"Muratgilin damından atlayamadım..." diyerek kültür dersleri işlediğimiz ana bina sınıfımızdaydık bugün. Öğretmen masasına oturup ellerimle masada darbuka çalarak Murat'ı sinir, Dilara'yı ayar etmek için uyanmıştım bu sabah. Sebep yok. Can sıkıntısı aga.
"Döküldü liralarım, toplayamadım. Döküldü liralarım, toplayamadım..." Kızların hepsi sıraların üstünde hem oynuyor, hem eşlik ediyorlardı. Günlerden Çarşamba olmakla beraber çıkışta Gökhan bey abi ile görüşmeye gidecektim. Stresi üzerimden atmak amaçlı bağıra bağıra elektrik sınıfına bakarak eğlenmeye çalışıyordum.
Onu bırakıp Dilara'ya yürüme kararı aldım. "Dilara karlar yağdı dağlara, Dilara ayaz çöktü bağlara, Dilara. Neredesin benim güzel sevgilim. Akşamlar, sensiz geçmez Dilara, sabahlar, sensiz olmaz Dilara." Sebasfidan ceketini beline bağlayıp, ellerini havaya kaldırarak şaklatıyordu. Amk ben beceremiyorum o şaklatma işini. O basıl yapıyor acaba?
Elektrik erkekleri kapımızın karşısında bulunan, arada dört adımlık mesafe olan kendi sınıflarının kapısının önünde bize bakıyorlardı. Tuğrul dingili ellerini şaklatmaya başlayınca reis kavak ağacı ensesine şaplağı attı. Daha çok gülüp türküyü söylemeye devam ettim. Hatta yetmedi. Ayağa kalkıp oynamaya başladım. Dünde bölümün 32 adımlık koridorunda damat halayı çekmiştik. Çok iyiydi be. Valla bak. Rahatladım resmen.
Ders zilinin çalmasıyla herkes yerine geçti. Tekstil kızlarını kantinde görüp selam verdiğimde olayı üzerlerinden çoktan attığını fark ettim. Ne çabuk amk? Ne ara bu kadar çabuk atlattılar? Daha haftası dolmadı kız öleli, Cuma günü ayılıp bayıldılar buralarda. Ama onların arasında bizim aramızdaki karşimlik muhabbeti yoktu. Onlar genelde çıkar amaçlı kızlardı. Biz öyle miydik? Asla değildik. Canımız 11/Ş ressamlık sınıfıydı. Kanımız ressamlık dercesine akardı. Kalbimiz ressamlıkla iyiydi.
Zaten kalbiniz iyiyse sizde iyi olursunuz. O yüzden kalbinizi iyi tutun. Kalbinizi iyi tutan insanlarla beraber olun. Kalbiniz iyi olursa, hayatınızda ona göre olur. İyilikten iyilik doğar. Bakmayın kazık yediğinize. O kazıklar elbet döner dolaşır, kazık atan kişinin böbrek yatağına kadar girer. Üzülmeyin. Siz kalbinizin atışına şükür edin ki, yaradan sizi yarattığı için sizden razı olsun. Ressamlıkla aramızda en güzel şey buydu işte. Şükür etmeyi bilirdik. Mesela Dilara, Murat'ın onu çok sevdiğine emin olduğu için şükrediyordu. Sebasfidan, kendi karakterinin kızlara yakın olduğunun farkında olduğu halde şükrediyor, hiç doğmamış olabilirdim diyor. Aynı şekilde Ayşenur, ailesinin ilk çocuğu. Senelerce beklemişler o olsun diye. Çok sevildiğini bildiği için şükrediyor. Ozan'ım diyor, çok seviyoruz aga. Gülcan kendini erkek gibi görüyor, babası o küçük yaşta öldükten sonra evin erkeği gibi davranmış, yaşadıklarının farkında. Çiğdem çekingen gibi görünse bile konuşturmayı bilen kişilere, bizlere sahip olduğu için şükrediyordu. He bir de, doğal kızıl saçları ve ela gözleri olduğu için. Ben de. Bakmayın anneme şerefsiz falan diyorum ama iyi ki bırakıp gitmiş. Onunla zaten mutlu değildim. Anne kız gibi değildik. Benim kalbime iyi gelmiyordu, giderek bunu tescilledi.
Zil çalıp herkes yerlerine geçerken kapıya doğru baktım. Kavak ağacı her zamanki gibi sağ kaşına mandal takmıştı. Elimi göğsüme koyup 75 derece açıyla bedenimi eğdim. "Saygılar reisim..."
'Te Allah'ım ya,' demek isteyen bir hareket yapıp sınıfına yöneldi. Bende arkasından kahkaha attım.
"Bismillahirrahmanirrahim," diyerek sınıfa din kültürü öğretmenimiz girdi. Masaya çantasını koyup başını kaldırdı. "Es selamın aleyküm."
"Ve aleyküm selam," dedi ressamlık gülleri. Saygı için kalktığımız yerlerimize hocanın el işaretiyle oturduk. Yani bir meslek lisesine neden 7 tane din kültürü öğretmeni verirler anlamam ki. Çünkü nasıl anlayayım? Altı üstü bir ders işliyoruz. 2 tane öğretmen olsa yeterdi. Ama bu hoca, halinden çok memnundu.
"Güzel kızlarım, güzel evlatlarım," diyerek söze girdi. "İnşallah iyisinizdir?"
"Çok şükür hocam. Allah izin verdikçe iyiyiz. Sizler nasılsınız? Çoluk çocuk iyidir inşallah?" Din kültürü öğretmeniyle böyle konuşulur.
"Şükürler olsun Rabbime. Yaratana kurban, sizler gibi öğrencilerim olduğu için çok müteşekkirim." Hepimiz sağ elimizi kalbimizin üzerine koyup başımızı 40 derece eğdik. "Allah razı olsun hocam."
Tekrar besmele çekip sandalyesine oturduğunda sınıfta göz gezdirdi. "Yaradan'ın lütfu gibisiniz, okuyun bakalım dualarınızı." Bu iltifatlara gerek olduğunu sanmıyorum ama neyse.
Liste sırasına göre herkes ezberlediği duayı okudu. En son sıra benimdi. Son olarak bende okurken zil çaldı.
"La havle," diye çıkıştım. "Allah'ım böyle bir dersin bitişini Aleyna Tilki mi haber vermeli?"
Teneffüs zillerimizde her seferinde farklı bir şarkıcının şarkısı çalışıyordu. Bence güzeldi ama din dersine de yakışmıyordu. Nihayetinde Allah'ın adını ağzımıza alıyoruz.
"Es sabır, diyeceksin Ezgi kızım," dedi orta yaşlardaki kumral hocamız. Başımı yukarıya kaldırdım. "La havle vela kuvvete illa billahil alüyyül azim. Es sabır, es sabır..." Çekmeye devam ettim. Bir sonraki ders ortak sınavlar başlıyordu.
Sınavlarımıza girip, başarıyla sınıfımızdan çıkıyorduk. Ortak sınavlarda tüm 11. sınıflar aynı anda giriyorduk. Kavak ağacı kesin bir halt etmeden sınıfı terk ediyordu. Çünkü ne zaman kantine insem oturuyordu. Okul saatimizi bitirip otobüs saatlerine kadar devlette oturmak isteyen kızlara, "Babam bekliyor beni," dedim. Nah babam bekliyor. İş görüşmesine gideceğim. Ama kızlara bunu söylemek istemiyorum. Biliyorum ki, yardım etmek isteyecekler. Ama ben istemiyorum. Hepsi ailelerinin çatısı altında yaşıyor, benim gibi. Canları ne ki bana yardım etsinler?
Kızların beni görmeyeceği yerde otobüs bekleyip gelen konumun olduğu mahallenin otobüsüne atladım. Bursa'nın göbeği sayılan Garaj mahallesinin alt tarafındaydı. Bulunduğu yer zaten genel olarak galericilerin olduğu bir yerdeydi.
Aksoy Oto'yu biraz arayıp bulduğum an koşarak içeriye girdim. Yolculuk toplamda 8 dakika 42 saniye sürmüştü. Demek ki yürüyerek de, gelebilirdim. Yada eve gidebilirdim. Duruma göre bir ayar çekeceğiz. Kısmet be gülüm.
"Merhaba, iş görüşmesi için gelmiştim." dedim içeriye girdiğimde. Genç bir erkek başını kaldırıp karizmatik bir bakış atmaya çalıştı. "Dün arayan kız siz miydiniz?"
"Evet, bendim. İsmim Ezgi."
Yaslandığı arabadan ayrılıp eliyle sağ tarafı gösterdi. "Buyurun Ezgi hanım. Gökhan abi sizi bekliyor..." Kapının dışı araba doluydu, içerisi çok genişti ve yine araba doluydu. Galeri amk. Herhalde araba olacak. Patates soğan satmayacaklar. Tam tamına 28 tane araba var. Görebildiklerim bu kadar.
7 adım sonra odanın kapısına 3 kez vurdu. "Gel."
Ses geldiği an kapıyı benim için sonuna kadar açtı, karizmatik bakış atmaya çalışıp beceremeyen ahmak. "Buyurun Ezgi hanım."
Geniş bir odanın tam ortasında büyük bir masa, önünde deri koltuklar vardı. Masanın üzerinde bilgisayar. Masanın arkasında Gökhan bey abi...
"Ezgi?" dedi ayağa kalkarak. 45 civarında tahmin ettiğim Gökhan bey abi kahve saçlı, kahve gözlü bir adamdı. Belki yaşı daha fazla olabilir. Tam çözemedim. Kahve saçlarının yanlarında az biraz beyazları var. Yaşını göstermeyen bir adama benziyor. 50 vardır bu adam.
"Evet, benim. Sizde Gökhan bey olmalısınız?"
3 adım ilerleyip elimi uzattığımda, "Memnun oldum Ezgi, hoş geldin." dedi. Deri koltukları işaret ettiğinde oturup konuşmaya başladık.
"Yaşın 16 demiştin. Lisede okuyorsun, ve her gün bu saatte geleceksin?"
"Muhtemelen Gökhan bey. Telefonda dediğim gibi, 3'te çıkıyorum."
Arkasına yaslanıp rahat bir oturuş sergiledi. "Hiç sorun değil. Biz buraya mutfakta biriken bulaşıkları toplaması için birisini arıyorduk. Kahvemizi çayımızı kendimizde alıyoruz ama satış yapan elemanlarımıza bulaşık yıkatmak istemem. Sen geldikten sonra bu işlere baksan yeterli..."
"Sorun değil, yapamayacağım bir şey değil."
"Peki," dedi masaya doğru eğilerek, "Neden okulun varken çalışmak istiyorsun?"
"Annem yok, babamda rahatsız olduğu için malulen emekli edildi. Hayat şartları çok zor, ne kadar kazanırsam o kadar kardır diye düşündüm. Ev masraflarını karşılayamıyorum..." Bakışlarımı kaçırdığım esnada anlayışlı bir yüz ifadesiyle yüzüme baktı.
"İşe alındın," dedi elini masaya hafifçe vurarak, "Yarın gel başla..."
Heyecan yapıp bir anda ayaklandım. "Gerçekten mi?"
Gülümseyerek başını salladı. "Gerçekten. Haftalık olarak vereceğim ücretini. Haftalık 250 tl, ayda 1000 tl yapar. Yeterli mi senin için? Pazartesi günleri kapalı oluyoruz ama hafta sonu sabahtan akşama kadar burada duracaksın."
Yerime oturup, "Kabul, yeterli, hiç sorun değil." dedim pat diye.
Sesiyle gülüp ayağa kalktı. "Gel sana mutfağı göstereyim..."
Odanın sağ tarafındaki ilk kapıyı açtığında mutfağa girdik. Mutfakta iki kapı daha vardı. Bir tanesi lavaboymuş, diğerini göstermedi. Anlaşıp mutlu mesut, teşekkür ederek dükkandan çıktım. Dükkan işte. Galeri de olsa, fiyakalı arabalar da olsa dükkan dükkandır. Hatta tükan. Kısaca.
Eve yürüme mesafemi hesaplamak için bayır yukarıya çıkmaya başladım. Bizim ev yüksekte, burası düzlükte kalıyordu. Ama bir ressamlık kızına hiçbir şey koymazdı. Hızlı adımlar atarak toplamda 34 dakika 19 saniyede eve geldim.
Şimdi sorun şu, babama her gün ne diyeceğim? Normalde en geç 4'te evde olmuş olurdum. Şimdi saat 9 olacaktı, anca gelecektim.
"Babacım," diye seslendim eve geldiğimde. Ses vermeyince odaya doğru gittim. Odada değildi. Muhtemelen salonda uyuyordu. Salona doğru yöneldim, evet uyuyordu. Sessizce odama döndüm. Girişte 8 adıma bir adım genişliğinde koridor vardı. Sağ tarafa 2 adım atınca salon, Bursa'nın surlarına bakıyordu. Salondan çıkınca 3 adım atıp babamın odasına giriliyordu. 2 adım yanında benim odam vardı. Bir adım sonra mutfak kapısı.
Üzerimi değiştirip babam uyurken biraz ders çalıştım. Yarın yine sınav vardı. Sınav. Sınav. Sınav. Kendimi şuna benzetiyorum, ligden düşmek üzere olan takımın golcü oyuncusu. Oradan oraya koşturuyormuş hissi vardı. Sürekli bir dert. Sınava çalış, sınava gir. Maaş yatsın, markete pazara git. Eve gel, mutfak ve salon arasında gez. Oradan oraya sürüklenen tuhaf bir şeydi. Ayşenur karşimin dediği gibi, şerefsiz anam gitmeseydi, bunlarla uğraşmayacaktım. Ama ne demiştik? Es sabır. Es sabır.
Saate baktığımda karnımın acıktığını haber veren gurultular bedenimi kaldırmam için zorluyordu. Bedenime yardımcı olmak istedim. Yavaşça ayaklarımı harekete geçirip ellerimle sandalyeden destek aldım. Garibim bedenim. Beynim olmadan bir halta yaramıyordu. Kesin kavak ağacının beyni sadece tek kaşını kaldırıp uçkurunu doyurmak için bedenini hareket ettiriyordu. Nihayetinde bir kaç tane sevgilisi varmış. Acaba kaç tane? Hangi aralıklarla hangisiyle görüşüyor? Bunları öğrenmemin bana bir faydası yok ama beynim bu şekilde işliyor. Hesabı seviyorum. Saymayı çok seviyorum. Bir insana baktığım zaman kirpik sayısını dahi merak ediyorum.
3 yaşındayken merdivenleri sayarak kendi kendime saymayı öğrenmiştim. Mesela 8 yaşındayken üşenmeyip kaşlarımı ve kirpiklerimi saymıştım. Hatta daha ileriye gidip saçlarımı 4 eşit parçaya bölerek onları bile sayıyordum ama annem engellemişti. Sırf saçlarımı sayıyorum diye önce kuaföre götürüp saçlarımı kestirdi, sonrada pedagoga götürmüştü. Ne var yani, saymayı seviyorum diye deli miyim? Yani şu kadını 9'un çarpanlarına bölüp her bir parçasını tartmak istiyorum. O derece nefret ediyorum. Sevimsiz şey. 35 tane kirpiğini tek tek koparıp işaret ve baş parmağımın arasında tutmak, her kirpikte dilek dilemek istiyorum. Her türlü olasılığı düşünüp üzerine alt veya üst diyerek dileğimin kabul olmasını istiyorum. Amin.
"Hadi babam uyan," dedim tepsisini götürdüğüm zaman. 7 saniye bekleyip tekrar seslendiğimde gözlerini açtı.
"Kızım," dedi uykulu sesiyle. Kalkması için tepsiyi bırakıp kolunu tuttum. "Ne zaman geldin sen?"
"Tam olarak 2 saat 23 dakika önce babam. Acıktım."
Tepsisini verip mutfaktan kendi tepsimi alırken neden okuldan asıl çıktığım saati söylemediğim dan diye kafama vurdu.
"Geç gelmişsin kızım?"
"Şey baba ya." Ney baba ya? "Kütüphaneye gittik kızlarla, ondan geç geldim?" Heh bak, bu oldu.
"Aferin benim çalışkan kızım. Sen böyle derslerine çalıştıkça ben çok mutlu oluyorum." İşe başladığımı inşallah öğrenmezsin baba. Öğrenirsen beni üçgenin iç açılarına bölersin, biliyorum. Ama mecburum. Dikdörtgenin paralel kenarları kadar mecburum bu işe.
Yemeklerimizi bitirip, bulaşıkları toplarken her gün ne yalan söyleyeceğimi düşündüm. İnanın bende bilmiyorum.
Sabah kendi kendime şarkı söyleyerek evden çıkıp okula giriş yaptım. Sınıf defterini alırken Nuri hoca, "Ezgi, sınavlarınız nasıl kızım, var mı sorun?" diye sordu.
"Yok hocam, ne sorunu? Gül gibi geçinip gidiyoruz..."
"İyi bakalım, aman çalışın kızım. Derslerinize sıkı tutunun..." Biraz daha durursam bir süre nutuk dinlerim. Oradan girer, buradan çıkar. En iyisi sınıfa gidip halay çekerken babama ne yalan uyduracağımı düşünmekti.
Düşün düşün boktur işin derken sınavdan çıktım, aklımda hala bir yalan yoktu. Kızları beklemek için kantine indiğimde koridordaki 35'e 45 cm'lik bir afiş dikkatimi çekti.
'Okulumuzda müzikle ilgilenen, sesi güzel olan, kendine güvenen...' şeklinde devam eden cümleyi okurken Nuri hoca seslendi.
"Ezgi, bende sana bakacaktım."
"Buyurun hocam?"
"Sende afişe mi bakıyordun?" Başımı sallayıp afişe baktım. "Siz okulun en çok şarkı söyleyen sınıfısınız. Sesi güzel olan herkes katılsın, okulumuzun müzik grubu kurulacak."
Ben diyorum 7 tane din kültürü öğretmeni ne arıyor, bu adam diyor müzik grubu. Bir devlet lisesinde müzik grubu olmasa ne olur? Hem ne yapacağız onu acaba?
"Hocam kimse katılmaz ki," dedim gülerek. "Yani neden müzik grubu kuruluyor mesela?"
"Okulumuza yeni gelen rehberlik öğretmeniniz müzikle ilgileniyormuş. Gereken enstrümanları temin edeceğini, sadece öğrenci lazım olacağını söyledi. Kabul ettim. Siz eğlenmeden duramazsınız..." Doğru, eğlenmeden hayat mı geçer?
Kızlarla kantinde öğlen molasını beklerken müzik grubu muhabbetini açtım. "Ezgi, karşim senin sesin çok güzel. Kesin katılmalısın." dedi Ayşenur. Acaba nereme güzel?
Çiğdem bir yandan, Dilara bir yandan, Gülcan bir yandan derken hepsi aynı şeyi söylediler. Dedim ya, küme düşmek üzere olan futbolcu misali diye. İşe girdiğimi bilmiyorlardı, ama söylemek zorunda kaldım.
"Ya sen seçileceksin diye bir kaide yok," dedi Çiğdem kızıl saçlarını toplarken. "Seçmelere katıl, bir şekilde ayarlanır o iş."
El mahkum bacılar. Ressamlık gülleri katılacaksın diyorsa, katılacağız. Sonumuz hayır olsun. Bakalım takım kime düşecek mi? Bende bilmiyorum. İnşallah düşmez. Hadi hayırlısı karşim.