BÖLÜM 4

2466 Words
Saatler birbirini kovalar, kasabanın dört bir yanına haber salınırken, Halil Ağa’nın hiddeti daha da büyüyordu. Öfkesi, dağları aşan bir yangın gibi kasabanın taşına, toprağına, hatta en kuytudaki orman köşelerine kadar yayılmıştı. Yüzü peçeli, gözleri mavi, iri yarı bir adam aranıyordu. Ahırlarda tutsak edilen gençlerin yakınları, onların kurtuluşu için nefes tüketirken, Halil Ağa’nın adamları ise kaçan suçluyu bulmak için gecelerini gündüzlerine katıyordu. Arama dar bir alanda sınırlı kalmıyor, kervan yollarına, dağ geçitlerine, ormanın en karanlık noktalarına kadar uzanıyordu. Herkesin aklında tek bir soru vardı: Kimdi bu adam? Halil Ağa, sabırsızlığını artık saklayamaz hâle gelmişti. “Bulun onu! Yer gök dar olsun o alçağa!” diye hiddetle bağırırken, elleri arkasında birleşmiş, avlunun ortasında ileri geri yürüyordu. Adamları gözünün içine bakıyor, bir emriyle harekete geçmek için hazır bekliyordu. Kimdi bu cesur kişi? Köyde yıllardır korkuya esir düşmüş insanların içlerinden çıkıp gelen biri olabilir miydi, yoksa dışarıdan gelen biri mi dev dalgaları kımıldatmıştı? Ağanın verdiği emirler, kasaba meydanındaki kahvehanelerde fısıltılara dönüşüyor, her geçen dakika yeni bir söylenti ortaya atılıyordu. Ya bu adam bulunacak, ya da yer yerinden oynayacaktı. *** Esengül, aradığını bulamadan odasına döndüğünde, ağabeyinin otoriter sesi penceresinden içeri dolmuştu. "Despot!" diye sağ kolu olan adamına sesleniyordu. Perdesinin arkasına saklanıp sessizce dinlemeye koyuldu. "Buyur, ağam." Diye yanına, iki elini önüne bağlayarak koşan bu adam, adamlarının en gaddarıydı. Halil Ağa, bastonuna tutunarak, onun yaklaşmasını bekledi. Baştan aşağı süzerken, gözleri şüpheyle parlıyordu. Yıllardır bir yamuğunu görmemiş, her pis işinde onu kullanmıştı. Belki de içten içe kin duymuştur bana diye düşündü. Sonra düğün günü yanında olduğunu hatırladı, daha da sinirlendi. Elindeki yılan başlı bastonu kaldırarak sertçe yere vurdu. "Bana bak!" dedi. Sesinin hiddeti ahırlara kadar ulaşıyordu. "Köpeklerin zincirlerini kısalt ve aç bırak!" "Ağızlarına bir lokma koymasınlar, gece olunca da serbest bırak!" Diye emir verdi. "Oo-lurr ağam! Nasıl istersen!" diyen Despot. Sözünün üstüne söz söylememeyi en iyi o bilirdi. Dediğini yapmak üzere, arkasını döner dönmez ahırın önündeki küçük avluya yöneldi. Bağladıkları beş iri hayvan, karanlığın içinde kıpırtısız duruyordu. Korkunç gözüküyorlardı. Köydeki anneler, yeri gelir çocuklarını, "Dölek durun! Yoksa sizi İblis’in itlerine veririm!" diye korkuturdu. Herkes bilirdi bu itleri. Herkes korkardı bu hayvanlardan. Sadık hayvanlardı köpekler. Sahipleri kim olursa olsun, ekmeğini veren kimseye sadık kalırlardı. Nasıl eğitirsen, öyle yetişirlerdi. Ve sahipleri kim ise, onun gibi olurlardı. Bu zavallı hayvanların nasibine ise bir İblis düşmüştü. Esengül, pencerenin arkasında saklanmış, Despot’un köpeklerin zincirlerini kısaltmasını izlemeye devam ediyordu. Ağabeyi, avlunun içinde bir ileri bir geri giderken, içinde garip bir his peyda oldu. Sanki… Biraz da heyecanlandı. Ağabeyinin söylediğine göre, bu gece de gelirse görünmez düşmanı, bu kez itlerden kaçamayacaktı. Hem aç, hem de boğazlarına geçirilen kısa zincirler yüzünden kudurmuş bu vahşi hayvanlar, cezasını kesecekti. *** Gecenin gri örtüsü köyün üzerine çökerken, Halil Ağa’nın öfkesiyle sarsılan kasaba, yaklaşan fırtınanın habercisi gibi titriyordu. Henüz ortaya çıkmayan düşmanın gölgesi, kasabanın taşlarına sinmişti; Halil Ağa ve adamları, bu belirsizlik içinde önlemlerini kat kat artırmıştı. Köpekler gece boyunca serbest bırakılacak, adamlar ise çevreyi kollayacaktı. Böyle zamanlarda “Kurt bulanık havayı sever,” derdi köylüler—ve herkes ayaktaydı. Halil Ağa, aradığı adamı bulamamış olsa da, köylülerin korkuyla yalvarmaları, gözlerinde büyüyen tedirginlik hoşuna gitmişti. Er ya da geç o kişi bulunup hesabı sorulacaktı. Gözlerinde sabırsız bir zafer parıltısı belirmişti. Akşam yemeği için evine girdiğinde, sofra hazır, ev halkı başı yerde sus pus oturuyordu. Bu korku yalnızca sokakları değil, kendi evini de sarmıştı. Başını eğenler, bir köyün titreyen yansıması gibiydi. Onları böyle görmek hoşuna gitti. Kapının kirişine bastonunu koydu, kalın paltosunu gelişigüzel çıkarıp yere fırlattı. Nasıl olsa onu yerden kaldıracak birileri hep vardı—ki, saniyesine Lütfiye kadın yetişip astı. Halası ve bacısı sofranın başında bekliyordu. Yıllardır evde hükmü olmayan halasının telaşı dün geceden beri fark edilir olmuştu. Fakat… boş bakışlarıyla yüzüne bakan bacısının tepkisizliği, yatışmaya yüz tutan sinirlerini yeniden hoplatmaya yetmişti. "Ortalık yangın yeri olmuş, herkes felaketin peşinde; bizim donuk bacı, dili lal, ancak boş boş baksın!" Odaya girdiğinde, halası ayağa kalktı. "Hoş geldin, geç karnını doyur," diyerek karşıladı. Halil Ağa onu duymadı bile. Esengül ne ayağa kalktı, ne de hoş geldin dedi. "Ne yapmamı istersiniz, Halil Ağa’m?" diye oturduğu yerde karşılık verdi. "Kaç kişiye tekme atıp yerde sürümemi, ya da kaç kişiyi sağır bırakacak kadar dövmemi?" Dedi, sofrada öylece bekleyerek. Halil Ağa, kardeşinin son zamanlardaki dik başlılığı karşısında sabırsızlanmaya başlamıştı. Eskiden tekne kazıntısı diye bahsettiği Esengül’ün, şimdi karşısında sinsi bakışlarıyla meydan okuması, canını iyice sıkıyordu. "Senin için sönmüş!" "Damarından kan aktığına bile şüphe duyarım!" "Bende hata ki senin gibi kardeşten vah beklerim!" diyerek konuyu kapatmaya çalıştı. Başında bunca dert varken, bir de bu kızın arı gibi sokan diliyle uğraşamayacaktı. Şayet milletin ağzında "Kendi bacısına dahi sözü geçmiyor!" Korkusu olmasa…Ümüğünü sıkıp susturur, ama şimdilik göz ardı etmeye, suyuna gitmeye çalışıyordu. Esengül, susmaya hiç niyetli değildi. "Vah çeksem, sanki birileri duyacak!" "Duyanların kulağını sağır eden sen varken, bülbül gibi şakısam ne fayda?" dedi. Ağabeyinin sinirden köpüren hali, bu cevabıyla iyice belirginleşti. Kaşığını siniye öyle bir fırlattı ki, yanındakilerin ağzından aynı anda korku nidası yükseldi. Esengül'ün o göz deviren halini görünce sinirden eli ayağına dolaştı. "Sesini kes! Yemeğini ye!" "Senin sıkını çolaktan çıkartma bana!" diye tehdit etti. Çolak dediği öz halasıydı. Esengül, ağabeyinin zalimliğiyle baş edebilirken, halası onun gibi değildi. Halil Ağa, onun bu zaafını çok iyi biliyordu. Esengül’ün sesi bıçak darbesiyle kesilmiş gibi aniden sustu. O lafın üzerine kimseden çıt çıkmadı. Ve İblis dışında, kimsenin de karnı doymadı. Yemeğini yiyen İblis ağzındaki salça bulaşıyla ayaklandı. Etrafındakilere tepeden bakarken kamburuyla ayakta duruyordu. "Dünden ötürü çok yorgunum." "O yüzden yatıp dinleneceğim." "Tek bir çıtırtı duyarsam yakarım canınızı!" "Erkenden yatıp zıbarın!" diye tehdit ettikten sonra bastığı tahta zemin, adımlarıyla gıcırdayarak odasına doğru ilerledi. O odadan çıkınca derin bir nefes alan halası Esengül'ün yanına vardı. Dizinin dibinde diz çöktü. İkisinin de gözleri doluydu. "Şunun üstüne gitme be yavrum. Kaç kez söyledim sana!" derken sesi titriyordu. Esengül, halasının ne denli korktuğunu bir kez daha gördü. Karşısında bir şey diyemedi. Köşeye sıkışmış ruhlar gibi, herkes sessizce dağıldı. Duaları ortak, fakat gerçekleşmesi için ne güçleri ne de cesaretleri vardı. İçlerinden geçenleri kimse söyleyemedi, yüzlerine vuran suskunluk yalnızca birbirlerine baktıklarında anlaşılıyordu. İştahları çoktan kaçmıştı. Sofrayı olduğu gibi ortada bıraktılar; kimse artık bir lokma bile yiyemezdi. Aldıkları emri sorgulamadan, ağır adımlarla odalarına çekildiler. Evin içinde, zihinleri konuşan ama dudakları mühürlü bir sessizlik hüküm sürdü. *** Esengül, odasına kapanalı saatler olmuştu. İki gündür zihnini kemiren düşünceler bir türlü uykuya izin vermiyordu. Gece yarısını yarım saat geçmişti ama elinde meşgale olsun diye aldığı el işiyle hâlâ uğraşıyordu. Penceresinin önündeki sedirde otururken, karşısında dimdik duran Demirkazık Dağı ona sırdaş gibi geliyordu. Boynu ağrımaya başladığında başını kaldırıp rahatlatmaya çalıştı, sonra elindeki iğneyle son düğümü attı. İpi dişleriyle koparıp, yaptığı işi dizlerine koydu. Ve… Gözleri kocaman açıldı. Normalde annesi için sürekli yusufçuk kuşları ya da pembe güller işlemeye alışkındı. Fakat elindeki kasnakta çıkan başka bir şeydi. O gördüğü adam ellerinin arasında yuvarlağın içindeydi. Başına sardığı simsiyah kumaş, aynı renkte iplerle şekillenmişti. Ve gözler… İki kocaman halkanın içi mavi, dışı beyazdı. Esengül’ün içi ürperdi. Bunu kendisi mi işlemişti? Zihninin yorgunluğuna lanet etti. Kasnağı kurtardığı gibi kumaşı elindeki makasla paramparça etti. Sanki zihnindeki görüntüyü silmeye çalışıyordu. Avcuna topladığı kumaş parçalarını alıp ayağa kalktı, odanın içindeki sobaya bastı. Düşünmeyecekti. Asla. Katiyen. Diğer malzemelerini de toplamak için sedire doğru yürürken, birden duraksadı. Zihni bu kez fark ettiği başka bir gerçekle, ayaklarının hızlanmasını sağladı.Avluyu dört dönen köpeklerin sesi kesilmişti. Ne gürültü vardı. Ne de köpeklerin hırıltıları. Avludaki ağır sessizlik, havada asılıydı. Bu durum fazlasıyla dikkatini çekip pencereye yöneldi. Tahta pencereyi aşağıdan yukarıya doğru itti, menteşelerin iç çekişiyle inceden gıcırdayarak açıldı. Başını dışarıya uzatıp karanlığı dinlemeye koyuldu. Ne bir ses vardı… Ne bir gölge. Köpekler yoktu. Sadece köpekler değil bahçeyi dolanan adamlarda yoktu. Gözlerini uzaklara dikti. Hiçbir kıpırtı yoktu; sanki bütün avlu nefesini tutmuş, bekliyordu. İçini saran o garip his, her zamankinden daha kuvvetliydi bu kez. Eğer içinde beliren sezgi doğruysa… Gördüğünü kendi gözleriyle teyit etmeliydi. Oysa daha biraz önce, “düşünmeyeceğim artık” diye kendine söz vermişti. Başını geri çekti, penceresini sessizce kapattı. Dolabının kapağını araladı; astığı giysilerin arasından önü açık, topuklarına kadar inen kalın kadife paltosunu aldı. Üzerindeki ince geceliğe aldırmadan geçirdi. Açıkta kalan saçlarını toplamaya yeltenmedi, gül kurusu ipek şalını başının üstüne gelişi güzel savurdu. Koridorun ortasındaki sehpanın üzerinde yanan çıra, titrek bir alevle dans ediyordu. Sessizce eline aldı. Ağabeyinin odasının önünden geçerken bir an durdu. Kulağını kapıya dayadı. İçeriden gelen ağır ve düzensiz horlama sesi, onun derin uykuda olduğunun habercisiydi. İçini bir titreme kapladı. Dış kapıya ulaştığında, ayakkabılarını giydi. Çırayı kapının hemen ağzına bıraktı. Ayın cılız ışığına güvenerek dışarıya adım attı. Soğuk gece, yüzüne bir hançer gibi çarptı. Karın keskinliği kemiğine işliyor, dizlerini bile titretiyordu. Şalını sıkıca omuzlarına sabitledi. Ne yapacağını kestiremiyordu ama durmak da istemiyordu. Avlunun içinde derin bir sessizlik vardı. Bu avlu ilk kez bu kadar ağır bir sessizliğe hapsolmuştu. İç içe geçmiş dört kerpiç duvarlı bölüm… İlki, bakımlı süs havuzuyla evin gülü gibi duran köşesi; ikincisi ve üçüncüsü, meyve ve sebze bahçeleri. En büyüğü ise hayvanlara ayrılmıştı; ahırların, kümeslerin, yemliklerin olduğu yer. Önce kararsızlıkla durdu. Sonra ayaklarına güvenerek ahırların olduğu tarafa yöneldi. Adımlarını toprağa sessizce bastı, elini duvar boyunca sürerek ilerledi. Her an karşısına biri çıkabilir düşüncesi, ciğerine kadar işlemişti. Derken… Köpeklerin boğuk hırıltısı kulağına değdi. Bir anda durdu. Korktuğu başına gelmiş olmalıydı. İstemediği görüntü zihninde şekillendi. Kalbi göğsünü zorlayarak atıyordu artık. Köpekler bir şeyle meşguldü. Ağızlarında bir şeyler çevirip duruyorlardı. Gelen ses… Kemik kırığıydı, ilik titreten cinsten. Tüyleri diken diken oldu. Yoksa… Bu aç itler, kurtulmak isteyen köylüleri midelerine mi indiriyordu? Nefesi hızlandı. Soluğunu dizginleyebilmek için elini kalbinin üstüne bastırdı, birkaç dakika orada öylece kaldı. Nihayet biraz toparlanınca, yüzünü duvarda açtığı küçük oyuktan dışarı çevirdi. Gözlerini kırpmadan baktı. Tahmin ettiği gibiydi. Et parçaları, köpeklerin ağzından sarkıyor, yerdeki silueti hırlayarak çekiştirip parçalıyorlardı. Elini ağzına kapattı çığlık atmamak için. Gözlerini yumdu. Boğazına gelen acı suyu, bastırmaya çalıştı. Dayanamayıp bir kez daha baktı. Yerde yatan bir inekti. Sevinse mi, korksa mı… bilemedi. Bu hayvan nasıl çıkmıştı ahırdan? Yem olana dek hiç mi sesini çıkarmamıştı? Görevli aile neredeydi? Adamlar? Bir duvar kalınlığında izliyordu olan biteni. Hem vahşete tanık oluyor, hem de yanıtı meçhul sorulara göz gezdiriyordu etrafta. Ve o anda… Ahırın kapısındaki hareketlilik dondu kaldı içinde. Eli ağzında, diğeriyle duvara tutunarak dengede kalmaya çalıştı. Gece boyunca zihnini esir alan o adam, sırtında biriyle dışarı çıktı. Yaralıydı. Muhtemelen, ağabeyinin bugün ahıra kapattığı köylülerden biriydi. Arka kapı açıktı; normalde ineklerin çayıra çıkması için kullanılırdı. Adam, kapıda duran at arabasına yaralıyı dikkatlice yatırırken, arkasından diğerleri de sessiz ve yavaş adımlarla yaklaşıyordu. Hepsi, sanki eğitimliymiş gibi, usulca arabanın üstüne tırmandı. İçlerinden en sağlamı, atın yularını eline aldı. Kara Peçe, parmağıyla yolu işaret etti. Bir şeyler söylüyordu. Ama sesi… Fısıltıdan öteye geçmiyor, Esengül’ün kulağına değmeden kayboluyordu. Kendisi arabaya binmeden, atın arkasına sertçe vurdu. Hayvan homurtuyla ileri seğirtti. Sırtında taşıdıklarıyla beraber, geceye karışırken, adam bir an bile dönüp bakmadı. Eğer yolda ağabeyinin adamlarına yakalanmazlarsa... kurtulmuş sayılırlardı. Esengül gözünü ondan ayırmadan takip etti. Niçin onlarla gitmemişti? Ne yapmayı planlıyordu? Adım adım uzaklaşan siluetlere karşılık, adam ellerini beline koyup, sanki babadan kalma çiftliğinin sahibiymiş gibi ahıra geri döndü. Esengül bulunduğu yerden bir milim bile kıpırdamadı. Nefesi göğsünde sıkışmıştı. Bekliyordu. Bekliyordu. Adam… çıkmadı. Köpekler çoktan susmuştu. Leşi ortada bırakmış, çevresinde uzanmışlardı. Sessizlik uğuldamaya dönmüşken, eski pencere oyuğundan sadece kapıyı görebildiğini fark etti. İçeri ne olmuştu? Ne oluyordu hâlâ? Dakikalar ağırdı. Beklemeye daha fazla dayanamadı. Duvar boyunca sessizce süzülerek, ahırın arkasına doğru yöneldi. Yarısı naylonla kaplanmış bir pencerenin kıyısına sokuldu. Gördü olup biteni. Gerçeklik tokat gibi yüzüne çarptı. Onlarca büyük küçük inek yerdeydi. Bir kısmı can çekişiyor, bir kısmı tek bir inilti bile çıkaramadan kıpırtısız yatıyordu. Zehirlenmişti hepsi. Ve onları zehirleyen adam hâlâ içerideydi. Hayatta kalan üç ineğin önüne torbasından bir şeyler serpiştirdi. Esengül dayanamadı, geri geri gitmeye başladı. Tam kaçacakken Laneti onu bir kez daha terk etmedi. Ayağı plastik bir kovaya saplandı. Keskin bir kırılma sesi geceyi yırttı. Adam başını anında çevirdi. Naylonun arkasındaki gölgeyi fark etti. Esengül'ün kalbi göğsünü delmeye çalıştı. Dikenli otlar paltosuna dolanmıştı ama aldırmadı. Kaçtı. Ama başaramadı. Belinden kavrandığı gibi geriye çekildi. Eli ağzında, nefes almaya çabalarken, çürümüş hayvan pisliği sinmiş eldivenlerin arasına hapsoldu. Ayaklarıyla debelendi, sesi çıkmadı. Öleceğini biliyordu. Hem de yıllarca “ayağım kirlenir” diye basmadığı bu ahırda. Sırtı, adamın sert göğsüne yaslanmıştı. Elinin biri ağzını kapatıyor, diğeri belinden sımsıkı tutuyordu. Bacakları da kıpırdamaz haldeydi. Bir heykel gibi tutuluyordu. “Sakin ol.” “Eğer akıllı bir kız olursan elimi çekip sana fırsat vereceğim.” “Yok eğer olmazsan, seni de şu inekler gibi zehirlerim.” diyen adam kulağına fısıldadı. Esengül bunu aniden kabul etti. Hızla başını salladı. Başını sallayarak karşılık verince, ağzına kapanan el yavaşça geri çekildi. Ardından, vücudunu saran diğer eli de gevşedi. Esengül, elini boğazına götürerek soluğunu dizginlemeye çalıştı. Aynı anda bedenini olabildiğince adamdan uzaklaştırdı. Kendine gelir gelmez yönünü adama çevirdi. Bakışlarında öfke vardı fakat merakı ağır basıyordu. Yüzünü yine aynı kara bezle kapatmıştı. Sadece gözleri görünüyordu. Giydiği her şey siyah ve boldu. Demek ki yüzünü gizlediği gibi tipini de gizliyordu. "Kimsin sen? Derdin ne bizimle?" diye sordu. Korkmadan. Sanki karşısında her gün konuştuğu biri varmış gibi. Adam, karşısında böyle soğukkanlı bir davranış beklememiş olacak ki, bir anlık da olsa kaşlarını kaldırdı. "Azrail’inizim, belli olmuyor mu?" diye karşılık verdi. Alay ettiği, kelimelerinin gevşekliğinden belli oluyordu. O da alaya aldı. Kalbi korkudan mı, yoksa düştüğü durumun yarattığı adrenalin yüzünden mi bilinmez; yerinden fırlayacak gibi atıyordu. Yine de belli etmemeye çalışarak soğukkanlılığını korudu. "Azrail olduğun görüntünden belli, belli olmasına da... masum hayvanların canını almakla mükellef olduğunu duymamıştık," dedi. "İyi duymuş oldun. Görmüş de oldun. Şimdi geldiğin inine, ruhunla mı gitmek istersin; yoksa onu, zamanında puşt ağabeyine ‘Masum insanların hayvanlarından ne istiyorsun?’ diye sormadığın ineklerin yanında mı bırakırsın?" Adamın işi bitmemişti belli ki. Ağzından çıkan sözcükler aceleciydi. Esengül, hiç üstüne alınmamış gibi davrandı. Hem de burnunu havaya dikerek. “Öldürecek adam çoktan öldürür, seçenek sunmaz,” düşüncesiyle. "Hayvan cenneti tercihlerim arasına girmiyor," dedi. Zaman daralıyordu. Bugünlük kurduğu planın son aşamasına gelmişken, adam karşısında ruhu çekilmiş bir kızın gereksiz merakıyla uğraşamayacak kadar yorgun ve sabırsızdı. Esengül’ün korkusunu belli etmeme çabasını görmese, belki de bu diklenmeye inanırdı. Saniyelik bir plan kurdu zihninde: önce korkusunun üzerine gitmek, sonra kapıyı çekip geldiği yöne dönmekti. Hâlâ bağırıp çağırmamıştı. Demek ki onu ele vermeye pek niyeti yoktu. Uzaklaştırdığı bedenini yeniden yaklaştırdı. Titreyen ince kola uzanıp tutarak onu yerinde sabitledi. "Öyleyse gel şuraya da ben seni kendi cennetimde ağırlayayım," diyerek onu köşeye çekti. Esengül’ün gözleri kocaman açıldı. Kolunu hızla kurtarmaya çalıştı. "Şiştt! Sen gel şöyle bak," dedi tekrar. Esengül, ölümden değil de böylesinden korktuğu için artık gizleyemedi duygusunu. Bağırmaya çalıştı. Ama yeniden ağzı kapatıldı. "Hayırdır? Az önce tercih sunuyordun, ne oldu şimdi?" diyen Adam güçlüydü. Hem de fazlasıyla. Refleksleri keskin, elleri kapan gibiydi. Öyle sıkı sarmıştı ki, ne konuşabiliyor ne de kıpırdayabiliyordu. Son bir hamleyle kafasını çevirip yüzüne çarptı. Başardı. Adam anlık olarak elini yüzüne götürdü. O fırsatla Esengül bu kez dizinden güç alarak tekme savurdu. Ardından iki eliyle birden itti. Her şey saniyeler içinde oldu. Adam, birden iki adım geriye sendeledi. Sırtını ahırın duvarına çarptı. Ve tam tepesinde asılı duran tırpan, çarpmanın etkisiyle yerinden kurtuldu. Kumaşı sıyırarak aşağı düştü ve kolunun üst kısmını keserek derin bir yara açtı.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD