Elinle Ye...

718 Words
Nefesi yüzüme çarpıyor, gölgem gibi üzerime abanıyordu. Silahın soğukluğunu hâlâ taşıyan eli, kumaşın altına sinsice sızdı. Parmak uçlarının nasırları, derimi ince ince çiziyordu. Her milimetrede, midem biraz daha yukarı yükseldi; boğazıma tırmanan kusma isteğini bastırmak için dişlerimi birbirine kenetledim. Eli yavaş ama kaçınılmaz bir şekilde yukarı tırmandı. Bacaklarımın arasına ulaştığında, bedenim istemsizce kasıldı. Birden, tüm gücüyle avuçladı. Pedin yumuşak yüzeyi bile bastırmasının şiddetini hafifletemedi; acı, kasıklarımdan karnıma doğru yayıldı. O an, tiksintiyle korku tek bir duyguya dönüştü; içimdeki her şey, oradan, o dokunuştan kaçmak istedi. “Yıllardır seni bekliyorum.” dedi, kelimeleri alnıma çarpan nefesiyle birlikte üzerime dökülürken. Alnını ritmik bir şekilde benim alnıma vurmaya devam ediyordu. Her vuruş, kafamın içinde yankılanan boğuk bir darbe gibiydi. Saçlarımı çekiştirmeyi bıraktı, parmaklarını saç diplerime yerleştirdi. Başparmaklarıyla hafif ve düzenli hareketler yapmaya başladı. Bu masaj değil, derimin altında sinsice dolaşan bir tehdit gibiydi. “Bu amı hissetmek için siktiğimin iki yılı dayandım. Şimdi birkaç gün daha dayanmam gerek.” dedi. Sözleri, derimin üzerine dökülen pis bir sıvı gibi hissettirdi; kokusu gibi, bakışı gibi, dokunuşu gibi… Ona dair her şey, midemde kara bir kusma isteğine dönüşüyordu. Bu adamın elinde olmaktansa, cehennemde zebanilere köle olmayı yeğlerdim. En azından orada ateş, bu soğuk tiksintiden daha temiz olurdu. Eli bacaklarımda ileri geri hareket etti. Sanki her temas, derimi kazıyıp altındaki etime işliyordu. Yüzünü boynuma gömdü, nefesi sıcak bir leke bıraktı. Burnunu tenimde ileri geri gezdirirken, içimden bir çığlık attım ama dışarı çıkmasına izin vermedim. Çünkü onun duymaktan en çok hoşlanacağı şey, tam da o olurdu. Bacak aramdan elini hızla çekti. Dizlerimde zoraki tuttuğum, titreyen ve terlemiş elimi alıp, kasıklarına götürdü. Elimi çıkıntının üzerine koyduğu an, nabız gibi atışını hissettim. Ve çok sertti. Ve çok uzun. " Sikim seninle böyle. Bir kaç kadının saatlerce uğraşıp zor becerdiğini, sen sadece bir bakışınla beceriyorsun. Sikim senin amını istiyor. Sende artık istediğini vereceksin." dedi dişlerinin arsında. Elimin üstünden beni yönlendirdi. İleri ve geri hareketlerle erkekliğini okşadım. Ne yaptığımı anlamak bile istemiyordum, gözlerimi kapadım. Kelimeleri boğazıma takılan taşlar gibiydi: " Ah.. Siktir küçüğüm. Şimdi amın yoksa ağzın var." dedi erkekliğini elime sertçe bastırıp. " Ağzına boşalabilirim." dedi. O an, kadın olmanın böylesine kirli ve ağır hissettirdiğini öğrendim. İçimde her şey sustu. Yok olmak istedim. Hiç büyümemiş olmayı diledim. Ve en çok… ölmek istedim. Telefon çaldı. Burnundan sert bir nefes verdi. Çenesi kasıldı. Dişleri birbirine sürtündü; tiz, kulak tırmalayan bir ses çıktı. Elimi tersçe itti, doğruldu. Sanki telefonu ben çaldırmışım gibi bakıyordu. Keyfi bölündüğü için keskin, delip geçen gözlerle yüzümü yaktı. Başımı hemen öne eğdim; o bakışın ağırlığını daha fazla taşıyamazdım. Bacak arasına bıraktığı elimi dizimin üstüne koyarken, parmaklarımı ve avuçlarımı hemen havaya diktim. Dizime sadece bileğim değiyordu. Elim hâlâ onun kirindeydi; sanki çamura bulanmış, pas tutmuş bir demire değmişim gibi. Tiksinti, tenimden kemiğime işliyordu. Adımlarını duyunca kirpiklerimin altından gizlice baktım. Biraz ötede, cebinden telefonu çıkarıp açtı. “Eğer geçerli bir sebebin yoksa, siktim seni,” diye tısladı. Sesi, dişlerinin arasından çıkan bir yılan gibi odaya yayıldı. Konuşurken gözleri havada tuttuğum elime kaydı. O bakış… kısılmış göz kapaklarının arasından süzülen, buz gibi bir şer. İçim ürperdi, boğazım düğümlendi. Elimi indirmek için kendimi zorladım; ama o an, sanki elim bana ait değilmiş, havada asılı kalmış bir yabancıymış gibi hissettiriyordu. “Geliyorum,” deyip telefonu kapattığında gözlerimi hemen indirdim. Ağzıma kadar yükselen kusma isteğini yutkunarak bastırmaya çalıştım. Gölgesi tepeme düştü; idam masasına yatırılmış bir kurban gibi kıpırdamadan bekledim. Direnecek gücüm yoktu, zaten direnmenin karşılığı hep aynıydı. Elimi avuçlarının arasına aldı, kemiklerim birbirine geçecekmiş gibi sıktı. “Ben şimdi gitmek zorundayım. Ama geldiğimde, benden, sikimden tiksinmek neymiş öğreneceksin…” dedi. Canım yanıyordu. Onun elinden kurtulmaya çalışmaktan bile korktum. Tırnaklarımı dizime geçirip acıya sığındım. Gözyaşlarım aktı, dudaklarımı ısırarak sesimi boğdum. Onu daha fazla sinirlendirmek istemiyordum. Elimi bıraktığında, hıçkırık boğazımdan patladı. Ancak bu kadar dayanabiliyordum. “Şimdi pastanı ye… ama elinle,” dedi. Çatal dahil keskin olabilecek her şeyi yanında götürdü. Plastik tabağa aktardığı pastaya aç gözlerle baktım. Açtım. Açlıkla gurur arasındaki savaşı çoktan kaybetmiştim. Ellerimle parçalayarak ağzıma attım. Kreması tatlıydı, çikolata damakta eriyordu; ama boğazımdan inerken taş gibi oturuyordu. Midem yandı. Her lokma, karnımdaki açlıktan çok içimdeki boşluğu dolduruyordu. Sanki özgürlüğümden koparılmış parçaları çiğniyor, kendi acımdan besleniyordum. Tatlı, bana güç vermiyordu. Aksine, içimdeki yarayı büyütüyordu. Onun “ödül” dediği şey, sadece daha derin bir esaretin tadıydı. Ve ben, o an şunu anladım: Bazen insan, hayatta kalmak için bile kendi gururunu yiyip yutmak zorunda kalıyordu.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD