bc

Operasyon Kış Kuşu

book_age18+
703
FOLLOW
7.5K
READ
dark
contract marriage
one-night stand
family
love after marriage
opposites attract
arranged marriage
powerful
stepfather
mafia
heir/heiress
drama
tragedy
bxg
kicking
soldier
mythology
office/work place
cheating
war
love at the first sight
like
intro-logo
Blurb

Alp, vatanına aşık bir albayın oğludur. Babası tarafında, vatan millet sevgisi ve sıkı bir askeri eğitim ile yetiştirilmiştir. Lider ruhlu ve ön görüsü yüksek bir yüzbaşıdır. Fakat, hayatına giren kadınla, tüm prensibleri yerle bir olmuştur. Vermesi ger3ek bir karar, onu istemediği bir yol ayrımına sürekler. En çok da hayatına giren kadının ihaneti ile yüzleşmek zorunda olmak canını acıtır.

Kardele, yıllarca bir adamın esiri olarak yaşamış, bir gün askerler tarafından kurtarılmıştır. Kendini zorda olsa toparlamış, ve sonunda hayallerini gerçekleştirme fırsatı bulmuştur. Fakat Kardelen'i esir adam vazgeçmemiştir. İşte tam bu noktada Batu yüzbaşı ile yolları kesişir.

chap-preview
Free preview
Anılar
Karanlığın ürkütücü sessizliğiyle titredim. Yıllardır içerisinde olduğum mahzenin tanıdık, mide bulandırıcı kokusunu solurken, ölmek için yine ve yine yakardım. Biliyordum, ne kadar dua etsem de işe yaramayacaktı. Hiç yaramadı. Ne dualarım, ne de isyanlarım… Paslanmış kapının cızırtılı sesiyle gözlerimi kapattım. Biliyorum, bir işe yaramayacak… Yine gelecek ve cehennem ateşinde yakacak. Aciz bedenime sahip olacak, irademi parçalara ayıracak. Yine o leş gibi kokusu üzerime sinecek. Banyo etmeme izin verene kadar, ki damla damla suyun üzerimdeki kanı, teri temizlemesi için saatlerce yalvarmam gerekecek. Benden alabileceği her şeyi istiyor. Bedenim, kalbim, ruhum, aklım, hislerim… Her şeyim. Ne kadar dirensem de bir faydası yok. Direnmek, yalvarmak bana sadece acı getirdi. Kırılan kemiklerimin, akan kanımın, yanan etimin, bedenimi dalga dalga sarsan elektriğin, açlığın ve susuzluğun tek amacı vardı: itaat etmemi sağlamak. İtaat et, rahat et. Şaşırtıcı olan kısmı, verdiği sözlere sıkı sıkıya bağlı olmasıydı. Garip... Onun gibi vahşeti seven bir caninin, ağzından çıkan sözlere karşı böylesine hassas olması… Sadece bana karşı mı böyle, bilmiyorum. Çünkü başka insanlarla aynı ortamda nasıl bir kişiliğe büründüğünü hiç görmedim. Ben daha dokuz yaşındayken, anamın kollarından koparıp dış dünyadan izole ettiğinden beri, ondan başka kimsenin yüzünü görmedim. Ondan başkasının sesini duymadım. Ta ki o güne kadar. Babası mahzene gelip, bana aşağılayıcı, kibirli, tiksinti dolu bakışlarını yöneltinceye kadar. Beni nasıl yok edeceğini, oğlunu esaretimden nasıl kurtaracağını bana bizzat kendi anlatmak için teşrif etmişti. Sadece gülümsemiştim. Uzun bir aradan sonra, ilk defa gülmüştü yüzüm. Ellerimdeki ve ayaklarımdaki zincirlerle, asıl esaret altında olanın ben olduğumu göremeyecek kadar kör olan bir adama ancak gülmekle yetinmiştim. Her kaçışımda, kurtulma umudumu biraz daha kaybettim. Beni her seferinde, daha mahzenden dışarı adım atamadan yakalıyordu. Nasıl yapıyordu, bilmiyorum. Nasıl anlıyordu? Dikkatli davranmama rağmen, nasıl fark ediyordu? Her defasında karşıma dikilip sadistçe gülümsüyor, “Cezana hazır mısın, kış kuşum?” diyordu. En çok da böyle zamanlarda, gülümsediğinde beliren beyaz dişlerinden nefret ediyordum. Bana aç gözlerle bakışına, yatağa atışına, çıkardığı zevk homurtularına, bileklerimi sıkıca tutuşuna, bedeninin üzerimdeki ağırlığına, çok zevke geldiğinde tükürüşüne ve daha nicelerine zamanla alışmıştım. Kabullenmemiştim ama alışmıştım. En azından onun kovalama dürtüsünü perçinleyen tepkiler vermeyi kesmiştim. Zaman kavramım çoktan yok olmuştu. Gün mü, gece mi, mevsimlerden hangisi, artık hiçbirini bilemiyorum. Yalnızca taş duvarların arasına sıkışmış çürümüş bir bedenim ve düşüncelerimi kemiren bir zihin var elimde. Zaman, burada bir kurgu. Bazen saniyeler gün gibi uzuyor; bazen günler bir nefes gibi geçiyor, ama ben hep buradayım. Bu küf kokulu sonsuzlukta. Işığa dair tek anım, kapının aralığından sızan ve yalnızca onun istediği zamanlarda içeri süzülen solgun bir ışık huzmesi. Güneş mi? Belki bir lamba... Belki sadece hayal. Bir keresinde, bana yıldızları anlatmıştı. Gülerek. Sanki gerçekmiş gibi. “Sana bir gün yıldızları göstereceğim,” demişti. “Oraya çıktığında, beni anlayacaksın.” Ben de gülmüştüm. Çünkü insan, ne kadar delirirse delirsin, bazı yalanlar hâlâ komik gelir. Zihnimin bir köşesi sürekli kaçış yolları çiziyor. Kapının menteşeleri nasıl sökülür? Taş duvarın şu köşesi biraz yumuşak mı? Zincirlerim ne kadar gergin? Ama bir yandan başka bir ses, fısıldıyor içten içe: “Boşuna... Her defasında yakalanacaksın.” Ve sonra geliyor. Kapının demir sesiyle beraber, tüm düşünceler susuyor. Adımlarını duyuyorum. Yavaş, emin, acımasız. Ayak sesleriyle beraber kalp atışlarım hızlanıyor, ama nefes almıyorum. Nefes almak, var olmak demek. Var olmak, hedef olmak. Bazen görünmez kalmanın tek yolu, nefesini tutmak. Ama o her zaman fark ediyor. Kapı aralanıyor. İçeri sızan karanlık, kendi karanlığımla birleşiyor. Birbirine karışıyorlar. Ben yok oluyorum. “Güzel uyudun mu, kış kuşum?” Sesindeki iğrenç şefkat, yılan gibi sürünüyor üzerimde. Buz gibi parmakları çenemi kavrıyor. Yüzüme eğiliyor. Gözlerimi kaçırmıyorum artık. Eskiden kaçırırdım. Artık öyle bir lüksüm kalmadı. Gözlerinin içine bakıyorum. O bakışta ne var biliyor musun? Tanrı sanrısı. Sahip olma hırsı. Ve hastalıklı bir sevgi. Evet, sevgi. Bu en kötüsü. Beni sevdiğini söylüyor. Ona ait olduğumu… Beni “kendi eliyle” inşa ettiğini. "Kimse seni benim kadar sevemez," diyor. Bazen... Sadece bazen... Kendi sesimi unuttuğumda, Ben de inanıyorum buna. Sadece fiziksel acı dayanılmaz bir hâl aldığında engel olamıyordum kendime. Can havliyle yalvarıyor, bir an önce sakinleşsin diye dil döküyordum. Yararı olmayacağını bile bile, acının geçmesi için her yola başvuruyordum. Ben yalvardıkça, o daha çok şevke geliyor, daha çok yakıyordu canımı. Acıyı ikiye katladığında, sesim boğazımı yırtarcasına çıkıyordu. Ağzımdan ve burnumdan gelen kanın o bakırımsı, midemi burkan tadı hâlâ benimle. Unutamıyorum... Ne tadını, ne acısını, ne de hissettirdiği o ezici acizliği. İçindeki vahşi hayvanı serbest bıraktığında, beni avlaması fazlasıyla kolay oluyordu. Annem, sakat babama “Acı çektikçe alışırsın,” derdi. Tecrübeyle konuşuyorum: İnanın bana, alışılmıyor. İnsan eti acıya alışamıyor. Hem neden alışsın ki? Sevgiye, huzura, mutluluğa… Güzel olan her şeye alışır insan, anlarım. Ama acıya? Neden? Ben, mecbur olmama rağmen alışamıyorum. Her seferinde tir tir titriyor, elinin tenimde bırakacağı izleri korkuyla bekliyorum Normal olmadığını anlamam çok uzun sürmedi, sorarsanız. İki gün… Beni anamın kollarından, feryat figanla kopardıktan iki gün sonra, gerçeği anladım. O zamanlar, tabi, çocuk aklı işte… Kafamda tam oturtamıyordum kişiliklerini, değişimlerini, dengesiz ruh hallerini. Kimdi o adam? Kurtarıcı mıydı, sahip mi, yoksa sadece delirmiş bir yabancı mı? Ama büyüdükçe hele ki ben adet olduktan sonra her şey berraklaştı. Kendi deyimiyle, “kızlığımı” benden acımadan, zorla, basit bir fahişeyle birlikte oluyormuşçasına aldığında… İşte o anda, ruhum bedenimi terk etti. Bir köşeye çekilip, zavallı ve çaresiz hâlimi dışarıdan izledi. O zaman dank etti: Bir canavarın elindeydim. ******* ( Kaybedişin İlk Adımı ) İki yıl geçmişti... Beni ailemden koparışının üzerinden tam iki yıl geçmişti. Bu sürede, bir kez olsun güneşi görmemiş, o çok sevdiğim kuşların sesini duymamıştım. Toprağın kendine has kokusunu, ağaçların göz okşayan yeşilini görmeyeli iki yıl olmuştu. Haftada yalnızca bir kez, banyo etmem ve üzerimi yıkaması için zindanıma gelen o kadın dışında kimsenin yüzünü görmemiştim. Ne başka bir ses, ne başka bir bakış… Dünya, taş duvarların ve demir zincirlerin ötesinde, benim için yok olmuştu. Turuncunun en parlak rengine sahip saçları vardı. O kadar çoktu ki şaçları, öylesine sıkıydı ki. Onun saçları ne zaman görüş açıma girse, başı ağrı mıyor mu diye düşünürdüm. Toprak rengine yakın gözlerinde insanlığa dair en ufak kırıntı bile yoktu. Bakmak ayrıydı görmek ayrı. Ben o kadının içinde ki insafsızlığı küçücük yaşımda bile anlıyor, hissediyordum. Zaten haftada bir banyo edebildiğim için, bazen kokardım. Çocuktum, zincire vurulmuştum… Ve beni sürekli korkutan bir canavarın varlığıyla yüzleşmek zorunda olduğum zamanlar oluyordu. Korkunun, özellikle de sıcak ve bunaltıcı havanın, bedenimde bıraktığı izler vardı. Terluyordum mesela. O ter, günler boyu bedenime yapışıyor, tenimle adeta bir bütün hâline geliyordu. Banyo edeceğim güne kadar, o yapışkan his, derimin altına işliyor; ne suyun, ne sabunun, ne de zamanın silemediği bir ağırlığa dönüşüyordu. O kadının gelişini bir yanım bu yüzden dört gözle beklerdi. Onun gelişi demek, temizlenmek demekti. Onun gelişi demek, canavarın benimle dalga geçememesi demekti. Pis koktuğumu, rezil bir köpekten ibaret olduğumu söylememesi demekti. Bu yüzden onun ayak seslerini ezberime almıştım. Miskin’di o. Benim ona taktığım, gizli bir lakap. Asla dillendiremediğim, ama içimden defalarca tekrarlamanın garip bir mutluluk verdiği bir isim. Yüzüne haykıramasam da, içimden ona istediğimi söyleyebilmenin, kelimeleri zincirlerimin arasından kaçırabilmenin sevincini yaşıyordum. Ne kadar acizce, değil mi? Demir kapının gıcırtısını duyduğumda, her seferinde umutla bakardım oraya. O siyah, yer yer pas tutmuş kapının ardında özgürlük vardı, biliyordum. Henüz kavuşamasam da, hayalini kurar, zihnimde o özgürlüğü binbir renkle süslerdim. Ama Miskin zindana girdiğinde, bütün umutlarım yerle bir olurdu. Şiddetli bir deprem olur, ben beton yığınlarının altında ezilirdim. Miskin, zincirlendiğim yatağın karşısındaki kapıyı açar, sessizce içeri girerdi. Yüzüme bakmazdı. Göz göze gelmezdi. Varlığımdan rahatsız olduğunu bundan daha açık belli edemezdi herhalde. Sürpriz seni orospu, esasen bende senin varlığından hoşnut değilim... O oda… Duvarları, garip bir çağla yeşiline çalan, ve benim en nefret ettiğim renklerin başında yer almaya aday bir renkle kaplıydı. Benim parça parça oluşuma, sessizce tanıklık eden oda. Bazen, temizlenmek için içeri girmeye can attığım… Bazen de oraya gireceğim düşüncesiyle korkudan titrediğim oda. Miskin, kış aylarında çağla banyosundaki sobayı yakardı. Yakmadığı zaman ise, soğuk o kadar keskin olurdu ki, “en babayiğit benim” diyen bile o banyoda yıkanamazdı. Yazınsa tam tersi… Hava ağırlaşır, sıcak insanın üzerine çöker, nefesini keserdi. O oda, kışın iliklere işleyen bir buzlu tabuta; yazın ise boğucu bir fırına dönüşürdü. Miskin banyoyu hazırladıktan sonra, yanıma attığı adımları sayardım. Tam on iki adım. Çağla banyodan çıkıp yanıma gelişi, on birinci adımı attığında başlardı. On ikinci adımda karşımdaydı. Her adımını, vakur bir surat ifadesiyle atardı. Yanıma geldiğinde, aramızda yalnızca birkaç santimlik bir mesafe kalırdı. Tepeden bana bakarken dudaklarını tiksintiyle büker, gözlerini kısar ve… Saymaktan zamanla vazgeçtiğim, ama bitmek bilmeyen dakikalar boyunca beni izlerdi. Biricik patronu yetmiyormuş gibi, bir de bu bakışlarıyla beni ezip küçültürdü. Cebinden zincirlerin anahtarını çıkardı. Ayak bileklerimi ve ellerimi sıkı sıkıya kavrayan, tenime acımasızca gömülmüş zincirleri açtı. O an, gelen o ani rahatlamayla birlikte… Acıyla zonklayan bileklerimi, gerilmekten sızım sızım yanan kollarımı güçlükle yanlarıma indirdim. Çok acıyordu… ama bunu dillendirecek kimsem yoktu. Naz yapabileceğim, acımı sarıp beni kucaklayacak kimsem yoktu. Tam anlamıyla sahipsiz, kimsesiz, yapayalnız olduğumu idrak ettiğim anlardan biriydi bu. Çenesiyle banyoyu işaret ettiğinde, gözlerim istemsizce kapıya kaydı. O kapı… Bir yandan temizliğin, kısa süreliğine de olsa hafiflemenin kapısıydı; öte yandan acının, utancın ve buz gibi yalnızlığın da eşiği

editor-pick
Dreame-Editor's pick

bc

Buzdan Kalpler +18

read
21.2K
bc

YANLIZ KURT

read
3.7K
bc

İlk İYE; Sare

read
3.6K
bc

Kuma

read
12.7K
bc

𝘼𝙎𝘼𝙇𝙀𝙏𝙄̇𝙉 𝘽𝙀𝘿𝙀𝙇𝙄̇

read
4.1K
bc

GERÇEĞİN VEBASI +18 (MAFYA SERİSİ 1)

read
6.7K
bc

Karanlığın Mirası +18

read
3.5K

Scan code to download app

download_iosApp Store
google icon
Google Play
Facebook