BÖLÜM 7

2933 Words
Adam anladığı kadarıyla, bu kızın da ağabeyi denen adamla derdi büyüktü. İri bedeniyle, cılız kızın ince vücudunu duvara hapsettiğinde, gözlerini onun gözlerine dikerek tepki ölçmeye çalışmıştı. Fakat kız o keskin ve korkusuz bakışlarıyla burnundan kıl aldırmıyordu. Adam daha da üstüne gitmeye çalıştı. Keskin bir iradeye sahip karşısında ne eğildi ne de büküldü. Belki biraz yaklaşırsa bu donuk kızı çözebilirdi. Ama beklenmedik an da kızın sert hamlesiyle bütün dengesi yerle bir olmuştu. Acıyla kıvrılıp, boğuk bir küfür savurdu. Bütün kasları mecburen geri çekildi. O hamleyi yiyene kadar, bunun mümkün olacağını bile hesaba katmamıştı. Hissettiği acıya, karşısındaki bir erkek olsaydı, şimdiye çoktan kaba kuvvetle karşılık verirdi. Esengül adamın kendisine uyguladığı o iğrenç ithamlara karşı kendini korumaya almış sonra adamdan uzaklaştığı gibi duvara sinmişti. Hazmedemiyordu.Derin derin soluk alıp verirken haline bakmadan adamı tehdit etmesi de bundandı. Eli boğazında diğer eli adama doğru uzanmış açıklama yapmaya çalışırken sesi tehditkardı. “Beni bu hayatta tutan tek şey namusumu ve iffetimi müdafaa etmek iken…Sen kimin pisliğisin ki, gözümü onunla korkutmaya çalışıyorsun?” derken duvarın en karanlık tarafında çıkışa yakın yerdeydi. Adam karşısında elleri o yerinde kıvranıyordu. Esengül konuşurken o peçenin altından öldürecek gibi bakıyordu. Kendisini incelerken onu çözmeye çalışırken kaçabilirdi. Kaçmaya yakın yerde durdu. Yine de bu kadar yakınken adamı tetiklemeye çalıştı. Demek ki canını yakabiliyordu. Adamın hem kolu yaralı hem de bir yerlerini sızlatmayı başarmıştı. Eğer kışkırtırsa belki kim olduğunu söylerdi. “Demek ki Halil Ağa’m,” dediğinde onu kışkırtırken ağzından laf almaktı amacı. Yoksa o asla Halil'e ağam demezdi. “Senin de derin bir yara açmış olacak ki, iki gramlık erkekliğine güvenip karşında haklı haksız kim varmış bakmadan öcünü benden almak istiyorsun!” dedi. Cümlesinin sonu gelmeden sesi havada asılı kaldı. Adam belini doğrultup tek hamlede düzeldi. Daha feci bakıyor ve avına saldıracak hayvan gibi duruyordu. Esengül çıkışa bir adım daha atarken gözlerini adamdan çekmedi. Adam konuştu. Daha doğrusu konuşmadı sesi boğuk odada bütün sürüngenleri yuvasına itecek sertlikte çıktı. "Beni o pezevenk ırz düşmanı adamla karıştırma!" dedi. Sonunu getirmedi. O getiremediği kelimeler boğazını yırttığı yerde yüreğine döküldü. Sanki buzun üstüne damlayan ateş hareleri gibi cız etti. Kız onu kışkırtıyordu. Bunu son an da fark etti. Bu kızın ağabeyi ile bir derdi vardı. Kızın gözlerindeki tereddüt onu belirli ihmallere ve planlara sürükledi. İri bedeniyle onu sıkıştırırken, gözlerini kararlı biçimde gözlerine dikmişti. Tiksintiyle değil, anlamaya çalışır gibi. Adam da onun reaksiyonunu çözmeye çalışıyordu. Ama o kadar iradeli, o kadar sertti ki... hiçbir beklentiye uymuyordu. Zaten dikkatini dağıtan da bu olmuştu. Eğer biraz daha temkinli olsaydı, o tekmeyi yemeyecekti. Susmadı donuk kız. Kışkırtmaya devam ediyordu. “Beni bu hayatta tutan tek şey namusumu ve iffetimi müdafaa etmekken... sen kimin pisliğisin de gözümü onunla korkutmaya çalışıyorsun?” dedi sığınaktaki loş ışıkta, sesi yankılandı. Adamın zihninde Esengül’ün cümlesi bir çivi gibi çakıldı. Gözleri bir an için karardı. Daha fazla terslik çıkmadan, bu kız buradan bir an önce siktirip gitmeliydi. Ama gördüğü kadarıyla meydan okumayı seçmişti. Adam gözlerini karartıp üstüne yürüyerek korkuturken Esengül geri adım attı. Anında duvardaki tahta kapıya eli vardı. Gözleri adamda eli kapıdaydı. Arkasını döndüğü an bu hayvan ona saldıracak ve ne yazık ki ölüsünü dahi bulamayacaklardı. Adam onun gideceğini anladığı an durdu. İki elini beline koyup kızın korkmuş halini keyifle ama belli etmeden izledi. Esengül kapının paslı sürgüsünü narin elleriyle açmaya çalışırken elinin parçalanmasına aldırış etmeden olanca kuvvetiyle asıldı. Kapı açıldı. Kapı açılır açılmaz kendini dışarı attı. O kaçarken adam olduğu yerde duruyordu. Demek ki gitmesini bekliyordu. Esengül bir adım daha attı. nefesinin ritmini yakaladı. Evet ona bir açıklama yapmalı ve uyarmalıydı. "Burada olduğunu kimseye söylemeyeceğim. Burası evin içinde kiler odasına açılıyor. Benim dışımda kimse burayı bilmiyor. İşine karışmayacağım. Derdin kimle ise onunla hallet. Ben ve halama dokunma. Sakın bizim karşımıza çıkma!" dedi. Asla boynunu eğmeden konuştu. Onun bu dik duruşu adamın zaten fazlasıyla dikkatini çekmişti. Kız kendisinden aman dilenmeden uyarıda bulunuyordu. Adamın buna dudakları kıvrıldı. Kız şunu söylüyordu. Bize bulaşma ama ağabeyime ne yaparsan yap diyordu. Adam buna inanmadı. Özü bok olanın kiri en yakınına sıçrardı. Bu yüzden bu burnu havada kıza kendince karşılık verdi. Daha doğrusu üstü kapalı bir tehditti. Kız onun ne demek istediğini zamanla anlayacaktı. "Sana görünmeyeceğim ama sen nereye bakarsan bak beni göreceksin." dedi. Esengül bunu duyunca nefesi düzensizleşti. Adam devam ettti. “Nefesim ensende olacak ama beni görmeyeceksin...” “Burnunun ucunda olacağım ama fark etmeyeceksin…” “Şah damarına kadar seninle olacağım. Donuk Kız” dedi. Bunları öyle bir ses tonu ile söyledi ki soluğu bile yankı yapıyordu. Esengül onun hayalet olduğuna yemin edebilirdi. Eğer o çocuk da görmeseydi. Şu konuşma tonu insanın iliğine işliyordu. Korkttu Esengül. Bu korkuyla kendini öne doğru savurduğunda adımları hızlıydı. Önündeki dar geçitte koşar adım ilerledi. Tam köşeyi dönecekti ki son kez dönüp bakayım dedi. Adam Azrail gibi olduğu yerde karanlık bir halde duruyordu. Esengül son bir adımda dışarıdaydı. Buna güvenerek bir de daha fazla korktuğumu anlayıp üstüme varmasın düşüncesiyle derin bir soluk aldı. Sesindeki titremeyi bastırmaya çalışarak konuştu: “Madem seni her daim ensemde hissedeceğim...” dedi, sesinin yankısı sığınakta dolaştı. “Öyleyse gitmeden söylesene... Hayaletime ne ad vereyim?” dedi. Adam hafifçe başını yana eğdi. Karanlık içinde, gözleri loş ışıkta parladı. Öyle bir sessizlik çöktü ki, Esengül’in nabzı kendi kulaklarında duyuluyordu. Sonra, adamın sesi geldi. Derinden, ağır ağır, boğuk ve keskin. “O ruhsuz bedenin...” dedi. “Dibinde olan beni hissettiği an...” Bir an durdu. Sonra cümleyi tamamladı: “KANSU demen yeterli, boz surat.” Esengül kendi gibi adı da kan olan ismi kendi dilinde telaffuzettiğinde tüyleri yolunmuş gibi oldu. Daha fazlasına müsaade etmeden köşeyi dönüp yukarı açılan kapının üç basamağını çıktı. Ayakları titreyerek omzuyla yüklendiği kapıyı açıp kendini kilerin içinde buldu. Kapıyı tekrar kapatıp o kapağın üstünde oturup dizlerini karnına çekip zangır zangır titrediğinde aklında da dilinde de tek isim vardı. KANSU. .... İnsanın ne olduğu değil, ne olacağı önemliymiş. Bundan birkaç gün önce birisi ona “Sen bunları yapacaksın” dese, tokayı yüzüne çarpardı. Aklı, ona öyle bir oyun oynuyordu ki bedeninin tüm parçaları da ona muhteşem bir şekilde eşlik ediyordu. Tanımadığı adamın yanında kendini belli etmemek için sıkı sıkıya kastığı bedeni, kilere geçtikten sonra ancak yarım saat içinde lastik gibi gevşeyebildi. Henüz bir hamle yapmadan oturduğu yerde zihnini tartarken ölümün kıyısından çıkıp geldiğinin farkında yine de, içindeki cesaretini kendince takdir ediyordu. Gözlerini kapatıp bunu dediği an adamın o gözlerinden çıkan alev topunu hatırladığında, nasıl korktuğunu ise sadece kendisi biliyordu. Adamın o halini bir kez daha bir kez daha düşünürken zihnine işlemekti amacı. Taze iken şu yaşadıkları. Bilhassa... Adamın fiziksel özellikleri. Adam eldivenleri çıkarınca ilk fark ettiği bir köy erkeğine yakışmayacak derecede güzel elleri vardı. Bir zanaatkârın elleri gibiydi. Kemikli parmaklarının inceliği, uzunluğu gözlerinin önünde belirirken kendi kendine hayret etti. O kadar şeyin içinde buna mı takılmıştı. Zihni diğer ayrıntıları düşünmesini reddediyordu. Kolunu sardığı o hallerini. Adam haklı mı çıkacaktı yoksa? Yüzüne gizlediği peçenin ardında gerek dişlerini sıka sıka, gerek alay ederek ona söylediği her şeyi hafızasında tekrar canlandı. “Senin hep aklında, yanında, ensende olacağım” derken kastettiği şey... tam olarak bu muydu? Bir nevi, büyü mü yapmıştı ona? Dakikalar bile olmadan yanından ayrılan bir adamın sesi, şimdiden zihninde böyle yankılanıyordu. Düşünceleri boynuna bir halat gibi dolanmış arkasından çekiyordu. Oysa düşünmesi gereken... Dışarıda neler olup bittiğiydi. Ama hiç tanımadığı bir adam yüzünden, hala zihni esir alınmış hâlde evine varıyordu. “Elin adamı...” dedi bu sefer. Sadece kafasında değil, fısıltıyla seslendirdi bu kelimeyi. Sırtına giydiği keçe urbasıyla, Daracık odanın içini dolduran iri gövdesiyle…Kollarıyla meşe ağacını andıran, Sözüyle, heybetiyle, varlığıyla kendini gözler önüne seren adam... Kimin eriydi? Kimin oğluydu? Kimlerin yakınıydı? Kim bilir. Gerçekten var mıydı yaşadıkları köyde böyle bir adam? Köylerinde olmalıydı. Yoksa... Yüzünü, gözünü neden saklansındı? *** İki saati aşkın süredir sığınakta olduğu için, güneş çoktan doğmuş olmalıydı. Belki de birileri onun yokluğunu fark etmişti. Kim, ne zaman, nasıl fark ederdi bilmiyordu. Bir an önce odasına gitmeliydi. Adamı zihninde canlı tutmalı ve olacakları beklemeliydi. Sessizce. Her zamanki gibi. Donuk ve hissiz haliyle. O adamı ne yapacağı tam bir muammaydı. Sadece ağabeyine duyduğu düşmanlık varken, ne hesabı varsa onunla kapatmalıydı. Beceriyorsa, herkese yardım etsin, köyü kurtarsın—ama kendisine bulaşmasındı. Bundan sonrası hem köylü için hem de kendileri için ya aydınlıktı, ya da sonsuz karanlık. Önünde iki seçenek vardı. Eski berbat hâllerini düşündü. Şu birkaç gündür yaşadığı heyecanlı anları geçmişle kıyaslayınca fark etti. Bir şeyler değişmişti. Adını koydu. Anne ve babasının ıstıraplarını dindirmek istiyordu. Sanki olacak gibiydi. ... Düşüncelerle dolu odasına doğru yürürken öyle dalgın haldeydi ki, dışarıdan gelen sesleri duyduğu an duraksadı. koşuşturmalar bağırışlar durumun farkına varıldığını gösteriyordu. Evin içine girmiş halde üstü başı perişandı. Üstündeki tozları hızla eliyle temizleyerek odasına kaçmaya çalıştı. Şu halde yakalanması şüphe çekebilirdi. Ara holde açılan oval pencereden yine de merakına yenik düşerek avluya baktı. Halil AĞa kuduruyor etrafına küfürler savurarak üstündeki pijamalarla önüne gelene vuruyordu. Bağırışı, avlunun içinde yankı yapıyordu. Etrafında, ona eşlik eden, korku içinde koşturan onlarca köylü vardı. Bir oraya bir buraya savruluyorlardı. Yıllarca kendisini yok sayan ağabeyi, onu fark etmemişti bile. Bu, onun için şaşırtıcı değildi. İsterse köyü ateşe versin kendine bulaşmadığı sürece umurunda değildi. Ne giden malları ne de onun ensesindeki düşmanı. Perdeyi yavaşça çekip odasının olduğu tarafa döndü. Dışarıda olan telaş yüzünden koşturanlardan biri, onu fark etmeyerek aniden koluna çarptı. Anlık bir çarpışma oldu. Esengül bu kadar doluyken bu çarpışmayla korkttu. Ödü ağzına geldi. “Dikkat etsene! Kör müsün?..” diye çıkıştı. Karşısında en fazla on altı yaşlarında olan kırmızı yazmalı bir kız vardı. Kız da korkmuştu. İblis ana ve babasını ateşe atacakken kardeşi de onu böcek gibi şuracıkta ezecekti. Geriye doğru çekildi. Telaş içinde yalvarıcı bir halde konuşmaya başladı. “ Hanımın Özür dilerim, hanımım... görmedim yemin ederim” derken sesi boğazından hıçkırıkla akıyordu. Esengül Kızın acizliğine yüzünü buruşturdu. Başkalarının, kendilerini hâşâ bir Tanrı gibi görmelerinden tiksiniyordu. Suç kendisine ait olduğu halde, karşısındaki elleri önünde bin perişan haldeydi. Böylesi hem azarlanır, hem de ezilirdi. Ve sırf bu yüzden bile...Bazen ağabeyini haklı bulmuyor değildi. Kendi haklarını savunmaya bile cesaret edemeyen bu insanlar, acizliklerini ilan edip, ezilmeye çoktan mahkûm olmuş gibi davranıyorlardı. Oysaki kişi... Kendi bildiğini okusa, Hak Teâlâ’nın dışında kimseye muhtaç olmayacağını bilse, Hiç kimsenin ağzının altında ezilmek zorunda kalmazdı. Derin bir soluk aldı. “Titreme karşımda. Git işine bak.” dedi. Kız, köle durumuna düşüp bin özürle geri çekildi. Esengül daha fazla tahammül edemeyecekti. Geceden beri gözünü kırpmadığı için, dışarıda olan bağırış çağırışa kulak tıkayarak, yorgun bedenini odasına atmayı başardı. Bir saat kadar kendine süre tanıması gerekiyordu. Önce aklını toparlamalıydı. Dışarı çıkmamalı…Ağabeyine hiç bulaşmamalıydı. Gün açılınca Yerin altındaki hayalet ve yerin üstündeki İblis ile savaş vermek için gücünü toplamalıydı. *** Köyün dar, toprak sokaklarında dolanan aza, elinde davul, tüm halkı meydana toplamak için çağrıda bulunuyordu. İkindi vakti çoktan gelmişti. Gökyüzünde oluşan kara bulutlar, sanki iblisin sinirine eşlik eder gibi, köyün üstüne çökmüştü. İblis Ağa çağırır da, eli ayağı tutan kim varsa gitmez miydi? Kadın, erkek, çoluk çocuk çoktan yollara düşmüştü. Taş konakta da durum farklı değildi. Evin etrafında, geceden beri bekçilik edenlerin yüzü gözü değişmiş, Onların yerine başkaları geçmişti. Bekçi sayısı iki katına çıkarılmıştı. Güvenliği sağlayanlardan geriye kalan herkes de meydana gitmeliydi. Esengül de buna dâhildi. Halasıyla birlikte odasında, kimi zaman uyuyarak kimi zaman dolana dolana öğlene kadar vakit geçirmişti. Konak boşalınca, sığınaktaki adamı çıkarabilse iyi olurdu. Ama etrafındaki insanlar ona bu imkânı tanımıyordu. En iyisi geceyi beklemekti. Halasının yanında yürürken, adımları kapıya doğru hareket ediyordu ama aklı yerin altına saplanmıştı. Dış demir kapıyı açtıkları an, az ileride iki traktöre geceden telef olmuş hayvanları yüklediklerini gördüler. Zehirli hayvanların durumu, bilir kişinin gelmesini bekledikleri için bu saate kalmıştı. Çalışanlar, hayvanları yüklerken kendi aralarında konuşuyorlardı. "Demirkazık Dağı’nın oyuğuna dökeceklerinden" söz ediyorlardı. Esengül, olanları izlerken fark etti... Sanki o günahsız hayvanların yükü, onun omuzlarına da binmişti. Ağırlığı iki katına çıkmıştı. Duyarsız olmaya çabalasa da, kendini şöyle teselli etti: Bu demek oluyor ki, kışın aç dolaşan kurt sürüsü bu sene ziyafeti dağlarda çekecek. Köye inmek zorunda kalmayacaklar. Eğer ineklerin zehiri onlara tesir etmezse, Bu kışı karınları tok geçirebilirlerdi. Ne şekilde olursa olsun, leş diye tabir edilenler, Yine bir şekilde birilerinin karnını doyuracaktı. Hal böyle olunca, köylü bu kış rahat bir nefes alacak, Ve onlar da, istemeden de olsa ilk hayrını yapmış olacaklardı. Bir vesileyle… İçindeki ses “Bunda da bir hayır var” derken, Dışındaki tereddütlü hâli, “Hüküm ağabeyinin, bedelinin ağırlığını yine sen çekeceksin” düşüncesini gözlerinin önüne seriyordu. Tam o anda, halasının sesi düşüncelerini böldü: “Vah anam vah! Hay Allah’ım şunlara bak! Sen bizi daha beterinden esirge.” derken Esengül, arabanın kapısını açtığı gibi içine girdi. Halası binmeden önce de kendi kendine şunu fısıldadı. “Bu ne ki, hala? Ben... o beterin beterini kendi elimle en gizli mahzenimizde ağırlıyorum.” dedi. Halası son kelimesinde ayanına oturup anlamadı ama Esengül’ün solgun yüzüne bakınca, yaşananlara yordu. İkisi de sessizce İblisin çağrısına varmak için bindikleri arabada köy meydanına ilerlerken sessizdiler. *** Köy meydanı, genç yaşlı, çoluk çocuk demeden kışın ayazına bile aldırmadan kalabalıklaşmıştı. Dillerindeki uğultu, gözlerine yerleşmiş korkularla birleşiyor…Önlerinde bastonunu yere vura vura dolaşan Halil Ağa’nın söyleyeceklerini bekliyorlardı. Siyah yumurta topuklu iskarbininden çıkan her adım sesi, Sanki beyinlerine işliyordu. Elinde tuttuğu dededen kalma gümüş aslan başlı bastonu, Yere çaktığı anda hareketini kesti. bir anda tüm bakışlar ona döndü. Korkunun ecele faydasının olmadığını bilenler, seslerini kısıp, Ellerini bağırlarında birleştirerek, pür dikkat dinlemeye koyuldular. “Ben anladım ki, birilerine çok yüz vermişim.” dediğinde gür sesi meydanda yankılandı. “Şimdi birkaç inek öldü diye…Sanırsınız ki servetim tükeniverecek, ele muhtaç olacağım!” Konuşmasına devam ederken, köylünün yüzlerinde gizli bir gerçek vardı. Böyle bir şey imkânsızdı. Kimse dile getirmeye cesaret edemiyordu. Köyün bütün varlığını ortaya koyarak konuştu Halil Ağa. Babasından kalan mülküne, zorbalıkla aldığı toprakları eklediğini söylemiyordu. Zaten millet, bunları biliyordu. Ama o, bildiklerini bağıra bağıra ilan ediyordu. Falan yer benim… Filan ağıl benim… Dağdan inen derenin bile kendi malı olduğunu söylerken, Kimsenin sesi çıkmadı. Kimsenin. Tüm köylü, başlarını mecburen sallayarak kabul etti. Gözleri, “Haklısın” der gibi kaçıyordu. Esengül ve halası da oradaydı. Yalnızca dinliyorlardı. Haklı olmadığını biliyorlardı. Kan bağı bile olsa, ONA ses çıkarmamayı yıllar önce öğrenmişlerdi. ... Köydeki dükkanların içi de normalde doluyken, bugün hepsi boşaltılmıştı. Kahvehane bile. Esengül etrafı tararken, bu kadar boyun eğdiklerini görmekten içi sıkışıyordu. Eğer yaşadıkları topraklarda… Yaratan’a bu denli boyun eğselerdi, belki de köyleri çoktan cennete dönüşürdü. Bakırcı, kahveci, derken…bherkes ağabeyinin yanında bitmişti. Her birine bakarken tek açık bir yer olduğunu fark etti. Esengül’in gözleri kocaman açıldı. Şaşkınlıkla açık olan dükkana bakakaldı. Bu…Geçenlerde halasının öve öve bitiremediği kaşıkları yapan o delinin dükkânıydı! Bu adam… Kesin yürek yemiş olmalıydı! Ağabeyini yok sayıyor gibiydi. Sandalyesine oturmuş, sırtı dönüktü. Ne yaptığını göremiyordu a ma aklıyla zoru olduğu… Gün gibi ortadaydı. Esengül gözlerini, kaşıkçı dükkânına kilitlemişti. O sırada… Ağabeyinin sesi de kesildi. Başını, dükkâna doğru çevirince… Ağabeyinin de onu izlediğini fark etti. Esengül’ün bakışlarının dükkâna kaydığını fark edince onun da dikkatini çekti. Bir anda yön değiştirdi. Sanki kırmızı görmüş boğa gibi, Ardında adamlarıyla birlikte açık olan dükkâna koşar adım ilerledi. Artık çok geçti. Esengül, felaketi elleriyle çağırırken, bu adama resmen tellallık yapmıştı! Halil Ağa kan kırmızısı gözlerini zavallı kaşıkçıya dikti. Dükkâna daldığı gibi, onu yakasından tutup, birikmiş kalabalığın önüne doğru savurdu. “Lan deyyus!” diye kükredi. “Burada baş çobanın eşeği mi anırıyor da…Sen hâlâ içeride iş görüyorsun?” dedi. Kaşıkçı burnunun üstünde yere düşmüştü. Halil Ağa vurunca titreyerek geri çekilmeye çalıştı. Ama Halil Ağa durmadı. Karnına sert bir tekme daha indirdi. Onun hiçbir hareketinde acıma yoktu. Onda, merhamet yaratılmamıştı. Ağzına gelen küfürü, tükürükleriyle birlikte zavallı kaşıkçının üstüne kusarken, etrafındaki kalabalığa da gözdağı veriyordu. Resmen dün sabaha karşı yaşadığı hırsı, kaşıkçıdan çıkarıyordu. Şükran Hala, eli ağzında, hayretle olanları izlerken, Esengül sadece yüzünü buruşturdu. Gözleri yerde yatan kaşıkçıya kilitlenmiş halde, kendi düşünceleriyle boğuşuyordu. Adam, ağabeyinin iki katı iriliğindeydi. Öyleyse neden, etrafındaki sessiz halk gibi, boyun eğmeyi seçmişti? Ağabeyi, kaşıkçının başını tutup çamura bastırıyordu. Adamın burnundan kan sızıyordu, dudakları titriyordu. Direnmiyordu bile. İşkencenin bitmesini bekliyordu, sadece…Esengül gözlerini kaçırdı. Ama içinde, o eski ses… O hep duyduğu kız çocuğu sesi, “Kalk! Kurtar kendini!” diye haykırıyordu. Tekrar başını çevirdi. Tam o anda, kaşıkçının gözleriyle gözleri buluştu. Ve Esengül’in içi titredi. Gördüğü bakışlar… Dün gördüğü gözler! Beti benzi attı, kendini toparlamak için hafifçe geriye çekildi. Halası yanında, onun ürküşünü fark etti. Peçelinin ona söylediği o kelimeler… Nereye bakarsan bak, beni göreceksin. Gerçek miydi? Yoksa kafası ona oyun mu oynuyordu? Kaşıkçı, başını kolları arasına almış, kendini korumaya çalışıyordu. Ama gözleri… gözleri Esengül’e yönelmişti. Ve o gözler, dün gördüğü gözlerin aynısıydı! Esengül, başını şiddetle salladı. Hayır. Hayır, olamazdı. Tam o anda, ağabeyi son darbeyi indirmek için ayağını kaldırdı. Ve aniden, önlerine irice bir taş düştü. Taşa sarılmış bir bir kağıt vardı. Herkes taşın nereden geldiğini anlamaya çalışıyordu. Esengül de. Ağabeyi taşı eline aldı. Kağıdı açtı, okudu. Ve bir anda hiddetlenip etrafında dönmeye başladı. Ne olduğunu anlamak için Esengül, koşarak yanına gitti. Halası peşindeydi. Adamları çoktan taşın geldiği yönü bulmaya çalışıyorlardı. Esengül’in içinden bir ihtimal geçti. Ve kendini engelleyemedi. Eğer bu not tahmin ettiği kişidense… Onun oradan çıkmasına imkân var mıydı? Hayalet görünümlü haydut… Eğer başarmış olsa bile, kimseye görünmeden nasıl gelebilmişti? Keşke buraya gelmeden önce, bir yolunu bulup gidip bakabilseydi. Ama artık çok geçti. Meydandaki uğultu, soğuk esen rüzgâra teslim olurken… O da herkes kadar merak etmişti. Halil Ağa bile durmuştu. Esengül kağıtta ne yazıyorsa ağabeyinin elinden çekip alırken itiraz etmediğine göre mühim bir yazı ve dikkatini dağıtmayı başarmıştı. Esengül kağıdı çekip okuduğu an, sanki başına inen bir taş değil de zihnine çakan bir şimşek olmuştu. Ağabeyi, şaşkınlıkla bir kendisine, bir etrafına baktı. Gözleri çekilmiş, dizlerinin hemen dibinde çamura bulanmış kaçakçıyı süzdü. Adam, kollarını başına siper etmiş ve sessiz iniltisini özellikle yüzlerine savurur gibi titreyerek duruyordu. Esengül’in nefesi bir anlığına kesildi. Şaşkınlığı boğazını kuruttu. Titreyen elleriyle kağıdı tekrar okudu. “Görüyorum ki benim kim olduğumu delice merak ediyorsun.” “Eğer benimle tanışmaya bu kadar meraklıysan, bir şartla kabul ederim karşına çıkmayı...” “Ayağının altında tekmelediğin o zavallıyı...” “Yanındaki donuk kız kardeşini gelin edersen…” “O zaman tanırsın düşmanını.” Yazıyordu....
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD