağ kolumdan, diğeri sol kolumdan tuttu.
“Ne oluyor?! Bırakın dedim size! Zararınızı karşılayacağım ben!”
“Zarar?”
Bu kelimeyi tekrarlarken hafifçe güldü.
Ama gülüşü öyle soğuktu ki, içim ürperdi.
“Zarar daha yeni başlıyor, hanımefendi.”
Adamlardan biri aniden elimdeki telefonu kaptı.
“Sakın!” diye bağırdım ama kelimem havada kaldı.
Diğerleri ise beni çoktan çarptığım aracın arka kapısına doğru iteklemeye başlamıştı.
Direndim, ellerim kapı kenarına tutundu, ayaklarım yere bastı ama karşımdaki güç duvarı karşısında tutunmam mümkün değildi.
Bir hamlede beni içeri tıkıştırdılar.
“Yardım edin! Bırakın!” diye bağırdım ama sesim, etrafımı saran kalın et duvarının içinden dışarı bile çıkamadı.
O kadar ustaca ve sessizdiler ki, çevredeki insanlar sadece sıradan bir tartışma sanabilirdi.
Kapı sertçe kapandı.
Ardından o uzun boylu, sert bakışlı adam ağır adımlarla yanaşarak arka kapıyı açtı ve karşıma oturdu.
Sakin, soğuk ve tedirgin edici bir şekilde…
Sanki her şeyin kontrolü onda gibiydi.
“Ne istiyorsunuz?!” dedim, korkumu bastırmaya çalışarak.
Cevap vermedi. Gözlerini yüzümde gezdirdi.
Tam o anda, arkamdan bir kol boynumu kavradı, diğeri ağzıma bez parçasını bastırdı.
“Hayır! Durun! Ne yapıyorsunuz?!”
Bezin içindeki ağır, keskin koku birkaç saniyede etkisini göstermeye başladı.
Bedenim önce titredi, sonra yavaşça gevşedi.
Kollarımdaki güç eridi, başım yana düştü.
Gözlerim kapanmadan hemen önce, o buz gibi bakışlar tekrar göz göze geldi benimle.
Hiçbir şey söylemeden beni izliyordu.
Son gördüğüm şey onun ifadesiz, karanlık bakışlarıydı.