Esengül yaşadıklarından ötürü kalbi öyle hızlı atıyordu ki eli ayağına dolaşmıştı. Adamdan kurtulduğunu düşünerek, arkasına bakmadan kaçmaya yeltenince acı bir inleme sesi duydu. Yaşananlar öyle anlık olmuştu ki neler olduğunu ancak dönüp bakınca anlayabildi. Adamın tepesinde asılı duran tırpan, kolunun üst bölümünü kıyafetle birlikte sıyırıp almıştı. Duvara asılı gaz lambasının tam altında, adamın sendeleyerek sol elindeki eldiveni çıkarıp omzuna bastırdığını gördü. Parmaklarının arasında sızmaya çalışan kanı fark edince görüntüsüne tezat bir şekilde gözlerini yumdu ve titremeye başladı. Kaçmak yerine, karşısındaki adama hayretle bakakaldı.
Sıyrılan yaradan ziyade, kanı hissetmesiyle ellerinin ve ayaklarının titremesi şimdi olacak iş değildi. Yarasına bakmamaya çalışarak yüzünü başka bir yöne çevirdi. Bekledi. Planını ertelemesi gerektiğini düşündü. Kanı düşünmemeliydi. Elini biraz daha bastırırsa kan akışı yavaşlayacaktı. O ılık ılık akan kırmızı sıvıyı aklından çıkarmanın şimdi hiç sırası değildi.
Ne yapacağını kestiremiyor, kocaman açtığı gözleriyle adamın omzuna, ardından adamın aniden değişen durumuna şaşkınlıkla bakıyordu. Onun yarasının derin olmadığı açıktı fakat böyle kimseden korkmam diyen, “Azrail’inizim” diye ahkam kesen birinin bu hale düşmesini hayretle izlerken bir an yanılıyor muyum? diye içinden geçirdi.
Evet, tırpan düşmüştü. Evet, omzundaki siyah kumaş ve içine giydiği beyaz gömlek parçalanmıştı; kolundaki derisi açığa çıkmıştı. Ama yarasına bastırıp gözlerini sımsıkı kapatacak kadar derin bir kesiği olmadığını da adı gibi biliyordu.
İki gündür ortalığı yangın yerine çeviren bu adam, yüzüne doladığı çaputla kendini bir halt sanmış fakat havası basit bir tırpan darbesiyle anında sönmüştü. Ne beklemişti ki Esengül? Neye hayret ediyordu?
Şu civarda, ağabeyine karşı herkesin kulağı sağır, gözü körken, yüzüne doladığı kara çaputla kendisini hayalet sanan biri mi verecekti cezasını? Üstelik en küçük darbede yere çöken çakma bir hayalet. Şehirlere kadar eli ayağı uzanan ağabeyinin kolay kolay yıkılmayacağını herkes bilirken, bunun aklı neredeydi?
“Aklını buraya kadar kullanmakmış demek ki en fazla yapabileceği,” diye mırıldandı. Anlayamadığı bir şekilde içini bir sıkıntı kapladı. Morali bozuldu. Bütün umudunun yerle bir olmasının verdiği sinirle, bilhassa kendisine yönelik saldırısını ödetmek için başını dik tutarak bir iki adım yaklaştı. Ayağını kaldırıp dizine bastı.
Tırpan kesiği kadar etkili olmamıştı anlaşılan. Adamın hali, yerde yatan ineklerden bin beterdi. Bir eli omzunda, oturur vaziyette duvara dayanmış, gözleri kapalı ve tepkisizdi. Bayılmış olabilir miydi? Biraz daha yaklaştı. Eğilerek yüzüne baktı. Göremediği yüzüne… İlk fırsatta o çaputu yüzünden çekip alacaktı. Ve kim olduğunu görecekti.
Adamın kuyruk acısı olduğu belliydi. Kim bilir, köyün içinde "İblis" diye çağırılan ağabeyi, bunun başına ne işler açmıştı. Adam, kendini gizleyerek çıkıyorsa karşısına, demek ki durum pek vahimdi.
Kendisi, ağabeyine karşı ta çocukken bütün kapılarını kapatmış, ona karşı en ağır kötü duyguları her geçen gün besleyerek sadece yanında büyümüştü. Yaptığı akıl almaz işlerin hiçbirine karışmamıştı. Aynı karındaş olabilirlerdi ama aynı mezarı paylaşmayacaklardı. Emin olduğu tek acı gerçek vardı ki ikisi de cehennemlikti. Biri suçlarından ötürü, diğeri o suçları işlerken gördüğü fakat görmezlikten geldiklerinden ötürüydü.
Küçücük bir umut görmüştü, ki o da tam karşısında buruşmuş kâğıda dönmüştü. Şimdiye kadar, kimse cesaret edememişti evlerinin etrafına yaklaşmaya. Dilenmekten başka. Evet, itiraf ediyordu Esengül. Bu adamın aniden ortaya çıkmasıyla sevinmiş, "Acaba olur mu? Biz de normal insanlar gibi hayat sürdürebilir miyiz?" diye aklından geçirmişti.Yanılmıştı.
Kimdi bu iri adam? Hangi akla hizmet ederek burunlarının ucuna kadar girme cesaretini göstermişti?
Jandarma bile kısa bir yoklamanın ardından, önlerine sunulan ikramın gösterişine aldanarak geri adım atmışken, bu adam nasıl bir cesarete sahipti de ahırlarının içine kadar girmişti? Düşünceleri hızla zihnini işgal ederken gözleri adamın gözlerinde duraksadı.
Kapkara bir peçenin ardında yalnızca mavi gözler görünüyordu.
Nefes alıp verirken, önündeki örtü hafifçe havalanmasa heykel gibi dimdik duruyordu.Böylesi… gerçek olabilir miydi?Esengül, o peçeyi çekip kim olduğunu görmek için adeta savaş verdi. Ama... bu onun savaşı değildi. Kendisinin değil, ağabeyinin düşmanı tam karşısındaydı. Yine de... karşısına dikilip izledi. Başı her zamanki gibi dimdikti. Bu özellik kesinlikle babasının sülalesinden bulaşmıştı.
Onlar da kimsenin önünde baş eğmezdi. Hele zalime... hiç boyun eğmezlerdi. Kendi sülalesinin varlığını bildiği gibi, adamın önünde can çekişe çekişe öleceğini de biliyordu ama yine de tek kelime etmedi. Kilitlendi. Babası geldi aklına.
Aynı kanı taşıdığı ağabeyi... “Âlimden zalim doğar” sözünün yaşayan örneğiydi. Köylüye çektirdiği cefa yüzünden, sadece anne ve babasına değil, yedi ceddine söver olmuşlardı. Ve Esengül, bu lanetin içinde olduğunu inkâr edemezdi. Karşısında gürültülü soluk alıp veren adam, ağabeyinden farklı mıydı gerçekten?
Hangi vicdan sahibi kişi inekleri acımadan öldürür, bir haneye böyle hunharca girer? Ama... Dakikalar önce, köylüyü kurtarmak için mücadele ettiğini de görmüştü. Öyleyse... nasıl biriydi bu adam? Zihnindeki sorular birbirine düğümlenirken, korkusuzca ona baktı. Bir elekten geçiriyordu onu. Ama farkında değildi... Zaman akıyordu.
Geçmişini, annesini, babasını, ağabeyini ve köylüyü karşılaştırdı. İşin garibi, Esengül şu yaşına kadar ilk kez bu kadar yoğun düşünüyordu. Kendi ahırlarında, ayakkabılarının altına yapışan inek pisliğine aldırmadan, azılı bir katil olma ihtimali taşıyan, yüzü gizli bir hayaletin tam karşısında, düşünceleriyle hesaplaşıyordu.
Adam gözlerini ağır ağır kaldırınca, göz göze geldiler. Gaz lambasından sızan ışık, ikisinin tam ortasına denk gelmişti. Esengül bir adım geri çekildi. Adam ise bakışlarını hiç kaçırmadı. Eli hâlâ yarasında duruyordu. Çok mu abartıyordu, yoksa gerçekten derin bir yara mıydı?
“Kimsin sen?” dedi bir kez daha. Sesi bu kez, yalvarır gibi çıkmıştı. Adam sorusuna karşı önce gözlerini kıstı. Dikkatini yarasından çekip doğrudan kıza yönlendirdi.
“Dedim ya sana. Ya eceliniz, ya Azrail’inizim.” Sesi pürüzlüydü, aynı zamanda titriyordu.
“Aynı şeyleri tekrar edip durma bana. Amacın ne? Ne istedin Allah’ın sessiz kullarından? Zavallı hayvanları öldürecek kadar ne kararttı gözünü böylesine? Yüzünü gizlediğine göre tanıdık birisin. Ağabeyim senin kuyruğuna nasıl bastıysa artık, gözün dönmüş senin.”
Sözleri sertti. Adamın damarına bastığını biliyordu.
Adamın çenesindeki kaslar gerildi.
“Ayağa kalkarsam gösteririm kim olduğumu. Sesini kes, defol git geldiğin yere.”
Esengül sertçe nefes aldı, gözlerini kırpmadan ona dikti.
“Defolup gitmesi gereken ben miyim sence? Bizim evimizde, bizim avlumuzda, bizim ahırımızda olan sen dururken?”
Bu sözleri söylerken kendisi bile söylediklerine inanmadığını fark etti.
Ama yine de fırsat vermemeye, kuyruğunu dik tutmaya çalışıyordu.
" ulan siktir git başımdan. Tepemin tasını attırma benim."
Esengül gitmemekte öylesine ısrarcıydı ki, biraz daha konuşsa adamı koşturabileceği umudunu taşıyordu. Adamın küfürleri, ilk kez duyduğu bir şey değildi. Ağabeyi günün her saati, her dakikası bu ağızla konuşuyordu zaten.
"Kim olduğunu öğrenmeden şuradan şuraya gitmem. Gücün yetiyorsa gönder," dedi. Adamın oturur pozisyonda ve yaralı olması, cesaretini artırıyordu.
Adam, kızın kendisini merak ettiğini anlıyordu. Fakat kahverengi gözlerindeki buğu, sadece meraklı olduğunu değil, aynı zamanda başka bir derdi olduğunu da gösteriyordu. Kendisini hâlâ ele vermediğine göre, çığlık atıp yakalatmadığına göre, hangi aklı selim biri karşısında böyle ahkam kesebilirdi? Üstelik bir de kadınsa…
....
Onun da derdi bir başkaymış gibiydi. Acaba bu İblis, sadece kasabanın değil, kendi öz bacısının da mı canını yakıyor, eziyet ediyordu?Adam, gözlerini biraz daha dikkatle kıza çevirdi. Soğuktan kızarmış burnu, konuşurken ellerini kullanışı, korktuğu hâlde bedenini dik tutma çabası, buğulu gözlerinin içindeki nefret dolu bakışlar… Düşüncelerini doğrular gibiydi.
Halbuki yıllarca, gölge gibi peşlerindeydi bu ailenin. Karşılarına çıkacağı zamanı dört gözle beklerken, köylünün düştüğü durumu, çektikleri cefayı bire bir izlemiş, herhangi bir müdahale etmemek için kendini zor tutmuştu. Bu kızla da birkaç kez rast gelmişti—ağabeyinin yanında başı dik hâlleri, kibirli bakışları, kimseye selam vermemesi, kimseden selam almaması, İblis ne yaparsa yapsın sessiz kalışı… Gözünden kaçmamıştı.
Ama şimdi karşısında böyle konuşması, böyle diklenmesi, sanki onun da bir maske kullandığını gösteriyordu. Eğer öyleyse… Niçin yapılan zulme, köylünün feryadına sessiz kalıyor, kulak tıkıyordu? Düşünceleri yanlış da olabilirdi. Aynı tarlanın bozuk tohumuydu bu iki kardeş. Yıllarca ağabeyinin işlediği günahlara sesi çıkmamışken, şimdi karşısında ölen ineklerin hesabını sorması kafasını iyice karıştırmıştı.
Kendi kendine içten bir savaş hâlindeyken, dişlerini sıktı. O lanet yaradan akan ılık kanın derdiyle, kafasını toplayamıyordu.
Başı dönmese, yerinden kalkacak, kızı geldiği yere ite kalka gönderecek, sonra da işi bitmiş bir vaziyette dönecekti.
Kendini zorlayarak konuşmaya çalıştı.
"Bana bak! Ağabeyinin hıncını senden çıkarmayayım. Bir kadına zarar vermek en son isteyeceğim şey. Şimdi o kibirli burnunu da al, defol git. Bir kez daha tekrar ettirme bana."
....
Esengül artık vazgeçti. Bu adamdan bir şey çıkmazdı. Ne kendisine doğruları söyleyecek göz vardı, ne de ağabeyinin sonunu getirecek güç. En küçük yarada böyle yerle bir oluyorsa, bir işe yarayabileceğini düşünmüyordu artık. Ardına bakmadan, dediği gibi gidecekti zaten. Mutlaka durumdan birileri haberdar olacak, ahıra bir şekilde geleceklerdi. Bu yüzden, şu anda ağabeyi ile karşı karşıya gelmek hiç istemeyeceği bir şeydi. Yoksa... halasının canı yanardı.
"Gücün yeterse, ağabeyimi süründür derim. Ama gücün yeterse." Adamın şaşkın bakışları arasında birkaç adım geri gidip arkasını döndü. Eteğini topladı. Önce ölü hayvanlara, sonra da ayağının altına yapışan pisliklere baktı. Ayakkabılarını yere sürterek ahırın kapısına ulaştı.
Adamdan birkaç adım uzaklaştıktan sonra, adımlarını hızlandırdı. Hızla yürümeye çalışırken, ayağının altında ezilen yumuşak pislikleri hissettikçe, sanki tek derdi buymuş gibi yüzünü buruşturdu. Ahırın ve samanlıkların birleştiği büyük avluya çıktı.
Soğuk hava ciğerlerine dolarken, derin bir nefes aldı. Yaşadıklarını unutmaya çalıştı. Evden çıkalı neredeyse iki saate yakın bir zaman geçmiş gibiydi.
"Yaşadığım şu saçma olayı unutmalı ve sessiz kalarak hayatıma devam etmeliyim," diye düşündü.
Ama omuzunun üstünden, geride bıraktığı adama tekrar bakma gafletinde bulundu. Adam hâlâ kıpırdamadan... bıraktığı yerdeydi. Eli yarasında, sessizce onu izliyordu. Göz göze gelince... Anında çevirdi başını. Adamın bakışlarından nem kaparak, içinden sessizce söylendi:
"İnşallah yakalanırsın da, seni de o yanında yatan hayvanlar gibi telef ederler."
Ve avlunun çıkışına doğru hızla yöneldi.
.....
Hayvanlar için ayrılmış bölüm, çiftliğin en büyük avlusuydu. Esengül’ün önünde durduğu demir kapı, bahçe kapısına açılıyor, oradan da evin avlusuna ulaşıyordu. Ortalık sessizdi. Ne dört ayaklılardan, ne de iki ayaklılardan hâlâ tek bir ses çıkmıyordu. Bunu nasıl başarmıştı ki? Aklı almadı. Derken, demir kapının kulpuna uzanacağı anda, kapının diğer tarafından gelen sesleri duydu.
"Hay benim ağzımı eşek arısı soksun," dedi içinden. Korktu. Birileri düşüncelerini okumuş gibi, doğrudan onun olduğu tarafa gelmekteydiler.
"Herif, şu kovaları birbirine çarpmadan taşı! Uyandıracaksın şimdi ahaliyi. Hoş, etrafta da garip bir sessizlik var ama," diye eşini azarlayan kadın, muhtemelen ahırla ilgilenen işçilerden biriydi.
"Vallahi doğru dersin. Hani bu itler bugün aç kalacaktı? Sanki dünyayı yemişler gibi, her biri köşesine çekilmiş, keyif çatıyor."
"Allah muhafaza, bir şey olmuş belli. Acaba ortalığı velveleye vermeden, evdeki tüfeği falan mı alsaydık?"
Kadın bunları söylerken, adamın onaylamasını işiten Esengül anlık bir karar verdi. Hiç düşünmedi. Karı koca kendilerini korumak için geri giderken, o ateşe kendini bile isteye attı. Koşar adım ahıra tekrar girdi. Adamın durumu biraz daha iyileşmiş olacak ki kalkmaya çalışıyordu.
Kendisini görünce, kerpiç duvardan destek aldı, gözleri soran bir ifadeyle ona çevrildi. Ama Esengül cevap verme gereği duymadı.
Aklında sadece adamın yakalanması hâlinde, ağabeyi tarafından yalnızca omzu değil, bütün organlarının tırpanla doğranarak ibret olsun diye köy meydanına atılacağı fikri vardı.
Aslında mantığı ona "Şimdiye kadar kimseye karışmamışsın, bu saatten sonra da karışma! Dön arkanı git, herkes ne hali varsa görsün!" diye söylese de... Yüreğinden geçen yılların acısı artık içinden lavlar gibi püskürüyordu.
Soluk soluğa ve kan ter içinde kalmışken, yıllar önce vefat eden anne ve babasının, ağabeyi yüzünden kemiklerinin sızladığının artık bitmesi gerektiği düşüncesi baskın geldi.
Yıllar sonra...
Hiç olmadık bir zamanda, hiç olmadık birinin tam karşısında, ailesini düşünerek acı çekmesi kaderin ona oynadığı bir oyun olmalıydı.
...
Az önce bundan bir halt olmaz dediği adamı bir an önce kurtarmak için, beyninde türlü bahaneler uyduruyordu.
O bunları düşünürken, zaman hızla akıyordu. Adam ayakta, iri bedenini duvara dayamış, eli hâlâ yarasında, gözleri Esengül’ün üzerinde geziniyordu. Bir ileri bir geri, karmaşık duygular içinde son kararını verdi.
Adamın burnunun ucuna kadar hızla ilerledi. Adam, gardını aldı. Kendini savunmak adına, yaraya bastırdığı elini çekip, vuracakmış gibi kıza uzattı. Anında pişman oldu. Çünkü elini çektiği an, yeniden dizleri titremeye başladı. Esengül, ayak ucunda dururken, şiddet göreceğini düşünerek kafasını geri çekti.
Fakat adamın küçük bir yaraya karşı bu kadar savunmasız olması, ona şaşırtıcı geldi.
"Git öte! Yaklaşma." Adam, gözlerini kırpıştırarak, Esengül’ün tepkisini izledi.
"Yaklaşırsam ne yapabileceksin, merak ediyorum." Dalga geçiyordu. Adam kıpırdadı. Elinin biriyle duvardan destek aldı, diğerini tekrar yarasına koydu.
Peçesi yüzünden bir milim bile hareket etmemişti. Ah... Esengül’ün elleri sızlıyordu o peçeyi çekip almak için..
"Önce bu yaralı aygırı buradan uzaklaştırmak gerekiyor," diye düşündü. Belki... Mükafat olarak yüzünü gösterirdi.
"Eğer buradan sağ salim çıkmak istiyorsan, gel benimle." Duvara asılı gaz lambasını ve hemen yanında duran kibriti eline aldı.
Adam, İblis’in kardeşine güvenip güvenmemek arasında gidip gelirken, kızın tutarsız davranışlarından ötürü güvenmeyi seçti.
Aile içinde bir kuyruk acısı olduğu belliydi. Eğer öyle olmasa, karşısında kendisini çözmeye değil, ağabeyinin yanında 'Düşmanımız ahırda' derdi.
....
Esengül bugün, yıllardır içinde tuttuğu cesaret kırıntılarını bir araya getirerek hareket ediyordu. Aralık olan ahır kapısını itti, başını uzattı, etrafı kolaçan etti. Birkaç dakika önce seslerini duyduğu çift tekrar geliyor olmalıydı—ayak sesleri ve uğultulu konuşmaları duyuluyordu.
Önce kendisi çıktı, ardından kara peçeli adam peşinden geldi. Duvarın dibinden ilerleyerek birkaç metre ileride bulunan kümeslerin olduğu tarafa geçtiler. Tavuklar rahat hareket edebilsin diye örülen küçük tel örgülü kafese benzer yere girdiler.
Adam, iki büklüm halde kafese girdiği anda, anında pişman oldu.
"Yoksa yanılmış mıydı? Bu boz kız ona tuzak mı kuruyordu?" Çünkü, seslerini duydukları kimseler avluya girdikleri anda, ilk görecekleri şey ikisi olacaktı. Eğer tuzaksa… kendisi neden aynı kafeste ve dibindeydi?Ayak uçlarıyla neden yeri deşelemeye çalışıyordu?
Esengül doğru mu yapıyorum, yanlış mı? diye düşünmeye fırsat bulamadan, çocukken babasının gösterdiği gizli sığınağın yere çakılı olan tahta kapısını bulmaya çalışıyordu. Hatırladığı kadarıyla telden bir kulpu vardı, biraz eştikten sonra direkt ele geliyordu. O ayaklarıyla bulmaya çalışırken, dakikalar saniyelerle yarışıyordu.
Ama… olacak gibi değildi. Elinde tuttuğu lambayı kapattı, adamın kucağına tutuşturdu. Kibriti cebine koydu. Sonra yere doğru diz çökerek… Narin elleriyle hiç yapmayacağı bir şeyi yaptı. Saman ve yem karışmış tavuk pisliklerinin içine ellerini soktu, kulpu aradı ve buldu. Kendisine doğru çekerek açmaya çalıştı. Ama... gücü yetmedi.
Kapak yıllardır kullanılmadığı için yerine oturmuştu. Bu kez adam devreye girdi.
Saniyeler önce "Acaba tuzağa mı düşürüyor?" diye düşündüğü kızın çabasını görünce, son gücüyle yardım etti ve kapağı birlikte kaldırdılar.
"Önce sen gir," dedi Esengül.
Hemen ardından ekledi:
"Önünde üç basamak var, oradan da uzun bir geçide açılıyor."
Adamın düşünmeye vakti yoktu. Dediğini yaptı. Temkinli adımlarla, zifiri karanlıkta basamakları bulmaya çalıştı.
Esengül ise, yine neden böyle yaptığını düşünmeye fırsat bulamayacak kadar aceleyle onu takip etti.
Açılan kapağın ters yüzündeki kulpu çekerek, kendini ve hiç tanımadığı adamı karanlığa teslim etti.
Peşlerinden avluya giren çifti fark edemeden.