bc

KARA PEÇE (Türkçe)

book_age18+
2.9K
FOLLOW
12.5K
READ
dark
drama
tragedy
mystery
like
intro-logo
Blurb

(+18) Demirkazık dağının eteğini kendilerine yurt edinmiş bir avuç köylü. Ve o köyün başına kara bulut gibi çöken, lakabına iblis dedikleri, toprak sahibi Halil ağa. Yüzüne taktığı kara bir bezle ortalıkta dolaşan, kimilerine göre kasabanın hayalet kahramanı,kimilerine göre de baş belası olan, Kan-su. Ve bu ikilinin amansız savaşı.

Iblis ve hayaletin tam ortasında çakılı, iki hedef.

Biri; kusurlu gözlerin, kusursuz bedene kulp taktığı kekeme dedikleri kaşıkçı Ömer.

Diğeri ise iblis Ağa'nın biricik kardeşi Esengül.

..........

Hikâyemde geçen zaman dilimi seksenli yılları kapsar.

Töre ile uzaktan yakından alakası yok.

BU BİR ANADOLU HİKÂYESİ DİR. ..

chap-preview
Free preview
KAŞIKÇI ÖMER
Kaşıkçı Ömer Mevsim kışa doğru hazırlığını çoktan yapmış, aylardan aralığın başıydı. Adını Aladağlar bölgesinde bulunan Demirkazık dağından alan, Demirkazık köyünde yaşayanlar henüz, kara kış dedikleri, komşunun komşuya gidemeyeceği günlerle karşılaşmamıştı. Fakat son birkaç gündür ‘bugün yarın kapınızdayım son hazırlığınızı ona göre yapın’ dedirten, insanın suratını bıçak gibi kesen bir soğuk vardı. Sabahın kör saatleri dedikleri şu vakitte, Mustafa imam muazzam çıplak sesiyle köylüyü namaza davet ederken, yola düşenler o keskin soğuktan nasibini alanlardandı. Kimi ömrünün son demlerinde, kimi orta yaşını çoktan geçmiş, ihtiyar diyebileceğimiz, on yahut on beş kişi davete icabet etmek için evlerinden çıktıklarında, suratlarından düşen bin parçayla camiye doğru sessizce ilerlemekteydi. Ayaklarının altında ezilen, donmuş topraktan çıkan buz çıtırtılarının sesi ve imamın çağrısına eşlik eden köpek ulumaları dışında kimseden ses çıkmıyordu. Birbirlerine sadece başlarıyla selam vermişler, aynı yol güzergâhında, önlü arkalı ikişer gurup halinde konuşmadan yürüyorlardı. Onlar aynı derdin içinde birebir savaşmayı tercih edenlerdendi. Hepsinin derdi aynı olsa da sesli dile dökmekten ödleri kopuyordu. Tek yardım isteyecekleri biri vardı ki O tekti. O yüceydi. O kapısına yardım niyetinde aşındıranları asla geri çevirmezdi. Bedenler farklıydı. Kimi iri kimi zayıf. Bazısı ışıl ışıl temiz, bazısı biraz kirliydi. Kiminin niyeti çok İyi, ötekinin biraz kötüydü. Fakat şu soğukta üşüyen hallerine aldırmadan gittikleri o kapıda, dışarıdan hiçbiri sesli dile getirmese de namaz sonrası ellerini açtıkları vakit, içlerinden geçirdikleri yakarış birebir aynıydı. Sonsuz Rahmetinden sual olunmayan Allah’ım. Bizi kavuşturacağın yeni günlerde, beni ailemi ve tüm sevdiklerimi zalimin zulmünden koru (âmin) derken hepsi sessizce kimse duymuyordu. ....... Mustafa İmam, asli görevini şükür ki bugün de yapabilmiş olmanın mutluluğu ile namaz sonu duasını ettikten sonra, oturduğu yerden ayağa kalktı. Caminin içine baktığında havanın da etkisiyle arkasında saf tutan köylüden geriye kimse kalmamıştı. Onlardan yarım saat önce gelip yaktığı sobaya doğru yürüdü. İçinde yanan köze baktı. Bir sakatlık çıkmasın diye ateşin tamamen sönmesi için biraz oyalandı. Neme lazım dışarıda fırtına vardı. En ufak kıvılcım, kenarları eskimiş sobadan dışarı çıkar, yangın çıkabilirdi. Dağılmış tespihleri yerine koydu. Kuranı kerimlerin ve birkaç dinî kitabın bulunduğu rafları düzenledi. Zamanın da yeşil rengine boyanmış şimdilerde ise o renkten eser kalmamış, dokunsa dağılacak olan bakımsız tahta pencerelerin kapalılığından emin olmak için bir kez daha baktı. Güya kapalıydı! İşlerini bitirdikten sonra sobanın söndüğünden tamamen emin olunca, erkenden gelip tek tek yaktığı, duvara asılı gaz lambalarını da söndürerek kapıya yöneldi. Dış kapının korunaklı bölümüne ait, iç kısmına yerleştirilen tahtadan yapılmış ayakkabılıktan siyah mest lastiği ayakkabılarını giyerek çıktı. Hava ciddi manada soğuktu. Beyaz yüzü kuru ayazın da etkisiyle kızarırken, dışarı çıkan nefesinde ki buhar yoldaşlık ediyordu. Paltosunun yakasını kaldırarak, sert esen rüzgâra karşı kendisini korumaya aldı. Evi caminin hemen arkasında olmasına rağmen o, her sabah namazından sonra yaptığı gibi köy meydanına doğru yöneldi. Hızlı adımlarla nefes nefese yürümeye başladı. Üşüyen cemaat koşarak evlerine gitmiş olmalı ki kendisi ve sokak köpekleri dışında köyün içinde kimse yoktu. Aslında o da onlar gibi evine gidebilir, sıcacık yanan sobasının dibinde şafak sökene kadar tatlı bir uyku çekebilirdi. Şu çıkan soğuğa karşı düşünceleri bu yönde olsa da ayakları gitmek istedikleri yeri iyi bildiğinden, cayarım korkusuna düşmüş olacaklar ki fazla aceleciydi. Pekâlâ kendisi de bu durumdan çokça hoşnuttu. Allah'tan köy meydanı ile cami arasında çok büyük bir mesafe yoktu. Birkaç sokak dönemecinden sonra iki yüz metre kadar ilerisi, köylünün genellikle alışveriş ve sohbet için bir araya geldikleri meydana çıkıyordu. Meydan dedikleri bir nevi küçük çarşıydı. Hepsinden birer adet bulunan küçük dükkanlar karşılıklı dizilmişti. Bakkal Nuri, Berber Hasan, Terzi Mahmut, Hırdavatçı Remzi ve Kaşıkçı Ömer’in bulunduğu dükkanlardan ibaretti. Köy küçük olmasına rağmen işlevi büyüktü. Çünkü civar köylerden de alışveriş için bu köyü tercih ettikleri için insanların ihtiyaçlarını giderebileceği her şey vardı. Tabi cebinde para olanlar için. Yazın cıvıl cıvıl olan bu mini çarşı, hâliyle kış aylarında bazı günler öğlene kadar kapalı olurdu. Yoğun kar yağışları olduğunda ise birkaç gün açılmazdı. Tek bir dükkân hariç. Kaşıkçı Deli Ömer’in dükkânı. Mustafa hoca yine yanılmamıştı işte. Havanın bu denli soğuk olmasına rağmen, Ömer’in dükkânının hem sobası hem de küçük ahşap penceresinin çıkıntısına yerleştirdiği çıra lambası yanıyordu. Ve adı gibi emindi ki sobanın üzerinde demlenmiş çayı da hazırdı. Yanılmadığının ispatıyla yüzünde oluşan sıcak tebessümü esirgemedi. Dükkâna doğru acele ederek adımlarını hızlandırdı. Aklına ne takıldı ise içeri girmeden önce pencerenin önünde durdu ve içeriyi izlemeye başladı. Pencere önüne konulan çıranın da etkisiyle, gölgesi karşı duvara, Ömer’in kendi elleriyle işlediği kaşıkların asılı olan duvara yansıdı. Ömer gelenin kim olduğunu bildiğinin alışkanlığından mı nedir istifini hiç bozmadan elindeki işine dalmış öylece devam ediyordu. Mustafa imam onun bu hâlini soğuğa aldırış etmeden bir süre pencere dışından, izlemek istedi. Tek göz küçük dükkânın Ömer’in babasından kaldığını biliyordu. İnsanların onu yorumladıkları hallerine tezat, üç kişinin zor sığabileceği küçücük dükkânı, koca bir dünyaya çevirmiş olduğunu bir kez daha gördü. Elleriyle yaptığı her bir emeği, kireç badanalı duvarlarına muhteşem bir ihtişamla dizmiş, göze hoş bir görüntü sağlamıştı. Tavandan aşağı sarkan ahşap oyuncakların yanı sıra, kendisi için oluşturduğu tek kişilik çalışma masası sanki hiç yer kaplamıyordu. Talaş tozları yerleri katletmekten ziyade, oyuldukları yerden hafif bir el itmesiyle kovanın içinde birikiyor, oradan da sobaya kolayca dökülüyordu. Kapının arkasında çakılı olan rafta ise birkaç bardak, demir sürahi ve birkaç da tabak vardı. Böyle bir dükkânın, böyle muntazam görüntüsü ancak Ömer'in ellerinden çıkardı da bunu kimse kabullenemiyordu Maalesef. Yaşı Ömer’den oldukça büyük olmasına rağmen, onun dükkanında ki sıcaklığı hiçbir yerde bulamıyordu. O yüzden her gün uğrak yeri olmuştu. Buraya geldiğinde kendini dinlenmiş hissediyordu. Oğlu yoktu Mustafa imamın. Üç tane kız evladı vardı. Onları da evlendirmiş hatta her birinden torun sahibi bile olmuştu. Şayet bir oğlu olsaydı, isterdi ki Ömer gibi olsun. Kendine yoldaş kılmasının en büyük sebeplerinden biri Ömer’i oğlu gibi sevmesiydi. “Bu çocuk da başka bir şey var” diyerek, her sabah namazından sonra kendini burada bulmasına bahane kılıyordu. Ömer onun, pencere dışında kendisini izlediğini biliyordu. Fakat ‘dışarıda üşüme buyur geç hocam' demeyi akıl edemiyordu." İçeri girmek istese zaten girer, davete ne gerek var" diye mi düşünüyordu acaba. Böyle düşünüyordu hoca. Yani öyle gözüküyordu dışarıdan. Yine her zaman ki gibi uzun gövdesiyle oturmuş olduğu masa önünde küçücük kalmış, başını hafif omzuna yatkın bir vaziyette eğerek, eline aldığı tahta parçasını yontmakla meşguldü. Kendi halinde, kimsenin akına karasına karışmadan, ormandan getirdiği dalları kesip, biçip, yontarak müthiş işler çıkarıyor, hayatta kendisinden başka hiç kimsesi kalmamış annesi ile kendisine, rızkını çıkarıyordu. Ömer’in işlediği kaşıklar, oyuncaklar, çanaklar dilden dile dolaşır olmuştu. Bilhassa yeni evlenecek olan her genç kızın çeyizinde, mutlaka bulunurdu. Civar köylülerin de gelip almasından ziyade bir de arada bir şehir pazarlarına götürüp satardı. Hem de yürüyerek giderdi. Mustafa hoca birkaç aydan aya dükkânı kapalı olduğunda bilirdi ki Ömer şehre gitmiş. Sonra da bir iki hafta içinde yine yürüyerek dönerdi. Kendisinden başka, kimse necisin neredesin diye sormazdı. Bir de anası. Mustafa imam akıl sır erdiremediği genç adamı izlemekten asla yorgunluk hissetmese de üşüdüğü için harekete geçti. Ömer’in boyundan küçük, mavi tahta kapının tokmağından tutup içeri doğru itekledi. Tahtanın gıcırtısıyla elindeki işi ancak bıraktı Ömer. Omzunun üzerinden baktı, biraz durdu, sonra ayağa kalkarak karşıladı misafirini. Hiç söz etmeden. "Selamın aleyküm evlat! Ne derim bilir misin? Bu gencin hiç mi yatağı bozulmaz, o baş hiç mi yastık yüzü görmez derim " diyerek ilk sözü başlatan yine Mustafa Hoca oldu. Ömer’in mavi gözleri kısıldı. Hafif bir tebessüm sunarak başını omzuna doğru eğdi. İfadesi çekindiğinden biraz da hocanın onu adam yerine koymasının mahcupluğundandı. Bu kez karşılıksız koymadı hocanın sözlerini. Zor bela toparlamaya çalıştığı kelimeleriyle kekeleyerek konuşmaya çalıştı. “Aleyküm selam hocam. Rızık işte ne yaparsın. Kovalamadan olmaz" dedi. Yazıldığı gibi çıkmadı sözcükler. Hece hece döküldü her biri Ömer’in ağzından. Ömer hocaya karşı bazen hiç konuşmaz hep dinler bazen de böyle kısa cümlelerle mükafatlandırırdı. Kekeleyerek karşılık vermeye çalıştığında çoğu zaman doğru olanları söylerdi. Mustafa hoca, onun konuşmaya çalıştığı anlarda, dilinde dökülen hecelerin bu denli tok çıktığını duyunca, kim bilir konuşabilseydi, sedasının ne güzel olabileceğini düşünür dururdu. Hemen sobanın dibine doğru tabureyi koyunca Ömer, beklemeden oturdu. Tahmin ettiği gibi yeni demlenmiş çayın kokusu burnuna geliyordu. " eyvallah Ömer sağ olasın. Üşümüşüm dışarıda " dedi. Ellerini sobaya doğru uzatıp ısınmaya başlayınca Ömer, küçük masayı ayaklarının dibine kadar getirdi. Üzerinde ki tahta tozlarını eliyle gelişi güzel sildi. Hiç konuşmadan alışagelmiş hizmetini sunuyordu. " gerek yok oğlum bak işine " dese de devam etti. Kapının ardında ki duvara çakılı mutfak gereçlerinin olduğu raftan iki bardak, ağzı kapalı şekerlik ve otlu peynir kabını da koydu. Biraz da zeytini vardı. Hepsini masanın üzerine dizdikten sonra yine hiç sormadan çayları doldurmaya başladı. Biliyordu ki Mustafa Hoca, Ömer’in o gök mavisi gözleri konuşur, zanaatını en ince ayrıntısına kadar işlediği elleri konuşur, yolda yürürken aksayan ayağı konuşur, babayiğit dedikleri bedeni konuşur da herkes den kekeliyorum diye sakındığı dili susardı. Ağzından çıkan birkaç hece, bir tek kendisine bir de varı yoğu olan yaşlı anasına olduğunun farkındaydı. ...... Mustafa hoca her zaman yaptığı gibi sorular soruyor, onu bilhassa konuşmaya teşvik ediyordu. Ömer ise onca cümlelere sığdırılan soruları kısa ve öz kelimelerle cevap vererek, kahvaltıdan sonra eline aldığı tahtayı yontarak cevap veriyordu. Çokça dinliyordu. Kulağı hocada eli işteydi. Şafak sökmüştü. Gecenin ıssızlığını kışa rağmen uyanan köylünün sesi canlandırmıştı. Geceden beri devam eden fırtına şiddetini ara ara arttırsa da erken uyananlar yavaş yavaş kahvehanedeki yerlerini almıştı. Mustafa hoca son cümlelerini toparlarken Ömer, ikinci yahut üçüncü kaşığı bitirmek üzereydi. Zamanı öldürmek istediğinde kahvehane yerine Ömer’in yanında olmayı yeğlerdi. Emindi ki diğerleri de ona farklı gözde baksalar onlar da bu ağaç kokulu küçük dükkânı seçerdi. Elli beş yıllık ömrümde şükür ettiği hayatının yanı sıra girdiği şu dükkânda, oturduğu taburede, içtiği çay da ve sırtı ona dönük olan adamın zanaatını yaptığını izlerken aldığı huzurun tadı hiçbir yerde yoktu. Aslında buraya gelmesinin bir amacı yoktu. Ömer’in ağzından dökülecek hecelerin derdinde huzur bulması dışında. Ara sıra ilimden irfandan bahsederdi. Ömer, sadece dinlerdi. Peygamber efendimizin nasihatlerini anlatırdı yine dinlerdi. Anladığından emindi. Baktı Ömer’in kıpırtıları çoğalmış susardı. Sıkmak istemezdi. Birkaç bardak çay içer varsa azığından bir şeyler birlikte yer sonra da giderdi. Biraz çay biraz yiyecek ve birkaç kelime. Onun dışında başka hiçbir şey yapmazdı Ömer karşılığında. Bazen soruyordu kendine. Evde hanımının yaktığı sıcacık soba ve üstünde demlenmiş çay ile beklerken kendisini, sadece bu sebeplerden mi ötürü geliyorum bu dükkâna ‘diye. Belki de ona acıdığını itiraf etmek güç geliyordu kendine. Ömer için deli derlerdi köyde. Saf, kekeme, topal Kaşıkçı da derlerdi. En çok da kurtlu yarası olduğundan bahsederlerdi. Mustafa hoca köylünün bahsettikleri karşısında şiddetle karşı gelirdi. Aslan gibi işinde aşında olan bu delikanlıya, kusurlu gözlerin kusursuz bulduğu bedene kulp taktıklarını düşünürdü. Kızardı onlara. “Etme hocam. Görünür köye kılavuza ne gerek" derlerdi karşılığında. Onların dedikleri gibi göremezdi işte, belki de ALLAH korkusu yoğun olduğundan içinde. Evet kekelerdi Ömer. İki kelimeyi bir araya getiremezdi. O yüzden susardı. Kimseyle konuşmazdı. Kimseye karşılık vermezdi. Verdiği zaman dalga konusu olurdu çünkü. Sol ayağında hafif bir aksaklık vardı. O yüzden iki bacağını dengelemeye çalışırken çokça sallanırdı bedeni. Yürürken sağa sola yalpalandığını hep görürdü de boyunun uzunluğundan da kaynaklanıyor derdi. Asıl önemli olan ise irin kaplı yarası olduğu söylenirdi. Bileğinden dirsek hizasına kadar çaputla sarılmış, altında kapanmayan kurtlu yara olduğu anlatılırdı. Kendisi görmemişti ama görenlerin iddiası ‘açık kocaman yara. İçinden küçük küçük kurtçuklar çıkıyor “olmuştu. Aklı karışıyordu Mustafa hocanın. Eğer anlattıkları gibi olsa nasıl olur da koca tahta parçalarını tek bilek kuvvetiyle yontabilir, hayret ediyordu. Bir keresinde ısrarla bakmak istemişti fakat Ömer, “benden tiksinmeni istemem hocam “diyerek reddetmişti. Onu tanıdığı günden bugüne sarılı koluna her seferinde çare olmak istese de Ömer’in kendisinden uzak kalacağını düşünerek beklemede kalmıştı. Bu oğlanın da imtihanını yaradan, beden ve akıl sağlığından vermişti. Yine de pes etmeyecek elbet o yaranın derdine dermanını bulmak için yardım edecekti. Bugünlük bu kadar yeterdi.” Yarın sabah ezanında yine görüşürüz evlat. Allah'a emanet ol” Diyerek ayağa kalktığında Ömer de kalkmaya yeltenince eliyle omzuna bastırarak durdurdu. “Bak işine giderim ben “dedi. Başını salladı Ömer. Anında hocanın verdiği komutu yerine getirmek istercesine işine döndü. Mustafa hoca onun bu haline tebessüm ederek dışarı çıktığında Ömer ardını dönüp de bakmadı bile. .......... Yalancı kış güneşi Demirkazık dağının tepesinden gülümsemeye başlamıştı. Önce gülümser sonra da suratını astığı gibi yerini kara bulutlara kaptırarak ortalığı fena dağıtırdı. Öyle bir gündü. Fırtınanın dineceği yoktu. Ardından tipiyle kar yağacağını belli ediyordu. Fena ayaz vardı. Yine de Demirkazık köyünün bireyleri, rızıklarının peşine düşmekten gocunmuyordu. Şu kış gününde kim alışveriş yapacak derdine düşmemişler, illaki o küçük dükkanlarını açmaya koyulmuştu. Fakat onlar da tıpkı güneş gibi suratlarından düşen bin parça, karamsarlardı. Dertleri havanın soğuk olması değil, üç kuruş kazanacakları paranın ellerinden alınma korkusuydu. Sabahın rızkını toplamak isteyen esnaf teker teker dükkânlarını açmaya başlamıştı. Rızıklarının ellerinden zorla alınacağını bile bile. Onlar dükkanlarını daha yeni aça dursun Ömer, işlerini çoktan bitirmiş, iri bedeniyle sallanarak, dükkânının önünü bile temizlemişti. Fırtınadan sebep ortalığın toz duman olmasına karşı hem de. Alışmışlardı bu delinin dükkanını neredeyse hiç kapatmadığına. Sabahlara kadar kaşıkları yonttuğuna da. Yalnız işlediği kaşıkların güzelliği kadar, satarken de aklını azıcık kullansaydı, koca çarşıyı satın alacak kadar parası olurdu. Onun gibi kimsenin dükkanına girip çıkan yoktu. Gel velakin bu ahmak kaşıkçı, kimine üç kuruşa kimi de buna beş kuruş ödemeden aldıkları gibi çıkıyorlardı dükkândan. Birkaç kez yol yordam göstermek istemişler “Bak oğlum para iste. Bedava verme kimseye “deseler de hiçbirini dinlememişti. Hoş söyleneni anlayabiliyor muydu ki. "Ancak olduğu yerde sallansın dursun" demişler sonra da onun akılsız işlerine karışmamışlardı. Onu şu soğukta dükkânın önünde hazırlık yaparken görenlerden bazıları selam vermiş bazıları da sanki o orada hiç yokmuş gibi davranıp islerine dönmüştü. Bu hep böyle olurdu. Kimi Allah’ın selamını esirgemezken, kimi de başını çevirip önünden geçip görmezden gelirdi. Zaten selam verseler de vermeseler de Ömer için değişen bir şey yoktu. O kimseyi görmez, genellikle başı omzuna eğik durur sabahtan akşama kadar tahta oyar, sonra da yaptıklarını satar, işi bitince de evine giderdi. Şafak sökmeden de yine dükkanında olurdu. Hoca gittiğinden beri birçok işini halleden Ömer, dükkanının önünü süpürdükten sonra tezgahını kurmuş, ortalığı kasıp kavuran fırtınaya aldırış etmeden, yaptıklarını büyük bir titizlikle üzerine dizmişti. Onu izleyenler ‘şu fırtına da tezgâhın uçar’ diye yol göstermeye kalksalar yine kendi yarım aklıyla iş yapacağı için karışmamışlardı. Herkes kendi dükkanının içinde sobasının başında iken o nihayet yorulmuş olacak ki tabureyi kapının önüne koyup oturmuştu. Rüzgâr sert siyah saçlarını alabora ederken, uzayan sakallarıyla şakalaşmaya tutuşmuş, görüntüsü güzelliğine inat darmaduman olmuştu. Delilere soğuk işlemez dedikleri bu olsa gerekti. Sanki çıkan fırtına en yakın dostuymuş gibi karşısında kollarını bağlayarak, sırtını duvara yaslamış, uzun bacaklarını öne doğru uzatarak, sohbete tutuşmuştu. Bir de gözlerini dinlendirmeye kalkınca, kimse onun aklının bir şekilde çalıştığını iddia edemezdi. Yarım saat doldu ya da dolmadı, kulağına dolan iki kadının konuşmalarını duyduğunu belli ederek yerinde kıpırdansa da gözlerini açmamıştı. “Eh be halam. Şu halimize bak! olacak iş mi şu yaptığımız “derken biri diğeri de soluk soluğa cevap veriyordu. “Yavrum bilemedim ki yerin göğün birbirine karışacağını. Beş dakika da gider geliriz dedim. Neyse gelir şimdi Cezmi. Gel o gelene kadar şu kaşıkçıya girelim “ Ömer kapının hemen yanında uyur vaziyette, iki kadın da tam karşısında ona bakıyordu. “Manyak mı bu?” diyen gençten birine ait sese, halası müdahale etmişti. “Ayıptır yavrum deme öyle. Bu çocuk şey biraz. Nasıl desem aklı az eserekli derler “diye fısıldamıştı. “Az mı? Hala görmüyor musun şunun halini. Sanki yaz ayında kalmış da tarlasında keyif yapıyor “derken genç kız halasının sessiz fısıltısına inat bağırarak konuşmuştu. Halası, dudağını parmağını koyarak sus işaret yapsa da oralı olmamıştı. Orta yaşlarını çoktan geçmiş kadın baktı olacak gibi değil, Ömer’ e seslenerek gözlerini açmasını sağlamıştı. “Evlâdım, biz birkaç şey alacaktık. Giriyoruz içeri “diyerek. Ömer durduğu pozisyonu bozmadan yüzlerine baktı ama cevap vermedi. Kadın onun bu hallerine daha önce de şahit olduğu için cevap vermesini beklemeden bir de çokça üşüdüğünden, yeğeninin itirazlarına aldırış etmeyerek kolundan tuttuğu gibi dükkânın içine dalmıştı. “Yavrum çocuk gibi amma mızmızlandın ha! Ne bileyim ben az insan yüzü gör diye zorla çıkarttım. Sakin ol da biraz ısınalım çıkarız" derken genç kıza doğru o dükkânın ortasında söylenmeye devam ediyordu. “Kapıdaki gibi insan göreceğime hiç görmeyeyim daha iyi hala. O ne biçim bir insan. “ Halası Ömer’in yaptığı kaşıklardan çorbalık için olanı eline alıp incelerken cevap verdi. “Elin garibinin sana zararı ne Esengül. Boş yere günaha giriyorsun” “Neresi garip yahu! Garip olan dükkanına kimin geldiğine bir bakar öyle değil mi? Koskoca Halil ağanın ailesi gelmiş diye içeri davet eder. Ne satabilirim derdine düşer. Bu nasıl bir garip de kılını kıpırdatmıyor. “ Şükran hala Ömer’in halinden çok yeğeninin tavrına üzüldü. Yıllardır kendini hapsettiği evden ötürü ne köyden ne köylüden haberi vardı. Duyguları dersen ağabeyinin duygularıyla yarışa tutuşmuş, benzemez olan diğer yeğenine benzemeye başlamıştı. Hisleri de tıpkı badem gözlerinin solduğu gibi bitip tükenmek üzereydi. İkili kendi aralarında konuşurken nihayet Ömer, uykusunu almış olacak ki tam karşılarında sendeleyerek durdu. Esengül onun bu dağınık görüntüsü karşısında ürkünce irkildi. Fakat belli etmedi. “Evlâdım ben şu seçtiklerimi alacağım “derken halası, fiyatını sordu. Ömer önce seçtiklerine baktı. Sonra da cevap vermeyerek taburesine oturup sırtını döndü. Esengül gördükleri muamele karşısında daha fazla tahammül edemeyince hışımla, halasının elinden aldığı kaşıkları tuttuğu gibi yere fırlattı. “Aptal mısın sen! Karşında insan var senin. Sen kimsin ki sırtını dönüyorsun bize “diye bağırdı. Ömer yeniden ayağa kalktığında, mavi gözlerini kocaman açmış yerdeki kaşıklara bakıyordu. Neredeyse yedi yaşından itibaren yaptığı bu kaşıklar bir günden bir güne çizik dahi olmazken, kızın küçücük darbesi ile hepsinin ikiye ayrılması onu bozguna uğrattı. Gözleri yerdeki kırık kaşıklardan kıza doğru çevrildi. Esengül iki eli belinde burnundan kıl aldırmazken karşısındaki Kaşıkçının kızgın mavi gözleri gözlerini bulduğunda, içindeki titreme dışarının soğuğundan daha keskindi.

editor-pick
Dreame-Editor's pick

bc

Mafyanın Namusu

read
94.1K
bc

Vampir Ve Mafya 2

read
1.5K
bc

Mafyanın Barbi Bebeği

read
115.6K
bc

YERALTI KRALİÇESİ +18

read
18.2K
bc

Kaybolan Hisler +16

read
5.1K
bc

Kehribar Lisesi

read
3.1K
bc

Kedicik

read
5.1K

Scan code to download app

download_iosApp Store
google icon
Google Play
Facebook