Bir Donuk Güzel Esengül

3729 Words
Esengül kaç sabah daha ağabeyinin yaptığı kötülüklerin sesiyle uyanacaktı kim bilir. Yine koca avlunun içinde hangi köylünün ifadesini alıyordu ki küfür sesleri odasının içine kadar ulaşıyordu, penceresi kapalı olduğu halde. Gecenin yarısını çoktan geçmiş bir saatte yattığı için sürekli sabahın köründe sırf bu sesleri duyarak uyanmaktan bıkmıştı artık. Yavaşça gür kirpiklerini araladı. Kahverengi gözlerinde ki elem, uyku sersemliğinden değil her yeni güne aynı şeyleri yaşayarak uyanmasındandı. Kıpırdamadı hiç yerinden. Tarihi dokusu ile dedesinin babasından kalma içe doğru huni şeklinde olan işlemeli tavandan gözlerini çekmedi sadece. İlmik ilmik işlenmiş ahşap oylumları çocukluğundan bu yana izlediği halde ilk kez görüyormuş gibi davrandı. Renklerin ahengine kapılıp duymamaya çalıştı sesleri. Her sabah yaşadığı bu işkencenin bitmesi için sessizce yattığı yerde beklemeye başladı. Üç katlı taş evin avlusunda duyulan sesler her geçen gün biraz daha kendinden en gerekli duygularını alıp süpürüyor, içi kibirle doluyordu. Kötü adam olan kişi ağabeyi, iyiler ise önünde el pençe bin perişandı. O şu küçücük köyde her şeyin farkındaydı da “yeter artık rahat bırak milleti. Ne istiyorsun, elin gariplerinden" demek içinden gelmiyordu. Ya da işine gelmiyordu. Gören gözü kör işiten kulağı sağırdı âdeta. Aslen gören gözlere, güzel duyan kulaklara göre Zalimin donuk bacısı olsa da ölüm ile yaşam arasındaki ipin üzerine oturup sırasını bekleyen sessiz soğuk bir kız olduğunu ne yazık ki kimse bilmiyordu. Varlığım kendime bile faydası olmamışken, ses çıkarsam kime ne çare olacağım diye düşündüğü için kendince susmanın doğruluğuna sığınıyordu. Yıllardır kendi derdine bile çare bulamamışken başkalarının yaralarını nasıl saracaktı ki. İçinde cıvıl cıvıl küçük bir kız çocuğunun dışarıda yaşanan olaylara meydan okuduğunu duymamazlıktan gelerek banane demeyi bilmişti hep. Geçmişin yarası yüreğinin derinliklerinde hâlâ kanarken, kimseyi göremeyecek kadar katı bakar olmuştu kahverengi gözleri. Kibirli ve soğuktu. Yeni ömrü ile eski yılları harmanlandıkça birbirlerine, ağabeyinin aynısı olup çıkmıştı. Sadece elinde, şiddet içerikli aletleri ve küfür eden yılan dili yoktu. Zalimin zulmüne dur demeyecek katı bir kalbi bir de kimsenin önünde olur vermeyecek kibirli başı vardı. En son ne zaman kendi akranları ile bir yerde karşılaşmış sohbet etmiş hatırlamıyordu bile. Hoş! Yaşıtları ile karşı karşıya gelse havaya diktiği burnundan dolayı önünde duran kimdir necidir bilmezdi ki. O yüzden adı köyde, İblis ağanın donuk bacısı olarak çıkmıştı. O da bağırmıştı, tıpkı dışarıda ki adamın bağırışları gibi. Yapmaaa! Demişti Yardım edin. Bir şey yapın! Diye inletmişti ortalığı küçücükken. Lakin kimseler ne çığlıklarını kesebilmiş nede annesinin ölümü engelleyebilmişlerdi. En yakını halasından başka kimse evlerine yaklaşıp derdiniz ne demeye tenezzül dahi etmemişlerdi. Genç kız saatlerce ağlamaktan sesi kısılmış, bitap düşen bedenini halasının kollarında bırakarak öylece kalakalmıştı. Şimdi de yatağının üzerinde yatarken, parmağını dahi kıpırdatmak istemiyordu işte. Kimin sesini duysa daha baskın geliyordu çocukluğundan kalan o ses. O yüzden bazı şeyleri kadere bağlıyordu. Nasıl ben kendi kaderimi yaşayarak çekiyorsam onlarda kendi kaderlerini yaşayıp öğrenecekler diyordu. Ne yaparsa yapsın kaderin önüne geçilmeyeceğini öne sürüyor, kendini bu şekilde telkin ediyordu. Kandırıyordu bir şekilde kendini. Ben böyleyim diyerek kestirip atıyordu içinden bütün iyi hislerini. Ne düşünürse düşünsün kendine hangi bahaneyi uydurursa uydursun yine de anne babasının iyi yönlerinden kalma damarının seğirmesini bir türlü kesip atamıyordu. Hani şu adamın çığlıklarını duydukça patlama derecesine gelen o iyilik damarı. İşte onu bulup kesmeyi de başaramıyordu. Adam bağırdıkça, kulağını kapatsa da gözlerinin dolmasına engel olamaması da annesi ve babasından kalan duygu miraslarından biriydi. Yıllardır tuttuğu, sadece senenin bir günü yanağına süzülen o damla bugün günü gelmeden aşağıya doğru yol aldı. Yastığına damlayan o küçücük su damlası, azıcık içinde, derinliklerde bir yerde çiçekli elbisesi ile sokaklarda koşturan bir kız çocuğunun bir zamanlar yaşadığını kanıtladı. Hırsla reddetmeye çalışsa da o hissi başaramadı. Baktı olacak gibi değil üzerine örttüğü etamin işlemeli yün yorganı tekmeleyerek ayaklandı. Önce gözünden düşen damlayı elinin tersi ile sildi. Sonra komedinin üzerindeki toka ile uzun saçlarını gelişi güzel toplayarak hırsla pencerenin önüne doğru yürüdü. Alttan açmalı, ahşap ferforjeyi yukarı doğru kaldırarak avluda yaşananları, boş boş bakarak seyretmeye başladı. "Ağam gelen kış günü, üç çocuk ne yer ne içeriz. Yapma etme! Zaman ver ödeyeceğim borcumu " diyen köylünün sesi sanki boğazını parçalıyor gibi çıkıyordu. "Kes lan karı gibi zırlamayı! " Diyen acımasız ağabeyi yine yapıyordu itina ile yaptığı zalimliğini. Adamın geniz yakan pürüzlü sesi avluda yankı yaparken etrafında bulunan herkes eli bağrında çıt çıkmadan dinliyor ve izlemekten başka bir şey yapmıyordu. Kendisi gibi! "Şimdi beni iyi dinle! Gidip Ormandan tam tamına elli bin odunu üç gün içinde getirirsen, alırsın inek ve koyunlarını. Yok getirmezsen tüm kasabanın önünde itlerime ziyafet çektiririm hayvanlarını." Avlunun bir bölümünde zincirlere bağlanmış on adet iri köpek, sanki haberi anlamış gibi hırlayarak, tıpkı sahipleri gibi ürkütücü olduklarını gözler önüne serdiklerinde, eli bağrında aman dileyen adam başını çevirerek o yöne baktı. Herkesin anlatıp durduğu iblisin katil köpeklerini yakından ilk kez gördü. Sesini az yükselterek bir umut daha dilendi. "Yapma Halil ağa! Etme eyleme! Elli bin odun ne demek, nasıl bulurum etraf orman bekçisi kaynarken. Çok zor. Madem öyle İneğin birini al borcuma karşılık" dedi. "Ne yapayım senin cılız ineklerini. İki güne kalmaz ölür o hayvanlar. Şimdi yıkıl karşımdan. Unutma üç gün içinde elli bin odun. Tek tek sayacağım ona göre" diye kükredi. Genç kız ağabeyinin tükürük saçan vicdansız sesine biran gözlerini üzerine diksede, söylediklerinin bitmediğini ve arkasından ne geleceğini çok iyi bildiği için, pencereyi aşağıya doğru çekip indirdi. "Bu arada kırın ayak parmağını da aleme ibret olsun. Ağa'nın adamlarını peşinden getirtmek neymiş anlasın it " diyerek arkasını döndüğü gibi yürümeye başladı. Bir iki dakika geçmedi ki yükselen feryat, genç kızın yatakta oturmuş vaziyette gözlerini yummasına sebep verdi. Biliyordu ki bu adam can yakmadan ceza vermezdi. ..... Ceviz ağacından olan eskitme giysi dolabının kapaklarını açarak eline ilk gelen bordo belden oturtmalı eteği ve beyaz ipek gömleğini alıp yatağının üzerine bıraktı. Dolabıyla takım olan, küçük camekanın içinden şal seçmek için uğraşırken kırk yıllık işleme baskılı kapısı gıcırdayarak açıldı. Olduğu yerde durdu ama arkasına dönme ihtiyacı duymadı. Gelenin kim olduğunu gayet iyi biliyordu. " Güzel guzum uyanmışsın. Bende sana bakma ya geldiydim " diyen yıllardır kahırlarını çeken halasından başkası değildi. "Uyanmak mı " dedi seçtiği yeşil ipek şalı yatağının üzerine fırlatarak. "Ne uyuması hala. Günlük feryat figandan sonra gözlerini yummaya gör. Rahat vermezler ki uyuyayım " dedi. Şükran hanım yeğeninin bu haline iç çekerek yanına doğru adımladı. Elini omuzlarına yerleştirdi. Yeğeninin ne demek istediğini biliyor dilinden dökülenlerin yalan olduğunu bir tek kendisi anlıyordu. " geçen aylar ağandan borç almış ödememiş. Bizimki de tek geçim kaynakları olan iki ineği neredeyse iki haftadır rehin tutuyor. Onun hengamesi bahçede yaşanan " Esengül omuzlarını silkti. Umurumda değil görüntüsü çizdi her zamanki gibi. " alları yeşilleri seçmişsin. Haydi giy de günün de böyle şenlensin " diyerek konuyu değiştirmeye çalıştı. Esengül'ün dudakları alayla kıvrıldı. " bize şenlikli bir gün, en son ne zaman nasip oldu hala" dedi. " Deme be guzum. Güzel olması için Bismillah çek bu yeni güne. Belki aydınlık olacak bundan sonra ne bilirsin. Kötüyü çağırmak da ne. Az umut dilen, istekli ol olmaz mı " diye karşılık verirken halası gözlerinde ışıldayan gözyaşını hissettirmeye çalıştı. Çünkü kendisi de biliyordu söylediği sözlerin genç kıza tesir etmeyeceğini. Onun için yeğeni yürüyen ölüydü. Ağabeyinden kalma iki emanetten biri dünya güzeliyken ruhu çekilmiş soğuk bir kız olup çıkmış, diğeri ise güçlü ve paralı olduğu halde bir tek merhamet ve vicdan sahibi olamamıştı. ••••••• Soğuğu can yakan Demirkazık dağının eteğinde bulunan küçük köyde, gün geceye gece güne kavuştu. İblis ağanın gözüne girenlerin bacası tütüyor, kötülüğünden nasip alanların ise iki baş hayvanın çıkardığı tezeklere bakıyordu bacalarından çıkacak olan duman. Kimi soğuk kimi sıcak geçirdiği gecelerden sonra, uzun zamandır ilk kez gülümseyen güneşe merhaba demişti köylü. Kış günü iş olmadığı için evlerinde ya da ahırı olan hayvanlarıyla vakit geçiriyordu. Birkaçı hariç. Ormanın içinde şu soğukta harıl harıl kuru odun toplayan o kişiler, gaddar ağanın ağına takılan, Kör Ahmet'in oğlu, Garip Hasan için kolları sıvamış, elli bin odunu toplamak için orman bekçilerine yakalanmamayı umut ederek uğraşıyorlardı. Toplanan odunları köyün az ileri gelenlerinden sağladıkları iki traktöre yüklediklerinde, hepsinin yüzünde aynı ifade vardı. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Sanki konuştukları an yerin kulağı var da Halil ağa duyacak gibi davranıyorlardı. Şayet duyduğu an gariban Hasan'a bile böylesi cezayı reva gören kim bilir kendilerine ne yapardı kestiremiyorlardı. Sesleri çıkmadan, bedenlerini konuşturarak sadece işlerini yapıyordu her biri. Nasıl olsa topladıkları odunları iblis ağa kendilerine parayla satacağı için en iyisi olmasına özen gösteriyorlardı. Ekip diktikleri toprak onundu. Allah'ın dağından süzülen, bağ bahçe suladıkları dere bile onundu güya! Ormanda biten kuru odunlarda. Öyle bir sindirmiş, öyle bir inandırmıştı ki milleti, sanki kendi kurduğu küçük devletin içinde baş kesendi. Sessiz olmasalar ne yapacaklardı. Zamanında elbet karşı çıkmayı cesaret eden çok kişi olmuştu. Ona karşı gelenlerden birkaç aile tabiri caizse arkalarına bakmadan büyük şehirlere göç etmişti. Babayiğit gençlerden ikisi türlü oyunlarla hapise girmiş, biri de faili meçhul bir cinayete kurban gitmişti. Bunları bilen köylü nasıl ses çıkarabilirdi. Üstelik ülkenin durumu şehirlerde seksen darbesiyle hayli karışıkken kim göçmeye cesaret edebilirdi, kendi topraklarından. Haydi cesaret eden olurdu olmasına da otundan tut, çöpüne kadar borçlandıkları bu zalim adam onları bırakır mıydı? Elleri kolları bağlıydı işte. Ancak böyle durumlarda birbirlerine sessiz sedasız destek çıkabiliyorlardı. Aldıkları cezaların yükünü paylaşarak. Şu an yaptıkları gibi. ●●●●●●● Esengül yatağında yeni bir güne gözlerini açarken, diğer günlerden hiçbir farkı yoktu. Güneş mi doğmuş, kış mı gelmiş, yaz mı bitmiş umurunda olmayan, adına yeni bir gün dedikleri onun için sadece saatlerin geçmesinden ibaretti. Hep yaptığı gibi oyalanmadı yatağında bu kez. Ayağa kalktı. Gardırobuna yöneldi. Eline aldığı kadife kışlık elbiseyi, pijamalarını çıkardıktan sonra giydi. Saçlarına, yüzüne, gözüne gelişi güzel çeki düzen verdikten sonra suratında hiç bozulmayan aynı ifadeyle odasından çıktı. Başı dik, suratı asık bir vaziyette tek katlı ahşap merdivenlerin kenarından tutunarak aşağı indi. Burası konağın girişi sayılırdı. Dikdörtgen şeklinde geniş odayı salon olarak kullanıyorlardı. U şeklinde dizilen üstünde yaldızlı örtülerin ve kırlentlerin bulunduğu ahşap sedirler vardı. Kapının kenarında bulunan kuzine soba, ısıtma işlemini fazlasıyla görürken, diğer odanın girişleri de buradan sağlanıyordu. Üst katta bulunan dört odada kendileri uyurken biri ağabeyinin gizli odasıydı. Salonun ortasında yere serilen sofranın üstünde, bakır sinide kahvaltının çoktan hazır olmuş olduğunu gördü. Sevgili ağabeyi! Ve halası çoktan oturmuş yemeye başlamışlardı bile. Ağır adımlarla ilerleyerek tek kelime etmeden oturdu. Sofrayı dizlerine çekip sininin üzerindekilere baktı. Onu gören yardımcılarından Lütfiye ablası, onun bir şey demesine fırsat bırakmadan sobanın üstündeki çaydanlıktan çayını doldurmaya başladı. Uykusuz gözlerini eli titreyerek çay dolduran kadının üzerindeyken, ağabeyinin sesini duydu. "İnsan olan, yediği sofraya yerleşirken önce etrafındakilere hayırlı sabahlar dileyerek oturur "dedi. İçtiği tütünlerden olsa gerek hırıltılı ve içinde hiç-bir duygu barındırmayan ses sofraya zehir gibi aktı. Ağabeyinden tarafa başını çevirdi. Dudakları alayla kıvrıldı. Attığı zoraki gülme sesi ile Lütfiye ablanın sofraya şıngırdatarak koyduğu bardak sesi yarıştı. "Niye ağam! Ben hayır dileyince sabahlarımız hayırlarla mı dolacak sanki" dedi Sesi kendinden emin olsa da gözlerinde ki yangın bir köyü yakmaya eşdeğerdi. Halası yıllardır bu duruma alışık olduğu için sadece kaşlarını kaldırarak engellemeye çalıştı. Lütfiye abla yazmasını çekiştirerek anında mutfağa koştu. Sininin tavanla buluşacağını bildiği korkuyla kaçtı. Halil ağa karşısında sesini yükselten kardeşinin yavaş yavaş kendisine benzediğine içten içe sevinmiyor değildi. Kendisi gibi birini ister miydi? Onu da bilmiyordu ama böylesi sanki daha cazip geliyordu. Aynı kanı taşıdığı karındaşının güç ve irade sergilemesin hoşuna gidiyor, lakin bu gücü başkalarının üzerinde denese iyi ederdi. Kırk yaşında olan Halil ağa hiç ölmeyeceğini sanıp hareket etse de ardında mezarını kazıyarak onu yerleştirecek olan tek kişinin kardeşi olduğunu biliyordu. Şayet kardeş demek onu sevmek bu demekse, yâni kendisine faydası dokunacağını hesap ettiği kişilere duyuluyorsa bu sevgi, seviyordu kardeşini. Düşündüklerini hesap edince bugün ki çıkışını görmezden gelebilirdi. "Yemeğini ye Esengül. Ye ki ağzın doluyken daha fazla asabımı bozmamı engelle" diyerek önünde nerdeyse kuş sütü eksik olan kahvaltısını bitirmeye koyuldu. Köylü açlık ile mücadele verirken. Tıpkı bedeni gibi ezelden yorgun olan dilini, daha fazla yorma gereği duymadı Esengül. Yufkanın arasına koyduğu iki dilim peyniri sinirle ağzına götürdü. Halil ağa gözünün altından kardeşinin yediği küçük lokmaya sinirle baktı. Ömrü boyunca doğru olmayan gür Kaşlarını daha da çattı. Elinde tuttuğu çayın son yudumunu höpürdeterek içine çekip, yüzünün güldüğünü hiç görmediği bacısını izlemeye koyuldu. Bedeni zayıf olsa da kırsal kesim olan bu topraklara zıt beyaz teni dikkat çekerdi. Gün görmez güneş bilmez olunca, normaldi haliyle. Soluk tenine inat tıpkı kendisi gibi simsiyah gür kaşları vardı. Gür ama kalemle şekillendirilmiş gibiydi. Kendi sarı ve pörtlek gözlerine inat kahverengi ve hafif yanlara doğru çekikti. Annesi badem gözlüm derdi severken. Zaten annelerine benziyordu, bakışları buza dönüşmüş bacısı. Güzeldi bacısı. Huyunu bilmeyenler, bakmalara doyamazdı. Görüyor duyuyordu. Haliyle seviniyordu. Kapısı hatırı sayılı kişiler tarafından defalarca çalınmış, hatta şehirden gelen önemli adamların bile uğrak yolu olmuştu evleri. Bu duruma memnun kalsa da karşısında oturan kardeşi, gelenleri asık suratı ile boş boş bakarak karşıladığı için geldikleri gibi gitmeleri de bir olmuştu. Tüm uyarılarına rağmen, gelenleri bir şekilde göndermeyi başarıyordu. Üstelik hiçbir şey yapmadığı halde. Birde kulağına dolan dedikodular olunca dişlerini sıkmaktan ağzına dökülmesi vardı ki bu da bacısının suçuydu. -Halil Ağa'nın suratsızmış kardeşi. - kızın yüzünün ışığı sönmüş, ölü den farkı yok. -Böyle donuk bir kızı gelin edeceğime, döşeği boş kalsın oğlumun. Bunun gibi nice sözleri söyleyenlerin cezasını verse de bu kız bu şekilde olduğu sürece güzellikte bir yere kadardı. O yüzdendir uzun zamandır gelip gidende yoktu. Yaptığı uyarılara dikkat vermeyen kardeşinin evlenip gitmesi ya da gitmemesi şimdilik umurunda değildi. Belki oda halası gibi yıllarını ona adayarak bu evde onunla birlikte yaşayıp, birlikte yok olacaklardı. Bunları düşünürken son lokmayı ağzına atıp, elinin tersiyle ağzını sildi. Dizinde ki sofrayı küfreder gibi itekleyerek ayağa kalktı. İşaret parmağını sallayarak ortaya konuştu. "Ben meydana iniyorum. Sizde aşağı köydeki düğün için ikindin vaktine hazır olun” dedi. Kardeşinin gözlerinin içine imayla bakarak "düğünde olması gerektiği gibi davran " diye uyardı. Kardeşinin ve halasının konuşmasına fırsat vermeden, kapıya yöneldi. Esengül tartışacak gücü kendinde bulmadığı için ses çıkarmadı bu kez. Ağabeyi kapıdan çıkarken onun gözleri penceredeydi. Yine birileri eceline susamış olacak ki avluda büyük bir ses kirliliği vardı. Halasına baktı, bilmiyorum işaretini gördü. Neler olduğunu anlamak için ayağa kalkıp, pencereye doğru yürüdü. Avlunun dış kısmında iki traktör kasalarında da yığınla odun vardı. Etrafında biriken küçük kalabalık odunları indirmeye çalıştıkları için bu kadar ses çıkıyordu. Perdenin kenarından asılırcasına tuttu. Yine bir köylünün itirazsız kabul ederek, bir yığın odunu sanki zafer kazanmış gibi getirip, büyük tantana kopararak göstermesine canı sıkıldı. Avlunun dışında ki çorak araziye el çabukluğu ile indirilen odunları gördüğü gibi perdeyi hızla çekerek kapattı. Hiç gitmek istemediği Düğün saati gelene kadar odasına çıkıp, sessizliğine sığınmak istedi. Halasına ve etrafındakilere bir şey demeden arkasını dönüp merdivenlere doğru hızla yöneldi. Arkasından kafasını iki yana sallayarak gözleri dolan halasını bırakarak. ••••••••••••• İkindi vakti, yerini akşamın kızıllığına devrederken hava buz gibiydi. Esengül gideceği düğün için hazırlık yaparken böyle bir havada insanların neden düğün kurduğu hakkında kendince söyleniyordu. Onların ne kadar ahmak olduğunu dile getirmekten her zaman ki gibi çekinmiyordu. Üzerine giydiği, bazı kesimleri ince pullarla işlemeli siyah kadife elbisenin içinde, beyaz yüzü ve çekik kahve gözleriyle göz alıcı olduğunun farkında değildi. Özenmeden hazırlanmış olmasına rağmen. Hazırlığı erken bitince, pencerenin önünde oturmuş dışarıyı izlemeye başladı. Düşünceliydi ve bomboş geçen ömrünün sonuna kadar böyle devam edeceğinin hesabını tutuyordu. Kapısı ağır ağır açılınca yüzünü dönme gereği duymadı. Çünkü biliyordu ki halasından başkası değildi gelen. Halası iki omzuna ellerini koyunca yanılmadığını bir kez daha anladı. İkisi de bir süre hiç konuşmadan, odanın penceresinden dışarıyı izledi. Şükran hanım, yeğeninin pencere önünde düşünceli halini görünce yine içi acıdı. Bu kızın bu evde telef olacak korkusu her geçen gün canını fazlasıyla yakıyordu. Böylesi bir güzelliğin bu yaşta elem örtüsüne bürünmesini hazmedemiyordu. Yine siyahlar içindeydi yeğeni. Ne zaman toplu bir yere gitmeye kalksalar, giyerdi gece renkli kıyafetlerini. Bilseydi siyahın içinde beyaz yüzünün nura büründüğünü giymezdi, onu da bilirdi. Diğer kara çalı dediği yolunu çizmişti de şu güzel böyle sönüp gidecekti ya en çok ona yanardı. Omuzunu tuttu. Hep yaptığı gibi içinden Allah’a, ona güzel yazgılar yazsın diye dualar mırıldandı. Sonra da “Hadi guzum. Çıkalım ancak yetişiriz “dedi. ••••••• Birkaç kilometre ötede bulunan köyde, hatırı sayılır zenginlerden biri olan Abdullah efendinin oğlunun düğünüydü bugün. İğne atsan yere düşmez dedikleri bir kalabalık vardı. Köy meydanına kurulan düğünde çalan davul zurnanın sesi, yedi köye ilan ediyordu kimin evlendiğini. Esengül ve halası kalabalığın arasından oturacakları yere doğru ilerlerken üstlerine dikilen bakışların farkındaydı. Esengül dersen hep yaptığı gibi başı dik, kibirli görüntüsünden asla taviz vermeden yürüyordu. Ağabeyinin çalışanlarından biri onlara oturacakları masayı eliyle yön verirken, kendilerinden önce gelen, ayak ayak üstüne atıp elindeki bastonundan kuvvet alarak oturan ağabeyinin çoktan geldiğini gördü. Ses etmeden, masada bulunan diğer iki kişiye selam dahi vermeyerek sandalyesini çekip oturdu. Halası da hemen yanına oturdu. Halil ağa kardeşinin yürüyüşünü, kendilerine doğru yaklaşmasını göz altından bakarak, yandan gülüşüyle izledi. Ne derlerse desin aynı tarlanın tohumu, birbirinin aynısı olurdu işte. Yavaş yavaş kendisine benzemekte ısrarcı kardeşi, pek ala güzel giyinmiş ilgi çekmeyi yine becermişti. ......... Esengül saatlerdir önüne yığılan ikramların geliş gidişini ifadesiz gözlerle izlerken, düğünden bi haberdi. Bu düğünün gelini kimdi? Damat nasıldı? Umurunda bile değildi. Çalan çalgı sesleri beynini istila ettiği için bir an önce bu saçma yerden gitmekten başka bir şey düşünmüyordu. Kendisini sessizliğe hapsetmek onun için bin eğlenceden daha hayırlıydı. Artık daha fazla katlanamayacağını anlayınca bunu dile getirmek için ağabeyine baktı. Elinde tuttuğu rakı bardağıyla, yanındaki adama hararetle bir şeyler anlatan ağabeyinin kalkmaya hiç niyeti olmadığını gördü. Halası dersen, yanına gelen birkaç kadını, göz ucuyla kendisine bakarak savuşturmakla meşguldü. Tahminince Halasının yanına yaklaşan kadınlar kendisinin namını henüz duymamış olanlardı. Kaç dakika sabredebilecekti daha kim bilir. Önünde ki masanın üzerine çıkıp canı çıkana kadar bağırmak istiyordu. “Susun gayrı! hiç mi derdiniz yok. Hiç mi tasa çekmezsiniz de gülüp oynarsınız." Gibi nice cümleleriyle yerle bir olsun herkes diye içinden geçiriyordu. Ağabeyi iyice sarhoş olmuş, kalabalık yavaş yavaş dağılmaya başlamıştı. Keyfî yerinde Halil ağa dan gitmeye dair hiçbir iz yoktu. Artık çatlamanın eşiğinde belki de çalışanlarına kendisi söyleyip eve gitmeyi düşünürken istediği olmuştu. Yardımcılarından biri hızla onların masasına doğru yaklaşıyordu. İki eli birbirine bağlı telaşlı olduğu yüzünden belli olan, orta yaşlarda olan adam hızla adımlayarak, ağabeyine doğru yaklaştı. Kıyamet kopsa ağabeyi böyle keyifliyken kimse yanına yaklaşamazdı. Demek ki durum ciddiydi. İlk kez merak etti. Dikkat kesildi. Adam ağabeyinin yanında önünü iliklerken, sol omzunun üzerinden kulağına doğru eğilerek bir şeyler fısıldadı. Esengül davul zurna sesinden bir şey anlamadığını gözlerini kısarak belli etti. Halil ağa kendisine doğru yaklaşan adamını, tek kaşı havada beklerken, kulağına söyledikleri ile hızla ayağa kalktığı gibi elindeki rakı bardağını masaya çarptı. Olup biteni şaşkınlıkla izleyen kendisi ve halasına "gidiyoruz acele edin" diye kükreyince ikiletmeden, hızla ayaklandılar. Belli ki kıyamet yakındı. İçinde dünyası olmayan birine varsın kopsundu o kıyamet. Geldikleri düğün evi, çiftliklerine birkaç kilometre uzaklıktayken, arabanın içindeki gerginlik hissedilir derecedeydi. Ağabeyi öndeki arabanın içindeyken, genç kız ve halası da peşlerinden takip ediyordu. Görkemli taş evleri bulundukları yokuşun tepesindeydi. Yol bitimine yakın halası ile göz göze geldi. Büyükçe bir yangın gecenin karanlığını aydınlatırken is kokusu arabanın aralık camından içeri dolmaya başladı. Hayatı boyunca halası dışında kimseye hiçbir ifadesini belli etmeyen, hiç kimseyle tek kelime konuşmayan Esengül, sesinin titremesine mâni olamadan arabayı kullanan adama sordu. "Bu " diyerek işaret parmağı ile büyük alevlerin yükseldiği yeri gösterdi. "Bu dev yangın bizim evden mi çıkıyor “diye sordu. Arabayı kullanan adam, belki de genç kızın sesini ilk kez duyuyordu. O yüzden biraz şaşırdı. Dikiz aynasından buğulu gözleri sakinleştirmek için rahat olmaya çalışarak cevap verdi. "Yok hanımım korkmayasın eviniz yanmıyor. Nedenini çözemedik ama büyük avlunun içine yığılan odunlar var ya! hani bugün, şu garip Hasan'ın getirdiği. Onlar tutuşmuş. Ee kuru çam olunca ondan büyüklüğü alevlerin “ dedi. "Durup dururken nasıl tutuşmuş. Biz çıkarken bir şey yoktu " diyen halası da şaşkındı. "Vallahi bizde bilemedik. Siz düğündeyken ateşin önünü çevirdiğimizde, baktık gaz yağı bidonu vardı. Kim nasıl cesaret ettiyse artık, asıl yangın odunlar sönünce “dedi adam sıkıntıyla. Kim nasıl böyle bir şeye cesaret edebilirdi. Hem de İblisin kendi çöplüğünde. Adam doğru söylüyordu. Belli ki büyük yangın tüm alevler köz olunca çıkacaktı. Araba eve doğru yaklaşınca canla başla yangını söndürmeye çalışan köylünün bağrışları geliyordu. Adam arkasını dönüp “hanımım arabayı burada durduralım. Ne olur ne olmaz. Eve kadar yürüseniz uygun olur mu “dedi. Onay aldıktan sonra hep birlikte aşağı indiler. Halası Esengül’ün elbisesinden ötürü “kızım sen yavaş yavaş gele dur" diyerek önden koşarcasına giderken, şoför de peşindeydi. Acele etmeye çalışsa da Esengül, düşünceli tavrından ötürü adımları sakindi. Gözü gökyüzüne kızıllığını ilân etmiş yangında, toprak yolda hafif yokuş yukarı yürüyordu. Adamın dediği şayet doğru ise bugün getirilen odunları yanması, tesadüften ötesi olabilir miydi? Kaç traktör odun vardı orada. Allahtan boş arazide ve avlunun duvarlarından dolayı evlerine yaklaşmamıştı. Eğer bu dev yangını biri çıkarmış ise kesin intihara meyilli biriydi. Yoksa kim İblis dedikleri birinin ocağına, ölmek dışında şer saçmaya gücü yeterdi. Yolun kıvrımını geçince, evlerinin yoluna girecekti ki kulağına gelen nal sesiyle olduğu yerde dikkat kesilerek kenara çekildi. Köylülerden biriydi muhtemelen. Nal sesleri hızla kendisine doğru yaklaşınca telaşlı olduğunu varsayarak yangından dolayıdır diye düşündü. Nal sesi yaklaştı ve yaklaştı tam dibinde durdu. Yolun kenarında yürüdüğü halde, neredeyse üstüne çıkacaktı. Korktu. Histerik bir şekilde elini hızla atan kalbinin üstüne koydu. Kendisini korkutan kişiyi azarlamak için başını kaldırdı baktı. Her kimse kafayı yemiş olmalıydı. Derken o dengesiz at ve sürücüsü hemen dibinde tozu dumana kattığını gördüğünde önce atın beyaz olması dikkatini çekti. Bildiği kadarıyla bu köyde böyle atın olması imkânsızdı. Eğer olacaksa da kendi ahırlarının dışında olması mümkün değildi. Yoksa ağabeyi nasıl gözden kaçırabilirdi böylesine güzelliği. Atın güzelliğini inceledikten hemen sonra merakla gözlerini sahibine çevirdi. Yanlış gördüğünü varsayarak gözlerini kapatıp tekrar açtı. Hemen dibinde gecenin zifirinde ay gibi parlayan atın sahibi, tam aksine simsiyahtı. Salkım saçak siyah giyindiği kıyafetleri yetmezmiş gibi bir de yüzüne kara bir peçe takmıştı. Bu kişi ya da her ne ise o da baştan aşağı kendisine bakıyordu. Saniyelik göz süzmelerinin ardından, sanki atıyla kendisinin üzerine yıldırım düşmüş gibi irkilerek, yularından asıldığı gibi hızla uzaklaştı. Sahibinin mi görüntüsü mü yoksa atın güzelliği mi Esengül’ ü böylesine dehşete düşürmüştü bilinmez. Eli hızla atmaya devam eden kalbinde, gözleri giden Kara Peçe’nin arkasında öylece kalakaldı. ....... Halil ağa yangını izlerken sağa sola küfür yağdırıyor, kimin böyle bir şey yaptığını hiddetle sorgularken, o kişinin aynı zamanda ölüm fermanını imzalıyordu. Önüne gelene tekme atıp, adamlarına emir verirken gözlerinden çıkan ateş bir köyü ateşe vermeye yeter de artardı. Mutlaka bir delil olmalıydı. Yoksa gökten tepesine ateş yağacak değildi ya! Son bağırışını hiç suçu olmayan -yangını söndürmeye çalışan bir köylüye hediye ederken gözü avlunun demir kapısında takılı kaldı. Koca avlunun kendi gibi yüksek olan kapısının üzerinde ki yazı görülmeyecek gibi değildi. Üstelik bu yazı kırmızı bir boya hatta kanla yazılmış gibi duruyordu. Emin olmak için adamları ile birlikte biraz daha yaklaştı. Ortalık yangından ötürü aydın olunca fenere gerek kalmadı. Günahlarının bedelini ödemeye hazır mısın kancık ağa. Her harfin altına doğru sızan kan rengi, gecenin tonunu anında değiştirdi. Nefesler tutuldu. Kimseden çıt dahi çıkmadı
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD