Bir Donuk Güzel Esengül

3688 Words
Esengül, kaç sabah daha ağabeyinin yaptığı kötülüklerin sesiyle uyanacaktı, kim bilir? Yine koca avlunun içinde hangi köylünün ifadesini alıyordu ki, küfür sesleri penceresi kapalı olduğu halde odasının içine kadar ulaşıyordu. Gecenin yarısını çoktan geçmiş bir saatte yatmıştı. Ve sabahın köründe, sırf bu sesleri duyarak uyanmaktan artık bıkmıştı. Yavaşça, gür kirpiklerini araladı. Kahverengi gözlerindeki elem, uyku sersemliğinden değil, her yeni güne aynı şeyleri yaşayarak uyanmasındandı. Yerinden kıpırdamadı. Tarihi dokusu ile dedesinin babasından kalma, içe doğru huni şeklinde olan işlemeli tavana gözlerini dikti. İlmik ilmik işlenmiş ahşap oylumları, çocukluğundan bu yana izlediği halde, ilk kez görüyormuş gibi davrandı. Renklerin ahengine kapılıp sesleri duymamaya çalıştı. Her sabah yaşadığı bu işkencenin bitmesi için sessizce yattığı yerde bekledi. Üç katlı taş evin avlusunda duyulan sesler, her geçen gün biraz daha kendinden en gerekli duygularını alıp süpürüyor, içini kibirle dolduruyordu. Kötü adam olan kişi ağabeyiydi. İyiler ise onun önünde el pençe divan durmuş, bin perişandı. O, şu küçücük köyde her şeyin farkındaydı da "Yeter artık, rahat bırak milleti. Ne istiyorsun, elin gariplerinden?" demek gelmiyordu içinden. Ya da işine gelmiyordu. Gören gözü kör, işiten kulağı sağırdı adeta. Aslen, gören gözlere ve güzel duyan kulaklara göre Zalimin donuk bacısıydı. Ama gerçek şu ki, ölüm ile yaşam arasındaki ipin üzerine oturup sırasını bekleyen sessiz, soğuk bir kızdı. Ne yazık ki kimse bunu bilmiyordu. "Varlığım kendime bile fayda olmamışken, ses çıkarsam kime ne çare olacağım?" Bunu düşündüğü için susmanın doğruluğuna sığınıyordu. Yıllardır kendi derdine bile çare bulamamışken, başkalarının yaralarını nasıl saracaktı ki? İçinde cıvıl cıvıl küçük bir kız çocuğunun, dışarıda yaşanan olaylara meydan okuduğunu duymamazlıktan gelerek "Banane," demeyi bilmişti hep. Geçmişin yarası, yüreğinin derinliklerinde hâlâ kanarken, kimseyi göremeyecek kadar katı bakar olmuştu kahverengi gözleri. Kibirli ve soğuktu. Yeni ömrü ile eski yılları harmanlandıkça, ağabeyinin aynısı olup çıkmıştı. Sadece elinde, şiddet içerikli aletleri ve küfür eden yılan dili yoktu. Zalimin zulmüne dur demeyecek katı bir kalbi, bir de kimsenin önünde olur vermeyecek kibirli başı vardı. En son ne zaman kendi akranlarıyla bir yerde karşılaşmış, sohbet etmişti, hatırlamıyordu bile. Hoş! Yaşıtlarıyla yüz yüze gelse, havaya diktiği burnundan dolayı önünde duran kimdir, necidir bilmezdi ki. O yüzden adı köyde, İblis Ağa’nın donuk bacısı olarak çıkmıştı. O da bağırmıştı, tıpkı dışarıdaki adamın bağırışları gibi. “Yapmaaa!” Demişti. “Yardım edin! Bir şey yapın!” Diye inletmişti ortalığı, küçücükken. Lakin kimse ne çığlıklarını kesebilmiş, ne de annesinin ölümünü engelleyebilmişti. En yakını halasından başka kimse evlerine yaklaşıp “Derdiniz ne?” demeye tenezzül dahi etmemişti. Genç kız saatlerce ağlamaktan sesi kısılmış, bitap düşen bedenini halasının kollarına bırakarak öylece kalakalmıştı. Şimdi de yatağının üzerinde yatarken, parmağını dahi kıpırdatmak istemiyordu işte. Kimin sesini duysa, çocukluğundan kalan o ses daha baskın geliyordu. O yüzden bazı şeyleri kadere bağlıyordu. “Nasıl ben kendi kaderimi yaşayarak çekiyorsam, onlar da kendi kaderlerini yaşayıp öğrenecekler.” Ne yaparsa yapsın, kaderin önüne geçilmeyeceğini öne sürüyor, kendini bu şekilde telkin ediyordu. Kandırıyordu bir şekilde kendini. “Ben böyleyim,” diyerek kestirip atıyordu içinden bütün iyi hislerini. Ne düşünürse düşünsün, kendine hangi bahaneyi uydurursa uydursun, yine de anne ve babasının iyi yönlerinden kalma o damarının seğirmesini bir türlü kesip atamıyordu. Hani şu adamın çığlıklarını duydukça patlama noktasına gelen iyilik damarı… İşte onu bulup kesmeyi de başaramıyordu. Adam bağırdıkça, kulağını kapatsa da gözlerinin dolmasına engel olamaması, annesi ve babasından kalan duygu miraslarından biriydi. Yıllardır tuttuğu, sadece senenin bir günü yanağına süzülen o damla, bugün zamanı gelmeden aşağıya doğru yol aldı. Yastığına damlayan küçücük su damlası, içinde derinliklerde bir yerde, çiçekli elbisesiyle sokaklarda koşturan bir kız çocuğunun bir zamanlar yaşadığını kanıtladı. Hırsla reddetmeye çalışsa da, o hissi bastırmayı başaramadı. Baktı, olacak gibi değil… Üzerine örttüğü etamin işlemeli yün yorganı tekmeleyerek ayaklandı. Önce gözünden düşen damlayı elinin tersiyle sildi. Sonra komodinin üzerindeki tokayla uzun saçlarını gelişi güzel toplayarak, hırsla pencerenin önüne doğru yürüdü. Alttan açmalı ahşap ferforjeyi yukarı kaldırarak, avluda yaşananları boş boş bakarak seyretmeye başladı. "Ağam! Gelen kış günü, üç çocuk ne yer ne içeriz? Yapma, etme! Zaman ver, ödeyeceğim borcumu!" Köylünün sesi, sanki boğazını parçalıyor gibi çıkıyordu. "Kes lan karı gibi zırlamayı!" Diyen acımasız ağabeyi, yine yapıyordu itina ile yaptığı zalimliğini. Adamın geniz yakan, pürüzlü sesi avluda yankı yaparken etrafında bulunan herkes eli bağrında, çıt çıkmadan dinliyor ve izlemekten başka bir şey yapmıyordu. Kendisi gibi! "Şimdi beni iyi dinle! Gidip ormandan tam tamına elli bin odunu üç gün içinde getirirsen, alırsın inek ve koyunlarını. Yok getirmezsen, tüm kasabanın önünde itlerime ziyafet çektiririm hayvanlarını!" Avlunun bir bölümünde, zincirlere bağlanmış on adet iri köpek, sanki haberi anlamış gibi hırlıyordu. Tıpkı sahipleri gibi ürkütücüydüler. Tüyleri diken diken olmuş, gözleri kan çanağına dönmüş, zincirleri zorlayarak ileri atılmaya çalışıyorlardı. Eli bağrında, aman dileyen adam başını çevirip o yöne baktı. Herkesin anlatıp durduğu iblisin katil köpeklerini yakından ilk kez görüyordu. Gözleri korkuyla büyüdü. Sesini az da olsa yükselterek, son bir umutla dilendi. “Yapma Halil Ağa! Etme eyleme! Elli bin odun ne demek, nasıl bulurum? Etraf orman bekçisi kaynıyor. Çok zor! Madem öyle, ineğin birini al borcuma karşılık.” Halil Ağa kaşlarını çatıp, adamın üzerine dikildi. “Ne yapayım senin cılız ineklerini? İki güne kalmaz ölür o hayvanlar! Şimdi yıkıl karşımdan. Unutma, üç gün içinde elli bin odun! Tek tek sayacağım, ona göre!” Sesi kükrediğinde, avludaki herkes daha da sessizleşti. Genç kız, ağabeyinin tükürük saçan vicdansız sesine gözlerini dikse de, söylediklerinin bitmediğini ve arkasından ne geleceğini çok iyi bildiği için pencereyi aşağıya doğru çekip indirdi. "Bu arada, kırın ayak parmağını da aleme ibret olsun! Ağa'nın adamlarını peşinden getirtmek neymiş, anlasın it!" Arkasını döndüğü gibi yürümeye başladı. Bir iki dakika geçmemişti ki, yükselen feryat, genç kızın yatakta oturmuş vaziyette gözlerini yummasına sebep oldu. Biliyordu ki, bu adam can yakmadan ceza vermezdi. ... Ceviz ağacından yapılmış eskitme giysi dolabının kapaklarını açarak eline ilk gelen bordo, belden oturtmalı eteği ve beyaz ipek gömleği alıp yatağının üzerine bıraktı. Dolabıyla takım olan küçük camekanın içinden şal seçmek için uğraşırken, kırk yıllık işleme baskılı kapısı gıcırdayarak açıldı. Olduğu yerde durdu ama arkasına dönme ihtiyacı duymadı. Gelenin kim olduğunu gayet iyi biliyordu. "Güzel guzum, uyanmışsın. Ben de sana bakmaya geldiydim." Diyen, yıllardır kahırlarını çeken halasından başkası değildi. "Uyanmak mı?" dedi, seçtiği yeşil ipek şalı yatağının üzerine fırlatarak. "Ne uyuması hala? Günlük feryat figandan sonra gözlerini yummaya gör, rahat vermezler ki uyuyayım." Şükran Hanım, yeğeninin bu haline iç çekerek yanına doğru adımladı. Elini omuzlarına yerleştirdi. Yeğeninin ne demek istediğini biliyor, dilinden dökülenlerin yalan olduğunu bir tek kendisi anlıyordu. "Geçen aylar, ağandan borç almış ödememiş. Bizimki de, tek geçim kaynakları olan iki ineği neredeyse iki haftadır rehin tutuyor. Onun hengâmesi bahçede yaşanan." Esengül omuzlarını silkti. Umurumda değil görüntüsü çizdi, her zamanki gibi. "Alları, yeşilleri seçmişsin. Haydi giy de günün de böyle şenlensin." Diyerek konuyu değiştirmeye çalıştı. Esengül’ün dudakları alayla kıvrıldı. "Bize şenlikli bir gün, en son ne zaman nasip oldu hala?" "Deme be guzum. Güzel olması için Bismillah çek bu yeni güne. Belki aydınlık olacak bundan sonra, ne bilirsin? Kötüyü çağırmak da ne? Az umut dilen, istekli ol, olmaz mı?" Diye karşılık verirken, halası gözlerinde ışıldayan gözyaşını hissettirmeye çalıştı. Çünkü kendisi de biliyordu, söylediği sözlerin genç kıza tesir etmeyeceğini. Onun için yeğeni, yürüyen ölüydü. Ağabeyinden kalma iki emanetten biri, dünya güzeliyken ruhu çekilmiş soğuk bir kız olup çıkmıştı. Diğeri ise, güçlü ve paralı olduğu halde bir tek merhamet ve vicdan sahibi olamamıştı. *** Soğuğu can yakan Demirkazık Dağı’nın eteğinde bulunan küçük köyde, gün geceye, gece güne kavuştu. İblis Ağa’nın gözüne girenlerin bacası tütüyor, kötülüğünden nasip alanların ise iki baş hayvanın çıkardığı tezeklere bakıyordu bacalarından çıkacak olan duman. Kimi, soğuk kimi sıcak geçirdiği gecelerden sonra, uzun zamandır ilk kez gülümseyen güneşe merhaba demişti köylü. Kış günü iş olmadığı için evlerinde ya da ahırlarında, hayvanlarıyla vakit geçiriyorlardı. Birkaçı hariç. Ormanın içinde, şu soğukta harıl harıl kuru odun toplayan o kişiler, gaddar ağanın ağına takılan Kör Ahmet’in oğlu, Garip Hasan için kolları sıvamış, elli bin odunu toplamak için orman bekçilerine yakalanmamayı umut ederek uğraşıyorlardı. Toplanan odunları, köyün az ileri gelenlerinden sağladıkları iki traktöre yüklediklerinde, hepsinin yüzünde aynı ifade vardı. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Sanki konuştukları an, yerin kulağı var da Halil Ağa duyacakmış gibi davranıyorlardı. Şayet duyduğu an, gariban Hasan’a bile böylesi cezayı reva gören, kim bilir kendilerine ne yapardı, kestiremiyorlardı. Sesleri çıkmadan, bedenlerini konuşturarak sadece işlerini yapıyordu her biri. Nasıl olsa topladıkları odunları İblis Ağa kendilerine parayla satacağı için, en iyisi olmasına özen gösteriyorlardı. Ekip, diktikleri toprak onundu. Allah’ın dağından süzülen, bağ bahçe suladıkları dere bile onundu güya! Ormanda biten kuru odunlar da…Öyle bir sindirmişti ki milleti, öyle bir inandırmıştı ki, sanki kendi kurduğu küçük devletin içinde baş kesendi. Sessiz olmasalar, ne yapacaklardı? Zamanında elbet, karşı çıkmayı cesaret eden çok kişi olmuştu. Ona karşı gelenlerden birkaç aile, tabiri caizse arkalarına bile bakmadan büyük şehirlere göç etmişti. Babayiğit gençlerden ikisi türlü oyunlarla hapse girmiş, biri de faili meçhul bir cinayete kurban gitmişti. Bunları bilen köylü, nasıl ses çıkarabilirdi? Üstelik ülkenin durumu, şehirlerde seksen darbesiyle hayli karışıkken, kim göçmeye cesaret edebilirdi kendi topraklarından? Haydi, cesaret eden olurdu olmasına da, otundan tut çöpüne kadar borçlandıkları bu zalim adam onları bırakır mıydı? Elleri kolları bağlıydı işte. Ancak böyle durumlarda birbirlerine sessiz sedasız destek çıkabiliyorlardı. Aldıkları cezaların yükünü paylaşarak. Şu an yaptıkları gibi. *** Esengül yatağında yeni bir güne gözlerini açarken, diğer günlerden hiçbir farkı yoktu. Güneş mi doğmuş, kış mı gelmiş, yaz mı bitmiş umurunda değildi. Adına yeni bir gün dedikleri şey, onun için sadece saatlerin geçmesinden ibaretti. Hep yaptığı gibi oyalanmadı yatağında bu kez. Ayağa kalktı. Gardırobuna yöneldi. Eline aldığı kadife kışlık elbiseyi, pijamalarını çıkardıktan sonra giydi. Saçlarına, yüzüne, gözüne gelişi güzel çeki düzen verdikten sonra, suratında hiç bozulmayan aynı ifadeyle odasından çıktı. Başı dik, suratı asık bir vaziyette, tek katlı ahşap merdivenlerin kenarından tutunarak aşağı indi. Burası konağın girişi sayılırdı. Dikdörtgen şeklinde geniş odayı salon olarak kullanıyorlardı. U şeklinde dizilmiş, üzerinde yaldızlı örtüler ve kırlentler bulunan ahşap sedirler, kapının kenarında bulunan kuzine soba, ısıtma işlemini fazlasıyla görüyordu. Üst katta bulunan dört odada kendileri uyurken, biri ağabeyinin gizli odasıydı. Salonun ortasında, yere serili sofranın üstünde, bakır sinide kahvaltının çoktan hazır olduğunu gördü. Sevgili ağabeyi! Ve halası çoktan oturmuş, yemeye başlamışlardı bile. Ağır adımlarla ilerleyerek, tek kelime etmeden oturdu. Sofrayı dizlerine çekip sininin üzerindekilere baktı. Onu gören yardımcılarından Lütfiye ablası, onun bir şey demesine fırsat bırakmadan, sobanın üstündeki çaydanlıktan çayını doldurmaya başladı. Uykusuz gözlerini, eli titreyerek çay dolduran kadına diktiği anda, ağabeyinin sesi duyuldu. "İnsan olan, yediği sofraya yerleşirken önce etrafındakilere hayırlı sabahlar dileyerek oturur." İçtiği tütünlerden olsa gerek, hırıltılı ve içinde hiçbir duygu barındırmayan sesi, sofraya zehir gibi aktı. Ağabeyinden tarafa başını çevirdi. Dudakları alayla kıvrıldı. Attığı zoraki gülme sesi ile Lütfiye ablanın sofraya şıngırdatarak koyduğu bardak sesi yarıştı. "Niye, ağam! Ben hayır dileyince sabahlarımız hayırlarla mı dolacak sanki?" Sesi kendinden emin olsa da gözlerindeki yangın, bir köyü yakmaya eşdeğerdi. Halası, yıllardır bu duruma alışık olduğu için sadece kaşlarını kaldırarak engellemeye çalıştı. Lütfiye abla yazmasını çekiştirerek anında mutfağa koştu. Sininin tavanla buluşacağını bildiği korkuyla kaçtı. Halil Ağa, karşısında sesini yükselten kardeşinin yavaş yavaş kendisine benzediğine içten içe sevinmiyor değildi. Kendisi gibi birini ister miydi? Onu da bilmiyordu ama böylesi sanki daha cazip geliyordu. Aynı kanı taşıdığı kardeşinin güç ve irade sergilemesi hoşuna gidiyor, lakin bu gücü başkalarının üzerinde denese iyi ederdi. Kırk yaşında olan Halil Ağa, hiç ölmeyeceğini sanıp hareket etse de ardında mezarını kazıyarak onu yerleştirecek olan tek kişinin kardeşi olduğunu biliyordu. Şayet kardeş demek onu sevmekse, yani kendisine faydası dokunacağını hesap ettiği kişilere duyuluyorsa bu sevgi, seviyordu kardeşini. Düşündüklerini hesap edince, bugünkü çıkışını görmezden gelebilirdi. "Yemeğini ye, Esengül. Ye ki ağzın doluyken daha fazla asabımı bozmamı engelle." Diyerek önünde, neredeyse kuş sütü eksik olan kahvaltısını bitirmeye koyuldu. Köylü açlık ile mücadele ederken...Tıpkı bedeni gibi, ezelden yorgun olan dilini daha fazla yorma gereği duymadı Esengül. Yufkanın arasına koyduğu iki dilim peyniri sinirle ağzına götürdü. Halil Ağa, gözünün altından kardeşinin yediği küçük lokmaya sinirle baktı. Ömrü boyunca doğru olmayan gür kaşlarını daha da çattı. Elinde tuttuğu çayın son yudumunu höpürdeterek içine çekti. Yüzünün güldüğünü hiç görmediği bacısını izlemeye koyuldu. Bedeni zayıf olsa da, kırsal kesimdeki bu topraklara zıt beyaz teni dikkat çekerdi. Gün görmez, güneş bilmez olunca normaldi haliyle. Soluk tenine inat, tıpkı kendisi gibi simsiyah, gür kaşları vardı. Gür ama kalemle şekillendirilmiş gibiydi. Kendi sarı ve pörtlek gözlerine inat, kahverengi ve hafif yanlara doğru çekikti. Annesi "Badem gözlüm" derdi severken. Zaten annelerine benziyordu, bakışları buza dönüşmüş bacısı. Güzeldi bacısı. Huyunu bilmeyenler, bakmalara doyamazdı. Görüyor, duyuyordu. Haliyle seviniyordu. Kapısı hatırı sayılı kişiler tarafından defalarca çalınmış, hatta şehirden gelen önemli adamların bile uğrak yolu olmuştu evleri. Bu duruma memnun kalsa da, karşısında oturan kardeşi, gelenleri asık suratla ve boş boş bakarak karşıladığı için geldikleri gibi gitmeleri de bir olmuştu. Tüm uyarılarına rağmen, gelenleri bir şekilde göndermeyi başarıyordu. Üstelik hiçbir şey yapmadığı halde. Bir de kulağına dolan dedikodular olunca, dişlerini sıkmaktan ağzına dökülmesi vardı ki bu da bacısının suçuydu. "Halil Ağa'nın suratsızmış kardeşi." "Kızın yüzünün ışığı sönmüş, ölüden farkı yok." "Böyle donuk bir kızı gelin edeceğime, döşeği boş kalsın oğlumun." Bunun gibi nice sözleri söyleyenlerin cezasını verse de, bu kız böyle olduğu sürece güzellik ancak bir yere kadardı. O yüzden uzun zamandır gelip gidende yoktu. Yaptığı uyarılara dikkat vermeyen kardeşinin evlenip gitmesi ya da gitmemesi şimdilik umurunda değildi. Belki o da halası gibi yıllarını ona adayarak, bu evde onunla birlikte yaşayıp, birlikte yok olacaklardı. Bunları düşünürken son lokmayı ağzına atıp, elinin tersiyle ağzını sildi. Dizindeki sofrayı küfreder gibi itekleyerek ayağa kalktı. İşaret parmağını sallayarak ortaya konuştu. "Ben meydana iniyorum. Siz de aşağı köydeki düğün için ikindi vaktine hazır olun." Kardeşinin gözlerinin içine imayla bakarak "Düğünde olması gerektiği gibi davran" diye uyardı. Kardeşinin ve halasının konuşmasına fırsat vermeden kapıya yöneldi. Esengül, tartışacak gücü kendinde bulmadığı için ses çıkarmadı bu kez. Ağabeyi kapıdan çıkarken, onun gözleri penceredeydi. Yine birileri eceline susamış olacak ki, avluda büyük bir ses kirliliği vardı. Halasına baktı, "Bilmiyorum" işaretini gördü. Neler olduğunu anlamak için ayağa kalkıp pencereye doğru yürüdü. Avlunun dış kısmında iki traktör kasasında yığınla odun vardı. Etrafında biriken küçük kalabalık, odunları indirmeye çalıştıkları için bu kadar ses çıkıyordu. Perdenin kenarından asılırcasına tuttu. Yine bir köylünün, itirazsız kabul ederek, bir yığın odunu sanki zafer kazanmış gibi getirip büyük tantana kopararak göstermesine canı sıkıldı. Avlunun dışındaki çorak araziye, el çabukluğu ile indirilen odunları gördüğü gibi perdeyi hızla çekerek kapattı. Hiç gitmek istemediği düğün saati gelene kadar odasına çıkıp, sessizliğine sığınmak istedi. Halasına ve etrafındakilere bir şey demeden, arkasını dönüp merdivenlere doğru hızla yöneldi. Arkasından, kafasını iki yana sallayarak gözleri dolan halasını bırakarak… *** İkindi vakti, yerini akşamın kızıllığına devrederken hava buz gibiydi. Esengül, gideceği düğün için hazırlık yaparken, böyle bir havada insanların neden düğün kurduğu hakkında kendince söyleniyordu. Onların ne kadar ahmak olduğunu dile getirmekten, her zamanki gibi çekinmiyordu. Üzerine giydiği, bazı kesimleri ince pullarla işlemeli siyah kadife elbisenin içinde, beyaz yüzü ve çekik kahve gözleriyle göz alıcı olduğunun farkında değildi. Özenmeden hazırlanmış olmasına rağmen, nasıl da dikkat çekeceğini bilmiyordu. Hazırlığı erken bitince, pencerenin önünde oturmuş, dışarıyı izlemeye başladı. Düşünceliydi ve bomboş geçen ömrünün sonuna kadar böyle devam edeceğinin hesabını tutuyordu. Kapısı ağır ağır açılınca yüzünü dönme gereği duymadı. Çünkü biliyordu ki halasından başkası değildi gelen. Şükran Hanım, iki omzuna ellerini koyunca yanılmadığını bir kez daha anladı. İkisi de bir süre hiç konuşmadan, odanın penceresinden dışarıyı izledi. Şükran Hanım, yeğeninin pencere önündeki düşünceli halini görünce yine içi acıdı. Bu kızın, bu evde telef olacak korkusu, her geçen gün canını fazlasıyla yakıyordu. Böylesi bir güzelliğin, bu yaşta elem örtüsüne bürünmesini hazmedemiyordu. Yine siyahlar içindeydi yeğeni. Ne zaman toplu bir yere gitmeye kalksa, giyerdi gece renkli kıyafetlerini. Bilseydi siyahın içinde, beyaz yüzünün nura büründüğünü, giymezdi… Onu da bilirdi. Diğer kara çalı dediği yolunu çizmişti de, şu güzel böyle sönüp gidecekti ya, en çok ona yanardı. Omuzunu tuttu. Hep yaptığı gibi, içinden Allah’a, ona güzel yazgılar yazsın diye dualar mırıldandı. Sonra da, “Hadi guzum. Çıkalım, ancak yetişiriz.” dedi. *** Birkaç kilometre ötede bulunan köyde, hatırı sayılır zenginlerden biri olan Abdullah Efendi’nin oğlu bugün evleniyordu. İğne atsan yere düşmez dedikleri bir kalabalık vardı. Köy meydanına kurulan düğünde, çalan davul zurnanın sesi yedi köye ilan ediyordu kimin evlendiğini. Esengül ve halası, kalabalığın arasından oturacakları yere doğru ilerlerken üstlerine dikilen bakışların farkındaydı. Esengül ise, her zamanki gibi başı dik, kibirli görüntüsünden asla taviz vermeden yürüyordu. Ağabeyinin çalışanlarından biri, onlara oturacakları masayı eliyle yön verdi. Kendilerinden önce gelen, ayak ayak üstüne atıp elindeki bastonundan kuvvet alarak oturan ağabeyi, çoktan gelmişti. Ses etmeden, masada bulunan diğer iki kişiye selam dahi vermeyerek sandalyesini çekip oturdu. Halası da hemen yanına yerleşti. Halil Ağa, kardeşinin yürüyüşünü, kendilerine doğru yaklaşmasını göz ucuyla izleyerek, yandan hafifçe gülümsedi. Ne derlerse desin, aynı tarlanın tohumu, birbirinin aynısı olurdu işte. Yavaş yavaş kendisine benzemekte ısrarcı kardeşi, pekâlâ güzel giyinmiş, ilgi çekmeyi yine becermişti. *** Esengül, saatlerdir önüne yığılan ikramların geliş gidişini ifadesiz gözlerle izlerken, düğünden bihaberdi. Bu düğünün gelini kimdi? Damat nasıldı? Umurunda bile değildi. Çalan çalgı sesleri, beynini istila ettiği için bir an önce bu saçma yerden gitmekten başka bir şey düşünmüyordu. Kendisini sessizliğe hapsetmek, onun için bin eğlenceden daha hayırlıydı. Artık daha fazla katlanamayacağını anlayınca, bunu dile getirmek için ağabeyine baktı. Elinde tuttuğu rakı bardağıyla, yanındaki adama hararetle bir şeyler anlatan ağabeyinin kalkmaya hiç niyeti olmadığını gördü. Halasına döndü. Yanına gelen birkaç kadını, göz ucuyla kendisine bakarak savuşturmakla meşguldü. Tahminince, halasının yanına yaklaşan kadınlar, kendisi hakkındaki namı henüz duymamış olanlardı. Kaç dakika daha sabredebilirdi, kim bilir. Önündeki masanın üzerine çıkıp, canı çıkana kadar bağırmak istiyordu. “Susun gayrı! Hiç mi derdiniz yok? Hiç mi tasa çekmezsiniz de gülüp oynarsınız?” Gibi nice cümleleriyle yerle bir olsun herkes diye içinden geçiriyordu. Ağabeyi iyice sarhoş olmuştu. Kalabalık, yavaş yavaş dağılmaya başlamıştı. Keyfi yerindeydi Halil Ağa’nın. Gitmeye dair hiçbir iz yoktu yüzünde. Artık çatlamanın eşiğinde olduğu bir anda, belki de çalışanlarına kendisi söyleyip eve gitmeyi düşünürken, istediği olmuştu. Yardımcılarından biri, hızla masaya doğru yaklaşıyordu. İki eli birbirine bağlı, telaşlı olduğu yüzünden belli olan orta yaşlarda bir adam, hızla adımlayarak ağabeyine doğru geldi. Kıyamet kopsa, ağabeyi böyle keyifliyken kimse yanına yaklaşamazdı. Demek ki durum ciddiydi. İlk kez merak etti. Dikkat kesildi. Adam, ağabeyinin yanında önünü iliklerken, sol omzunun üzerinden kulağına doğru eğilerek bir şeyler fısıldadı. Esengül, davul zurna sesinden bir şey anlamadığını, gözlerini kısarak belli etti. Halil Ağa, kendisine doğru yaklaşan adamını tek kaşı havada beklerken, kulağına söyledikleri ile hızla ayağa kalktı. Elindeki rakı bardağını masaya çarptı. Olup biteni şaşkınlıkla izleyen Esengül ve halasına, "Gidiyoruz! Acele edin!" diye kükreyince ikiletmeden hızla ayaklandılar. Belli ki kıyamet yakındı. İçinde dünyası olmayan birine, varsın kopsundu o kıyamet. Geldikleri düğün evi, çiftliklerine birkaç kilometre uzaklıktayken, arabanın içindeki gerginlik hissedilir derecedeydi. ... Ağabeyi, öndeki arabanın içindeyken, genç kız ve halası da peşlerinden takip ediyordu. Görkemli taş evleri, bulundukları yokuşun tepesindeydi. Yol bitimine yakın, halası ile göz göze geldi. Büyükçe bir yangın, gecenin karanlığını aydınlatırken, is kokusu, arabanın aralık camından içeri dolmaya başladı. Hayatı boyunca halası dışında kimseye hiçbir ifadesini belli etmeyen, hiç kimseyle tek kelime konuşmayan Esengül, sesinin titremesine mâni olamadan arabayı kullanan adama sordu. "Bu…" diyerek işaret parmağıyla büyük alevlerin yükseldiği yeri gösterdi. "Bu dev yangın bizim evden mi çıkıyor?" Arabayı kullanan adam, belki de genç kızın sesini ilk kez duyuyordu. O yüzden biraz şaşırdı. Dikiz aynasından, buğulu gözlerini sakinleştirmek için rahat olmaya çalışarak cevap verdi. "Yok hanımım, korkmayasın. Eviniz yanmıyor. Nedenini çözemedik ama büyük avlunun içine yığılan odunlar var ya! Hani bugün, şu garip Hasan’ın getirdiği. Onlar tutuşmuş. Ee, kuru çam olunca, ondan büyüklüğü alevlerin." "Durup dururken nasıl tutuşmuş? Biz çıkarken bir şey yoktu!"Diyen halası da şaşkındı. "Vallahi biz de bilemedik. Siz düğündeyken ateşin önünü çevirdiğimizde, baktık, gaz yağı bidonu vardı. Kim nasıl cesaret ettiyse artık, asıl yangın odunlar sönünce çıkacak." Adam sıkıntıyla iç çekti. Kim, nasıl böyle bir şeye cesaret edebilirdi? Hem de İblis’in kendi çöplüğünde… Adam doğru söylüyordu. Belli ki büyük yangın, tüm alevler köz olunca çıkacaktı. Araba eve doğru yaklaşınca, canla başla yangını söndürmeye çalışan köylünün bağrışları geliyordu. Adam arkasını dönüp, "Hanımım, arabayı burada durduralım. Ne olur ne olmaz. Eve kadar yürüseniz uygun olur mu?" dedi. Onay aldıktan sonra, hep birlikte aşağı indiler. Halası, Esengül’ün elbisesinden ötürü, "Kızım, sen yavaş yavaş gele dur." Diyerek önden koşarcasına giderken, şoför de peşindeydi. Acele etmeye çalışsa da, Esengül düşünceli tavrından ötürü adımları sakindi. Gözü, gökyüzüne kızıllığını ilan etmiş yangında… Toprak yolda, hafif yokuş yukarı yürüyordu. *** Adamın dediği şayet doğruysa, bugün getirilen odunların yanması tesadüften ötesi olabilir miydi? Kaç traktör odun vardı orada? Allah’tan boş arazideydi ve avlunun duvarlarından dolayı evlerine yaklaşmamıştı. Eğer bu dev yangını biri çıkarmışsa, kesin intihara meyilli biriydi. Yoksa kim, İblis dedikleri birinin ocağına, ölmek dışında şer saçmaya gücü yeterdi? Yolun kıvrımını geçince, evlerinin yoluna girecekti ki kulağına gelen nal sesiyle olduğu yerde dikkat kesilerek kenara çekildi. Köylülerden biri olmalıydı, muhtemelen. Nal sesleri hızla kendisine doğru yaklaşınca, telaşlı olduğunu varsayarak yangından dolayıdır diye düşündü. Nal sesi yaklaştı ve yaklaştı… Tam dibinde durdu. Yolun kenarında yürüdüğü halde, neredeyse üstüne çıkacaktı. Korktu. Histerik bir şekilde elini hızla atan kalbinin üstüne koydu. Kendisini korkutan kişiyi azarlamak için başını kaldırdı, baktı. Her kimse, kafayı yemiş olmalıydı. Derken, o dengesiz at ve sürücüsü hemen dibinde tozu dumana kattığında, önce atın beyaz olması dikkatini çekti. Bildiği kadarıyla, bu köyde böyle bir atın olması imkânsızdı. Eğer olacaksa da kendi ahırlarının dışında olması mümkün değildi. Yoksa ağabeyi, nasıl gözden kaçırabilirdi böylesine güzelliği? Atın güzelliğini inceledikten hemen sonra merakla gözlerini sahibine çevirdi. Yanlış gördüğünü varsayarak gözlerini kapatıp tekrar açtı. Hemen dibinde, gecenin zifirinde ay gibi parlayan atın sahibi… Tam aksine simsiyahtı. Salkım saçak siyah giyindiği kıyafetleri yetmezmiş gibi, bir de yüzüne kara bir peçe takmıştı. Bu kişi ya da her ne ise, o da baştan aşağı kendisine bakıyordu. Saniyelik göz süzmelerinin ardından, sanki atıyla kendisinin üzerine yıldırım düşmüş gibi irkilerek, yularından asıldığı gibi hızla uzaklaştı. Sahibinin mi görüntüsü, yoksa atın güzelliği mi Esengül’ü böylesine dehşete düşürmüştü, bilinmez… Eli hızla atmaya devam eden kalbinde, gözleri giden Kara Peçe’nin ardında öylece kalakaldı. *** Halil Ağa, yangını izlerken sağa sola küfür yağdırıyor, kimin böyle bir şey yaptığını hiddetle sorgularken, o kişinin aynı zamanda ölüm fermanını imzalıyordu. Önüne gelene tekme atıyor, adamlarına emirler savururken, gözlerinden çıkan öfke ateşi, bir köyü yakmaya yeter de artardı. Mutlaka bir delil olmalıydı. Yoksa gökten tepesine ateş yağacak değildi ya! Son bağırışını, hiç suçu olmayan—yangını söndürmeye çalışan bir köylüye hediye ederken, gözü avlunun demir kapısına takıldı. Koca avlunun, kendi gibi yüksek olan kapısının üzerinde yazılı kelimeler, görülmeyecek gibi değildi. Üstelik bu yazı, kırmızı bir boya ile—hatta kanla—yazılmış gibi duruyordu. Emin olmak için, adamlarıyla birlikte biraz daha yaklaştı. Ortalık, yangından ötürü zaten aydınlanmıştı. Fenere gerek bile kalmadı. Günahlarının bedelini ödemeye hazır mısın, kancık ağa? Her harfin altına doğru sızan kan rengi, gecenin tonunu anında değiştirdi. Nefesler tutuldu. Kimseden çıt dahi çıkmadı.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD