Bölüm 4: Zehir ve Panzehir
Devran'ın ayak sesleri koridorda kaybolur kaybolmaz, Sahra'nın vücudundaki tüm gerginlik bir anda boşaldı. Dizlerinin bağı çözüldü, soğuk taş duvara dayalı vücudu yere kaydı. Nefesi hâlâ hızlı ve düzensizdi, Devran'ın parmaklarının bileğinde bıraktığı morluklar gün yüzüne çıkıyordu. Ama gözlerinde, Numan'ı ürperten o çelik irade parlıyordu.
"Hanımefendi, lütfen kalkın," diye fısıldadı Numan, etrafa telaşlı gözler atarak. "Biri görmesin."
"Görsünler," diye karşılık verdi Sahra, sesi titrek ama kararlı. "Korkmadığımı herkes bilsin." Yine de Numan'ın uzattığı eli tutup ayağa kalktı. Bacakları hâlâ pamuk gibiydi. "Odama gidiyoruz. Anlattıkların ve anlatacakların orada daha güvenli."
Konağın loş koridorlarından geçerken, artık bakışlarını bir mahkûmun teslimiyetiyle değil, bir stratejistin keskin gözlemciliğiyle kaydırıyordu. Duvarlardaki çatlakları, bir kapı aralığından sızan fısıltıları, karşılaştıkları bir hizmetçi kızın ürkmüş bakışlarını zihnine kazıdı. Her detay bir bilgi, her korkak bakış potansiyel bir zayıflıktı.
Odasına vardıklarında kapıyı sürgüledi. Numan, hâlâ titriyordu; Devran'ın ona ne yapacağını düşünmekten yüzü solmuştu.
"Devran, sözünden dönmez," diye mırıldandı. "Bir aylık süreyi kullanıp seni yıldırmaya, pes ettirmeye çalışacak."
"Biliyorum," dedi Sahra, pencereden dışarıya, uçsuz bucaksız görünen dağlara bakarak. "O yüzden ondan önce davranacağız. Anlat Numan. Bu ailenin kanayan yarası ne? Devran'ı ne zayıf düşürür? Para mı? İtibar mı? Yoksa bu taşra krallığındaki başka bir sülale mi?"
Numan derin bir nefes aldı. Artık dönüş yoktu. Sahra'nın yaktığı bu kıvılcıma üfleyen olursa, her şey yanıp kül olacaktı.
"Devran Ağa'nın gücü mutlak değil, Hanımefendi," diye başladı, sesini alçaltarak. "Yan köydeki komşumuz, Karaoğlan aşireti... Onlar da güçlü. Reisleri, Hacı Murat... Devran'la araları, bir av yüzünden bozuldu. Neredeyse silahlar konuşacaktı. Hâlâ deveye hendek atlatamazlar."
Sahra'nın gözleri parladı. "Demek dışarıda bir düşman daha var. İyi." Sonra döndü, Numan'a baktı. "Peki ya içeride? Bu konağın içinde ona diş bileyen? Kardeşi yok mu? Amcası, dayısı?"
"Kardeşi yok. Abileri öldü Ömer Ağa, üç yıl önce öldü. Ama... ama bir yeğeni var. Ömer Ağanın oğlu Ali. Deli Ali derler. Tıpkı amcası gibi, gözü kara ve sıcak kanlı. Devran onu pek sevmez, kontrol edemediği için. Ali de amcasının bu 'İstanbul' takıntısını ve soğuk yöntemlerini aşağılar. Araları gergindir."
"İşte," diye fısıldadı Sahra, içgüdüsel olarak. "İşte zayıf halka. Bu Ali'yle konuşmalıyım."
Numan'ın yüzü dehşetle doldu. "Olmaz, Hanımefendi! O daha da tehlikeli! Gözünü kırpmadan ateş eder, kavga çıkarır. Sizin gibi bir hanımefendiye..."
"Sizin gibi bir hanımefendiye ne yapar, Numan?" diye kesip attı Sahra, bir anda sertleşerek. "Tecavüz eder mi? Öldürür mü? Beni zaten ölümle, onursuzlukla tehdit eden bir evde 'hanımefendi' sıfatım ne işe yarayacak? Risk almak zorundayım."
Sahra o gece, yemek salonuna inmeye cesaret edemedi. Numan, yemeğini odasına getirdi. Tabağında etli bir yemek ve tandır ekmeği vardı. İlk lokmayı ağzına götürdüğünde, ette hafif bir acılık hissetti. Önce hayal ürünü sandı. İkinci lokmada, dilinde bir uyuşukluk başladı. Kalbi bir anda hızlandı. Zehir?
Hemen yemeği tükürdü, ardından parmağını boğazına sokup kustu. Yere çömelmiş, nefes nefese, titreyerek... Bu kadar mı çabuk başlamıştı oyun? Devran, sözünü bu kadar mı çabuk bozmuştu? Ya da belki de Devran değil, onun varlığından rahatsız olan başka biriydi.
Ertesi sabah, güçlükle ayağa kalktı. Başı hâlâ ağır ve dönüyordu. Numan'ı görünce durumu anlattı. Genç adamın yüzü bembeyaz oldu.
"Lütfen dikkat edin," diye yalvardı. "Bu konağın duvarlarının kulakları olduğu gibi, mutfağının da elleri var."
Aşağı indiğinde, onu bekleyen bir sürpriz vardı. Devran, geniş çalışma odasının kapısında durmuş, onu bekliyordu. Yüzünde o bildik, soğuk ifade vardı.
"Bir anlaşma yaptık," diye söze başladı, hiç vakit kaybetmeden. "Anlaşmanın bir şartı da, aile işlerine dâhil olmandır. Bugün benimle gel. Köylülerden birinin anlaşmazlığını çözeceğiz. Gözlerin açık olsun. Bu dağların adaletini öğren."
Bu bir gözdağıydı, üstünlük gösterisi. Sahra içini çekti. Zayıf hissettiği bir anda onu sınamaya getiriyordu. Ama 'hayır' deme lüksü yoktu.
At sırtında, Devran'ın ve iki silahlı adamının arasında, köye doğru yol aldılar. Yol boyunca konuşmadılar. Köye vardıklarında, iki aile arasındaki basit bir sınır anlaşmazlığını çözmek, Devran için saniyeler aldı. Tek bir bakış, bir homurtu ve tehdit kokan birkaç cümle... Diğer taraf hemen pes etti.
Dönüş yolunda, Devran atını Sahra'nın yanına sürdü. "Gördün mü?" diye sordu, sesinde bir gurur vardı. "Burada kanun benim."
Sahra, yorgunluğuna ve korkusuna rağmen, içindeki öfkeyi bastıramadı. "Gördüm," diye karşılık verdi, soğuk bir ifadeyle. "Adaletin değil, korkunun nasıl işlediğini gördüm. İstanbul'da buna 'kabadayılık' derler. Çok zekice."
Devran'ın kaşları çatıldı. Atının dizginlerini sertçe çekti, Sahra'nın önünü kesti. "Sözcüklerinle oynama, İstanbul kızı. Bu dağlarda keskin olan sadece bıçaklar değildir."
Tam o sırada, arkalarından gelen gür bir kahkaha yankılandı. "Vay amca, vay! Yeni gelinle at gezintisi mi? Ne romantik!"
Sahra döndü. At sırtında, güneşten yanmış yüzünde sırıtan, gözlerinde asi bir parıltı olan genç bir adam duruyordu. Üzerindeki giysiler Devran'ınkiler kadar pahalı değildi ama üzerinde taşıdığı tüfek ve bıçaklar onun da önemli biri olduğunu gösteriyordu. Bu, Deli Ali olmalıydı.
Devran'ın yüzü gerginleşti. "İşin yok mu senin, Ali? Çobanlarla kavga etmeye mi gidiyorsun?"
Ali, omuz silkti. "Can sıkıntısından iyidir, amca. En azından benim kavgalarım yüz yüze olur, arkadan yemeklere zehir karıştırmak değil." Sözleriyle, doğrudan Sahra'ya bakıyordu. Anlamıştı. Demek olan bitenden haberi vardı.
Devran hiddetlendi. "Dilini tut, serseri! Yoksa seni de bir anlaşmazlık çözümüne dahil ederim!"
Ali, kahkahasını kesti ama gözlerindeki alaycı ifade gitmedi. Atını Sahra'nın yanına sürdü. "Demek sensin İstanbul'dan gelen güvercin? Kanatlarına yenilmekten memnun musun?" diye sordu, sesi alçak ve rahatsız edici derecede yakın.
Sahra, onunla yüzleşti. "Beni zehirlemeye çalışanın sen olup olmadığını henüz bilmiyorum. O yüzden soruna cevap vermeyeceğim."
Ali, bu açık sözlülük karşısında şaşırdı, ardından daha da çok sırıttı. "Bravo! En azından korkak değilsin. Zehir konusuna gelince... Ben işimi temiz yaparım. O yemeği yeseydin, şu an at sırtında olmazdın. Bu, seni burada istemeyen başka bir 'hane halkının' işi." Göz ucuyla Devran'a baktı.
Gerginlik, aralarında elektrik gibi çakıyordu. Devran, Ali'ye öyle bir baktı ki, hava soğudu. "Konağa dönüyorum. Sen, Ali, uzak dur benden. Ve ondan," diyerek Sahra'ya döndü, "eve varır varmaz odama gel. Konuşmamız gereken şeyler var."
Devran ve adamları uzaklaşırken, Ali ve Sahra bir anlığına yalnız kaldılar. Genç adam, sırıtmasını bir an için bıraktı. "Dikkatli ol, güvercin," diye fısıldadı. "Bu kafeste seni bekleyen sadece bir kedi değil. Bir sürü yılan var. Ve ben, yılanlarla oynamayı severim." Sonra, dizginlerini sertçe çekip, tam ters yöne, dağlara doğru dörtnala kalktı.
Sahra, onun uzaklaşan siluetini izlerken içi karmaşık duygularla doldu. Ali tehlikeliydi, evet. Ama aynı zamanda bir müttefik, bir kargaşa unsuru olabilirdi. Devran'ın dikkatini bölecek biri.
Konağa döndüğünde, doğruca Devran'ın çalışma odasına gitti. İçeri girdiğinde, Devran'ın arkası dönük, pencereden dışarı bakıyordu. Kapıyı kapattığı anda döndü. Yüzünde, artık o bildik soğuk öfke değil, daha farklı, daha kişisel bir hiddet vardı.
"Bugün benimle dalga geçmeye cüret ettin," diye başladı, sesi tehlikeli bir alçaklıkta. "Ali'ye göz kırptın. Sınırlarını öğrenmenin zamanı geldi, anlaşılan."
Sahra geri adım atmak istedi ama yapmadı. "Sadece gerçeği söyledim. Ve Ali benimle kendi istediği gibi konuştu. Onu kontrol edemiyorsan, bu benim suçum değil."
Devran hızla üzerine yürüdü. Onu yakalayıp duvara doğru ittirdi. Dünkünden daha sertti. "Bu evde her şey benim kontrolümde, anlıyor musun? Sen de, o serseri de, herkes! Bu bir aylık süre bir lütuf, bunu unutma. Ve lütuflarımı geri çekebilirim."
Sahra'nın nefesi kesiliyordu ama sesini mümkün olduğunca sert çıkarmaya çalıştı. "O zaman anlaşmamız biter. Ve İstanbul'daki 'bağlantılarım' devreye girer."
Devran'ın yüzüne öyle bir ifade yerleşti ki, Sahra her şeyin bittiğini düşündü. Ama sonra, beklenmedik bir şey oldu. Devran, yakınlığını azalttı, ona garip bir şekilde baktı. Öfkenin yerini, yoğun, rahatsız edici bir merak aldı.
"Sen gerçekten farklısın, değil mi?" diye mırıldandı, neredeyse kendi kendine. "Diğerleri ağlardı, yalvarırdı... Ama sen... sen daha çok direniyorsun. Tıpkı..."
Sözünü tamamlamadı. Geri çekildi, masasına doğru yürüdü. "Gidebilirsin. Ama uyarıldın. Bir daha bana saygısızlık etme. Ve Ali'den uzak dur. O, senin oyunların için fazla vahşi."
Sahra, odadan çıkıp kapıyı kapattığında, sırtını duvara dayayıp derin bir nefes aldı. Kalbi deli gibi çarpıyordu. Devran'ın son bakışındaki o değişim... Korkunç bir şeydi. Öfkesinden daha tehlikeli olabilirdi.
O gece, yatağında uyuyamadı. Zehirin tadı, Devran'ın elleri, Ali'nin sırıtan yüzü, Mehtap'ın ölüm döşeğindeki sözleri... Hepsi zihninde dönüp duruyordu. Kıvılcımı çakmıştı, evet. Ama şimdi, alevler içinde yanma ihtimali, yangını çıkarma ihtimalinden çok daha yüksek görünüyordu.
Ayağa kalktı, pencereye yürüdü. Ay, kara bulutların arasından sızmaya çalışıyordu. Aşağıda, avluda, bir sigara ateşinin kırmızı ucu hareket ediyordu. Bir an, ışık yüzü aydınlattı. Ali'ydi. Yukarıya, tam onun penceresine bakıyor gibiydi. Sonra, sigarasını yere atıp ayağıyla söndürdü ve karanlıkta kayboldu.
Sahra, titreyen elleriyle pencere kenarını tuttu. Bu bir savaştı. Ve savaş alanı, bu lanet olası konaktan çok daha genişti. Şimdi anlıyordu. Düşmanları sadece duvarların içinde değildi. Ve belki de, müttefikleri de öyle.
Karanlığa fısıldadı: "Kıvılcım ol dedin, Mehtap Hanım. Peki ya yangın kontrolden çıkarsa?"
Cevap, sadece uğultulu rüzgarda saklıydı.