2. Bölüm

1036 Words
Bölüm 2: Kafes Çarpmanın şokuyla içine dolan soğuk ter, Sahra'nı sırtından aşağı süzüldü. Nefesi kesilmişti, ciğerleri sanki sıkılıyordu. Göğsüne çarpan o sert kas kütlesi, tüm kaçış planlarını bir anda "Game Over" ekranına çevirmişti. Ama asıl yıkım, o buz gibi ela gözlere bakınca gelmişti. O Gözler , bir kurdunkinden farksız, hiçbir şeyi umursamaz, hiçbir şeyden etkilenmez bir ifadeyle delip geçiyordu onu. "Ne iş?" diye gürledi Devran'ın sesi, boğuk ve basınçlı, bir dişi aslanın gırtlağına basarcasına. Ses tonu o kadar soğuktu ki, Sahra'nın kanını dondurdu. Sahra, belini saran demir gibi parmaklardan kurtulmaya çalıştı. Çırpınıyor, itiyordu ama Devran'ın kavrayışı zifiri bir kayaydı. "Bırak beni!" diye zorlukla soluyabildi, sesi bir çığlık fısıltısı kadar ince ve kırıktı. "Bırak da gideyim bu lanet yerden!" Devran, kaşlarını hiç kıpırdatmadan, yüzündeki ifadesiz piç ifadesini bozmadan onu inceliyordu. Bir malı inceler gibi. Hafifçe, neredeyse görünmez bir şekilde dudak büktü. "Gidecek yerin yok," dedi, her kelimeyi bir çekiç darbesi gibi indirerek. "Hem de kimin kapısından çıkmaya kalktığının farkında mısın sen, İstanbul kızı?" İstanbul kızı... O kelimeyi öyle aşağılayıcı bir tonda söylemişti ki, Sahra'nı onuru kanadı. İçinde biriken öfke, korkunun üzerini bir anlığına örttü. "Ben senin gelinin, karın falan değilim!" diye hırladı, gözlerinden öfke yaşları boşanırcasına. "Kocamın cesedi daha sıcakken, senin gibi bir... bir herifle evlenmem söz konusu olamaz! Bu kadar mı şerefsizsiniz?" O an, Devran'ın gözlerinde bir şimşek çaktı. O bomboş ifadenin ardında, derinlerde, tehlikeli bir şey kıpırdandı. Sahra'yı öyle bir salladı ki, dişleri birbirine vurdu. Onu yerden kesip, ayaklarının üstüne diklemesine zorla durdurdu. Yüzünü, burnunun ucuna kadar yaklaştırdı. Nefesi, tütün ve öfke kokuyordu. "O sıcak cesedin," diye tısladı, "seni buraya getiren adam olduğunu unutma. Ve bu evin kurallarını ben koyarım. Sen de o kuralların bir parçasısın. Anladın mı?" Sahra, titreyerek başını iki yana salladı. "Hayır! Asla anlamam! Bu delilik!" Tam o sırada, arkalarından gelen ayak sesleriyle irkildi. Numan, birkaç adım geride, elinde bir lambayla onları izliyordu. Yüzünde, bu sahneden hiç haz etmeyen, tedirgin bir ifade vardı. "Devran Ağa," diye mırıldandı saygıyla. "Halit Ağa sizi bekliyor. Önemli." Devran, gözlerini Sahra'dan ayırmadı. Sanki onu sadece bakışlarıyla hapsediyordu. Sonra, Numan'a döndü. "Al onu odasına götür," diye emretti, sesi yeniden o mekanik ve duygusuz tona bürünmüştü. "Ve kapısında nöbet tut. Bir daha bu kapıya yaklaşırsa, ayaklarını kırarım. Anlaşıldı mı?" Numan'ın yüzü solgunlaştı. Hafifçe eğilerek onayladı. "Başüstüne, Ağam." Devran, son bir kez, üzerinde yarattığı dehşetin resmine baktığı Sahra'ya baktı. O an, gözleriyle adeta şunu söylüyordu: "Oynayacaksan bu kurallarla oynarsın. Kaçış yok." Sonra, omuzlarını atkını'ın heybetiyle geriye atıp, babasının beklediği bahçe yoluna doğru ilerledi. Her adımı, taşlarda yankılanan bir tehdit gibiydi. Sahra, olduğu yerde çakılıp kalmıştı. Vücudu titriyor, dizlerinin bağı çözülmüştü. Numan, usulca yaklaştı. "Buyurun, Hanımefendi," dedi sesi hüzünlü ve yumuşak. "Sizi odanıza götüreyim. Lütfen... Kendinizi yormayın." Sahra, Numan'ın koluna tutunmak zorunda kaldı. Tüm enerjisi, tüm direnci, o bir dakikalık çarpışmada tükenip gitmişti. Loş koridorlardan geçerken, duvarlardaki gölgeler onunla alay eder gibiydi. Konak artık sadece bir bina değil, canlı, nefes alan bir hapishaneydi. Odasına geri itildi adeta. Kapı, arkasından sessizce kilitlendi. Kilidin takırtısı, son umudunun da çöküşü gibi geldi kulaklarında. Yatağa yığıldı, yüzünü yastığa gömdü. İçini, boğazını yakan sessiz çığlıklarla doldurdu. Behram'ın gülüşü, İstanbul'daki özgür günleri, arkadaşlarıyla kahve molaları, deniz kenarındaki yürüyüşleri... Hepsi birer birer siliniyor, yerini bu karanlık, tütün kokulu kabusa bırakıyordu. "Yapamam," diye fısıldadı yastığın içine. "Bunu yapamam, Behram..." Aklına Mehtap geldi. Devran'ın hasta karısı. O ve kızları... Bu neyin kumarıydı? Aile birliği için bir kadının hayatını daha mahvetmek mi? Bu nasıl bir adetti? İçinde kin ve çaresizlik birbirine karıştı. Bu ailenin içinde kaynayan pislikleri düşündükçe midesi bulanıyordu. Bahçede, Halit Ağa, nargilesini içiyor, ay ışığında ağarmış yüzünde derin çizgilerle oğlunu bekliyordu. Devran'ın heybetli silueti bahçe kapısından göründüğünde, hiç şaşırmadı. "Konuştum onunla," diye girdi söze Halit Ağa, oyuna. "Sert çıktı. İstanbul'dan getirdiği fikirler işte." Devran, babasının karşısındaki taş banka oturdu. Bir sigara yaktı. Alev, bir an yüzündeki sert çizgileri aydınlattı. "Sertliği umurumda değil," diye cevap verdi, dumanı ciğerlerine çekerek. "Önemli olan, bu işi usulünce halletmek. Olmazsa, zorlamayla hallederiz. Ama Mehtap'ın durumu... Kötü. Doktor, fazla zamanı olmadığını söyledi." Halit Ağa'nın yüzü buruştu. "Allah sabır versin. Ama o kız, o... Sahra, seni hiç istemeyecek. Sen de onu... Gördüm nasıl baktığını." Devran'ın dudaklarında soğuk, acımasız bir gülümseme belirdi. "Baba, ben onun istemesini mi bekliyorum sanıyorsun? O, bu ailenin birliği için gerekli bir araç. Behram gitti, mirasın bir kısmı ona kaldı. Onunla evlenmezsem, İstanbul'a dönüp başımıza iş açabilir. Bu topraklar, bu konak parçalanır. Ben buna müsaade etmem. İsterse cadı olsun, isterse şeytan... Bu evin yeni hanımı o olacak. Benim karım olacak. Gerisi teferruat." Sesi öyle vurdumduymaz ve kararlı çıkmıştı ki, Halit Ağa bile içini çekmekten başka bir şey yapamadı. Oğlunu biliyordu. Aklına koyduğunu yapmak için her yolu meşru görürdü. "Peki ya Mehtap? Onun gönlü?" diye sordu yaşlı adam, sesi titreyecek gibi olmuştu. Devran, sigarasının külünü silkelerken, "Mehtap zaten yarı ölü," dedi, hiç tereddüt etmeden. "Acı çekmesin diye elimden geleni yaparım. Ama Sahra, bu işin bir parçası. Kaçışı yok. Bugün kapıda öğrendi bunu. Yarın, tüm hayatı boyunca öğrenecek." Odanın içinde, Sahra pencerenin kenarına sinmiş, dışarıdaki karanlığı izliyordu. Aklı, tek bir şeye kitlenmişti: Kaçış. Devran'ın tehdidi kulaklarında çınlıyordu. Ayaklarını kırarım... Bu bir blöf müydü? Devran'ın o bomboş gözlerine baktığında, hiç de öyle olmadığını biliyordu. Ancak bu kez daha akıllı olmalıydı. Gözü, pencerenin demirlerine takıldı. Sağlamdılar. Ama belki... Zihninde planlar şekillenmeye başladı. Belki Numan... Onun gözlerinde bir merhamet, bir isteksizlik görmüştü. Güvenemezdi tabii, ama belki... Ya da belki hasta Mehtap'ı bulmalıydı. Onunla konuşmalıydı. Belki o da bu korkunç oyuna bir piyondan başka bir şey değildi. İki zayıf, bir olursa... Bir elini camın soğuk yüzeyine dayadı. Dışarıda, Mardin'in uçsuz bucaksız, karanlık gecesi uzanıyordu. Özgürlük oradaydı, bir yerde. Ama ona ulaşmanın yolu, artık kapıdan koşmak değil, bu lanet konakta savaşmaktan geçiyordu. İçine düşen o korkunç karanlıkta, küçücük bir kıvılcım belirdi. Korkuyordu, evet. Ama aynı zamanda öfkeliydi. Çok öfkeli. Onu bir mal gibi alıp satacaklardı öyle mi? Onu, kocasının kardeşine, bir yatak arkadaşına dönüştüreceklerdi? "Hayır," diye fısıldadı karanlığa, sesi bu sefer daha güçlü, daha keskin çıktı. Gözlerinde, henüz donuklaşmamış, taze bir nefret pırıltısı vardı. "Siz kim olduğunuzu sanıyorsunuz?" Devran Ağa, gücünü ve korkusunu sanıyordu onu ezecek olan. Ama bilmediği bir şey vardı. Bir kadını çaresizliğin eşiğine iterseniz, geriye kaybedecek hiçbir şeyi kalmazdı. Ve Sahra'nın kaybedecek hiçbir şeyi kalmamıştı. Sadece, bu korkunç kafesten kurtulmak için her şeyi yapabilecek bir öfkesi vardı. Oyun yeni başlıyordu. Ve Sahra, kuralları artık kendisi koymaya niyetliydi.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD