Bana istediği zaman dokunabiliyordu. Her zaman elinin altındaydım. Ama yine de ona yetmiyordu. Peki bu dokunmanın sınırı neredeydi? Ne zaman tatmin olacaktı?
Gözlerine bakmayı kestim. Bir anlık bakış bile öfkesini tetikleyebilir, saygısızlık sanabilirdi. Kucağındayken, beni sandalyeye taşırken, gözlerimi masanın üzerindeki garip yiyeceğe kilitledim. Orada durmak, ona bakmaktan daha güvenli geliyordu.
Beni sandalyeye oturttu. Şakağıma bir öpücük kondurdu; ıslak ve tenimi yakan bir öpücük… Zaman ilerledikçe bu temaslara katlanmak, içten içe canımı acıtan bir sınav hâline geliyordu.
Diğer sandalyeyi yanıma çekti ve oturdu. Oturduğu hâlde bile dev gibiydi; gölgesi üzerime düşüyor, varlığı tüm alanı dolduruyordu. Asla onunla boy ölçüşemezdim.
“Bak, bunun adı yaş pasta. Meyveli… ve senin sevdiğin çikolatalardan da var içinde,” dedi.
Bıçağa uzanıp pastayı üçgen dilim şeklinde kesti, tabağa bıraktı.
“Çikolata” dediği an, gözlerim istemsizce açıldı. Bu, çok nadir yaşadığım bir lükstü. Ama o an bile, pastanın tadından önce masada oturan adamın ağırlığı vardı aklımda.
“Bu pastanın neden masada olduğunu biliyor musun, küçüğüm?” diye sordu.
Gözlerim pastadan kaydı, çenemi boynuma doğru çektim. Saçlarım iki yana düşerek yüzümü örttü. Sessizce, başımı olumsuzca salladım.
Bu tepkime alışkındı; dudaklarının kenarında kısa bir gülümseme belirdi, ardından keyifli bir kahkaha attı.
Parmakları saçlarımın arasına girip telleri yavaşça omuzlarıma doğru topladı.
“Korkma… Bugün uzun uzun bak gözlerime. Ne istersen serbest. İstediğin kadar da konuşabilirsin,” dedi.
Sonra parmaklarını çenemin etrafına sardı, avuç içinin sıcaklığı tenime değdiğinde istemsizce irkildim. Başımı kaldırdı; bakışları, sanki gözlerimin içine değil, ta içime dokunuyordu.
Gözlerine baktığımda, inci beyazlığında dişlerini göstererek gülümsedi.
“Aferin, küçüğüm,” dedi ve başparmağıyla dudaklarımın üzerinden yavaşça geçti. Dokunuşu hafifti ama derimde yankı bulan bir ağırlığı vardı.
Bakışları dudaklarıma çivilenmişti; sanki tek bir kelime etsem, o an kırılacak ince bir camın içindeydik.
Bugüne kadar onun öfkesiyle, nefretiyle, kiniyle, siniriyle, hatta endişesiyle yüzleşmiştim.
Ama şimdi karşımdaki şey… anlamını çözemediğim, yoğunluğu boğucu bir histi. Ve bu, tüm bedenimde ince bir ürpertiye dönüşüyordu.
“Sevim bugün sana, külotuna takman için bir şey verdi, değil mi?” diye fısıldadı.
Sesi yumuşaktı ama kelimeler tenime işleyen bir soğukluk taşıyordu. Parmağı sertçe dudaklarımdan kayarken, gözleri bir anlığına karardı. O an anladım… o miskin kadının adı Sevim’di. Ve ona kandan bahsetmişti.
Başımla onayladım. Boğazımda bir düğüm vardı; hâlâ konuşmaya, sesimi çıkarmaya cesaretim yoktu.
“Şimdi sana neden kanadığını anlatacağım. Beni dikkatle dinle. Sadece bir kez anlatacağım,” dedi.
Ellerini dizlerine koydu, sırtını sandalyeye yasladı. Sandalyeyi hafifçe geriye kaydırırken, bacaklarını ağır ağır iyice açtı. Bu hareket, odanın havasını bir anda ağırlaştırdı; nefesim farkında olmadan hızlanmıştı.
Sonunda neden kanadığımı öğrenecektim. İçimde bir süredir, bende bir sorun olduğu korkusu vardı. Ama ona söylemeye cesaret edememiştim; tekrar dayak yemek ya da aşağılanmak istemiyordum.
Şimdi ise… sinirli değildi. Tam tersine, başka bir hâli vardı. Adını koyamadığım, ama huzursuz eden bir farklılık.
Dikkatle onu dinlemeye başladım.
“Artık dokuz yaşında değilsin. Yani sen artık çocuk değilsin. Büyüdün ve geliştin. Bunun en büyük kanıtı da…”
Bakışları kasıklarıma indi. Eliyle çenesini kaşıdı, dudaklarının kenarında keyifli bir gülümseme belirdi.
“Kanaman. Adına adet deniyor. Kadınlar her ay birkaç gün kanarlar. Sen de artık kadın oldun.”
Kadın mı olmuştum? Annem gibi mi? Komşumuz Esra Teyze gibi mi?
Çocuklar bu kadar çabuk mu kadın oluyordu? Daha dün dokuz yaşındaydım… iki yılda kadın mı olmuştum?
“Külotuna taktığın şeyin adı ped. Kadınlar öyle diyor. Ondan sana bir sürü alacağım. Birkaç saatte bir değiştireceksin. Adetin bittiğinde banyonu yapıp temizleneceksin,” dedi.
Sonra gözlerini kasıklarımdan çekip doğrudan gözlerime kaldırdı.
O bakış, söylediklerinden daha ağır bir şey taşıyordu; içimi daraltan, nefesimi hızlandıran bir şey.
En sonunda, ondaki değişikliğin verdiği cesaretle, korkak bir fısıltıyla sordum:
“Bende bir sorun yok mu yani?”
Beni uzun bir süre, sanki yeni keşfettiği bir şeymişim gibi hayranlıkla izledi. Sonra derin bir iç çekip öne eğildi.
Bakışları, yüzümü aşağıdan tararken üzerimde ağırlaştı.
Sakin oluşu beni huzursuz ediyordu; o böyle sakin olmazdı. Bu, fırtınadan önceki sessizlik gibiydi.
“Hayır, kış kuşum. Aksine bu, senin sağlıklı olduğunu gösterir. Sadece sen değil, her kadın kanar. Korkma…”
Cümlesinin sonunda göz kırptı.
Ama ardından, dudaklarında belli belirsiz bir gülümsemeyle, alçak bir tonda fısıldadı:
“Sen benden kork.”
O an, kalbim hızla atmaya başladı. Boğazım kurudu, nefesim farkında olmadan kısaldı.
Sözleri, sanki derimin altına işleyen ince bir bıçak gibi, kulaklarımda yankılandı.
Ve kim olduğunu unuttuğum tek bir an bile olmadığını hatırlattı.
Sonra, daha önce hiç yapmadığı bir şey yaptı.
Bana kendimi kirli hissettiren, midemi bulandıran, ellerimi istemsizce titreten bir şey…
Dudaklarını, dudaklarıma bastırdı. Gözleri kapalıydı. Ellerini sandalyenin iki yanına koyarak beni kapana kıstırdı.
Öpücüğü önce yavaştı, kupkuruydu… nefesi yüzüme çarpıyordu. Ağzından gelen ekşi tat, boğazıma düğümlenen mide bulantısını artırdı.
Odadaki ağır yemek kokusu, nefesiyle karışarak üzerime çöktü.
Sonra dili, dudaklarımın üzerinde gezindi.
Tüm bedenim gerildi, kulaklarımda kalbimin hızlı atışları yankılanıyordu. Sandalyenin gıcırdayan sesi bile, çıkışsızlığımı hatırlatıyordu.
Refleksle geriye doğru kaçtım.
Ve o an, gözlerinde beliren o karanlık… işte o, tanıdığım canavardı.
O hep oradaydı. Ve bundan kaçış olmadığını iliklerime kadar hissettim.
Tek kaşını havaya kaldırdığı an, başımı öne eğdim.
O bakış, kelimelere ihtiyaç duymadan söylüyordu: “Sen benden mi kaçtın?”
Daha önce de böyle olmuştu. Dokunuşlarından kaçmaya kalkıştığımda, bunun bedeli ağır olmuştu…
O günün bulanık anıları hâlâ zihnimin bir köşesinde pusuda bekliyordu: nefes alamadığım anlar, kulaklarımda çınlayan sesler, karanlığa gömülüşüm.
Üç gün bilincimi kaybetmiştim.
Şimdi, o aynı hatayı tekrar etmiş olmanın sonuçlarını bekliyordum.
Korku, boğazıma düğümlenmişti.
Tüm bedenim titriyordu; ellerim dizlerimde istemsizce sıkılıyordu.
Gözlerimden süzülen yaşlar, çaresizliğimi bir kez daha yüzüme vuruyordu.
Bunların onu sinirlendireceğini biliyordum ama durduramıyordum.
Odaya sessizlik çökmüştü.
Sadece kendi hızlı nefesimi, sandalyenin hafif gıcırtısını ve uzaklardan gelen bir musluğun tekdüze damlama sesini duyuyordum.
Her damla, bekleyişin süresini uzatan ağır bir tokat gibi geliyordu.
Çok… çok korkuyordum.
Bir elini saçlarıma sertçe daldırdı, diğer eliyle çenemi yukarı kaldırdı.
Parmakları çenemi demir gibi kavrarken, saçlarımı geriye doğru çekiyordu.
Biri yukarı, diğeri geriye...iki zıt yön, aynı anda…
Acı, boynumdan başıma doğru keskin bir bıçak gibi yürüdü.
Gözlerimi sımsıkı kapattım.
Ama yaşlar, gözkapaklarımın ardında birikip yanaklarıma dökülmeye devam etti; her damla utancın ve korkunun sıcak izini bıraktı.
“Sen kimsin de benden kaçabileceğini sanıyorsun!” diye haykırdı.
Sesi, beynimin içinde yankılanırken kulaklarım uğuldadı, çenem zangır zangır titremeye başladı.
“Benden tiksiniyor musun?” diye kükrerken, nefesi yüzümde sıcak ve ağır bir darbe gibi çarptı.
Kendime hâkim olamadım… Dudaklarımdan, boğazımı yakan bir hıçkırık kopup kaçtı.
“Gözlerini aç…” diye bağırdı tekrar.
Sesindeki öfke, duvarlardan yankılanıp kulak zarımı yırtacak gibiydi.
İstemiyordum. Gözlerimi açmak, onun karanlığına bakmak demekti.
Ama emrine karşı gelmenin bedelini biliyordum.
Yavaşça, korkuyla kirpiklerimi araladım.
Gözlerindeki o bulanık sanrılar, ruhuma tırnaklarını geçirip içime sürünerek yerleşti.
Nefesi yüzümde ağır, sıcak ve keskin bir bıçak gibi dolaşıyordu.
Saçlarıma biraz daha asılınca başım geriye çekildi; boynumun damarları gerildi, hıçkırıklarım art arda patladı.
“Sikim için ayaklarıma kapanan kaç kadın var, biliyor musun?” dedi.
Sesi kibirle, zaferle kabarıyordu.
O an, egosunun kokusu odayı doldurmuştu; boğazıma kadar yükselen bir sis gibi üzerime çökmüştü.
Küçülüyordum. Koltuğa değil, varlığına gömülüyordum.
Keşke sözlerinin her kelimesini anlayabilseydim… belki o zaman korkumun yönünü bilebilirdim.
“Her gün sikimde zıplayacak kadınlarım var…” dedi, nefesini daha da yaklaştırarak.
“Ama ben onlara bağlanmak yerine her akşam senin yanında yatıyorum. Senin büyümeni bekliyorum.”
Sert, düzensiz solukları yüzüme vuruyordu.
O an, aklımdaki tek gerçek buydu: bu adam delirmişti.
Ve ben, onunla aynı kafeste sıkışıp kalmıştım.
Yüzüme iyice eğildi, bakışlarını gözlerime mıhladı.
“Benden tiksiniyorsun, ha?” diye fısıldadı… ama fısıltısında bile öfke vardı.
Sonra alt dudağıma dişlerini geçirdi.
Acı bir yıldırım gibi yüzümden boğazıma aktı.
Kıpırdayamadım. Sadece korkunun ağırlığıyla donup kaldım.
Geri çekildiğinde, çeneme doğru süzülen sıcaklığın kan olduğunu anlamak zor değildi.
Metalik kokusu burnuma doldu, dilimin ucuna acı bir tat bıraktı.
O ise bu manzaradan zevk alıyordu; dudaklarının kıvrımında sadistçe bir gülümseme belirdi.
Gözlerime bakarak, inadına yavaşça dilini dışarı çıkardı.
Çenemden dudaklarıma doğru, ıslak ve yapışkan bir şerit çizdi.
Tenim ürperdi.
Dudaklarıma vardığında, onları kendi dudaklarının arasına hapsetti.
Sertçe emdi, nefesimi çekip aldı.
Boğazımda bir boşluk hissi, göğsümde ezici bir baskı…
Nefessiz kaldığımı fark ettiğinde, dudaklarını çekti ama bakışlarını değil.
“Beni kışkırtma,” dedi.
Sözcükler dudaklarından ağır ağır dökülürken başını aşağı yukarı salladı.
“Sana verdiğim değeri bil… kıymetini anla.”
Çenesinden elini çekti, yavaşça beline attı.
Metalin kılıftan çıkarken çıkardığı o kuru, tedirgin edici ses odanın sessizliğini yardı.
Gözlerim, iradem dışında büyüdü.
“Lütfen… yapma,” dedim, sesim çatladı, kelimelerimin arasına gözyaşlarım düştü.
Ama merhamet onun dilinde yoktu.
Bir anda saçlarıma asıldı.
Köklerimden koparılacakmış gibi bir sızı başıma yayıldı, derimdeki acı gözlerimi yakıp geçti.
Bedenim refleksle titredi; kaçacak hiçbir yerim yoktu.
Silahın kilidi açıldığında çıkan o kısa, metalik klik sesi beynimde yankılandı.
Soğuk namlu, şakağıma değdiği anda bedenim buz kesildi.
Ölüm, omuzlarıma çökmüş, kulaklarıma fısıldıyordu.
“Eğer haddini bilmez… görevini yerine getirmezsen… bir kurşuna bakarsın,” dedi.
Sesi o kadar kısık, o kadar yakın geldi ki; nefesinin sıcaklığıyla, tehdidinin soğuğu aynı anda derime işledi.
Tüylerim tek tek diken diken oldu.
Yüzünü, gözbebeklerime değecek kadar yaklaştırdı.
Ve aniden, boğazını yırtarcasına, “Bammm!” diye bağırdı.
Bedenim, elinin kavradığı yerde istemsizce sıçradı.
Artık sesimi tutamadım; boğazım yırtılırcasına çığlık attım.
Gözyaşlarım kontrolsüzce aktı, nefesim kesik kesik, sarsıntılarla geldi.
Ağlamam, odanın dört duvarına çarpıp yankılandı; kaçacak hiçbir yerim yoktu.
Silahı, masanın üzerine sertçe bıraktı.
“Kes lan zırlamayı!” diye patladı sesi.
Dişlerimi dudağıma gömdüm; metalik kan tadı dilime yayıldı.
Ama yine de hıçkırıklarımı bastıramadım.
Ciğerlerim sanki dar bir kutuya sıkışmıştı, nefesim yarım yarım geliyordu.
Gözlerimi kapatmaya cesaret edemedim; tek bir karanlık an, onun tekrar silaha uzanması için yeterli olabilirdi.
Alnını, alnıma bastırdı.