bc

KALBİNE SÜRGÜN - KANLA YAZILMIŞ BİR AŞK HİKAYESİ

book_age18+
914
FOLLOW
11.5K
READ
forbidden
contract marriage
family
HE
forced
drama
bxg
musclebear
love at the first sight
like
intro-logo
Blurb

KANLA YAZILMIŞ BİR AŞK HİKAYESİ.(+18)

Dila ve Halil'in, aralarına giren kana rağmen birlikte yazdığı aşk hikayesine hoş geldiniz. Bu hikayede sizi aşk, tutku, intikam, geçmişin intikamı bekliyor. *buraya kadar gelen okuyucularım, hikayem yetişkin okuyucular içindir. Kurguda yer yer şiddet olacağı gibi detaylı anlatılmış seks sahnelerine de ulaşmak mümkün. ....Halil Aslanlı... Kapadokya'nın en zengin ailelerinden, Aslanlı ailesinin başındaki isim. Babasının ölümünden sonra amcasının yönettiği işlerin başına geçen Halil, kuzeni Baran ile birlikte bir yola çıkar. Bu yolda hiç tahmin etmediği aşka kavuşurken kendisine yasak olan o kadını bir şekilde elde eder. Hiçbir şeyden habersiz kaçak geçen hayatında sonunda bir düzen kurduğunu düşine bir Dila Yeşil, bir çift kahverengi göz ve geçmişinden gelen bir intikamın tam ortasında bulur kendini. Kanla yazılmış, deli dolu bir sevda masalına hoş geldiniz. "Bekle beni kalbim," diyen Halil Aslan'nın amansız sevdasına hoş geldiniz."Sevdiğim, seni ömür boyu beklerim," diyen Dila'nın aşkına hoş geldiniz.

chap-preview
Free preview
Bir Sevdanın Başlangıcı
“Kalbim, seni sevmenin suç olduğunu bilse de, cezasına razıyım.” - Anonim Halil Dünyanın en güzel sahnesi ne diye sorsalar, vereceğim iki cevaptan birisi karşımda duran manzara olurdu. Göz alabildiğine kırmızının hüküm sürdüğü, binlerce efsanenin doğduğu memleketim. Güneş, nazlı bir gelin gibi süzülerek aydınlatıyordu topraklarını. Şiir gibiydi, insanı şair ederdi karşımdaki görüntü. İnsan bakmasını bildikten sonra gördüklerinin sınırları yoktu aslında. Doğru yere bakıp doğru dilekleri dilemeyi bilmekti asıl mesele. Bir pencereden bakınca kir de görürdünüz mis de. Ben mi? Ben göz alabildiğine güzellikte bir gün görüyordum. Uzun bir kıştan sonra uyanan doğayı, yer yer eriyen karlara rağmen usulca canlanan ağaçları görüyordum. Baktığım pencere ne kadar temizdi, bilemesem de gördüklerim birbirinden güzeldi. Elimdeki soğumaya yüz tutmuş kahveden bir yudum daha aldım. Bu sabah neden bu kadar romantiktim? Cevabını biliyordum ancak kendi kendime bile olsa dile getirmeye izni vermezdim. Henüz. Bugün, mart ayının ilk günüydü. Kendime verdiğim süre bugün bitmişti. Birkaç saat içinde Ankara ayazına doğru yola çıkacaktım. Sonuçlarını kestiremediğim bir adım atacak ve yıllardır gizlice yaptığım takibime son verecektim. Ne olacaktı? Bundan sonrası nasıl ilerleyecekti? Hiçbir fikrim yoktu. Hoş, bir fikrim olsa da umursamazdım. Hiçbir savaş, sonu düşünelerek kazanılmazdı. Güneş, iyice yükselmiş; gün doğmuştu. Sabah olmuştu işte. Akşam yemeğinde annemle kavga ettikten sonra soluğu burada almıştım. Bir otel sahibi olmanın en güzel yanı, istediğin an bir odanın olmasıydı. Ben de bu hakkımı kullanmış ve geceyi burada geçirmiştim. Kendi otelimde. Her detayını özenle işlediğim, son üç senemi verdiğim otelim. Osmanlı ve Türk beyliklerinden esinler taşıyan, Kapadokya’nın en güzel oteli. Mütevazı bir adam değildim. Asla da olamayacaktım. İstediğimi alan, yaptığıma yaptım diyen birisiydim. Buram buram emek kokan otelim güzeldi. Hatta en güzeliydi. “Efendim, istediğiniz dosyalar.” Yardımcımın sesi ile önünde bulunduğum camdan uzaklaştım. Saat dokuza geliyordu artık. “Getir Namık. Baran bey geldi mi?” Yardımcımın elinden dosyaları alıp en çok istediğimi buldum. Gelen fotoğraflara bakmak için acele ediyordum. Ellerimdeki heyecanım yüzünden oluşan titremeyi gizlemek için boğazımı temizledim. Dışarıdan sert, işi konu olunca acımasız Halil Aslanlı olsam da aslında bambaşka bir adamdım ben. Elimdeki fotoğraflar da o bambaşka adamın en büyük kanıtıydı. Derin derin nefesler alarak kendimi sakinleştirdim. Namık’a çaktırmadan gelen fotoğrafları incelemeye devam ettim. “Geldiler efendim. Odasına geçti, sizi bekliyor.” Namık’ın sesi gerçekliğe dair tek sesti benim için. Dalıp gitmiyorsam, hâlâ mantıklı düşünüyorsam bu Namık sayesindeydi hep. “Tamam, geliyorum ben de.” Başka bir şey dememe gerek yoktu. Namık, usulca çıktı odamdan. Arkasından bakmadım, odadan çıkmak için bir harekette bulunmadım. Sadece elimdeki fotoğraflara odaklandık. Her karede farklı bir açı vardı. Bir fotoğrafta elinde çiçekler, diğerinde simit, bir diğerinde bir çocuğa gülümseyişi vardı. Minik yüzü her karede ayrı bir şekil almıştı. Hafif dalgalı, omuzlarına değen saçları bir toplu bir açıktı. Ne açıdan bakarsam bakayım hepsinde ayrı güzeldi. Dila Yeşil. Benim en büyük düşmanım ama aynı zamanda tek zaafım. Topla tüfekle savaşırdım da bu kadının karşısında anında mağlup olurdum. Kanla yazılmış sevdam. Biraz önce izlediğim fotoğraflardan birisini aldım elime. Diğerlerini yatağın üstüne atıp camın yanında duran yeşil tonlarındaki zarif koltuğa oturdum. Bu odayı kendi evimden daha rahat bulmam ve daha çok sevmem normal miydi? Konaktan daha huzurlu geliyordu burası. Yüksek tavanları ve geniş, Fransız pencereleriyle ferah bir asmosferi vardı odamın. Pencereler, yere kadar uzanıyor ve ağır, gece mavisi perdelerle çerçeveleniyordu. Dışarıda muhteşem Peribacalarının görüntüsü bile yeterdi burayı sevmeme. Canım ne zaman sıkkın olsa o görüntüde kayboluyordum. Odanın tam ortasındaki geniş ve ihtişamlı yatağım, koyu gri keten örtüler ve özenle yerleştirilmiş yastıklar odanın sofistike havasını tamamlıyordu. “Ne düşünüyorsun acaba?” Koltuğun hemen yanındaki sehpaya bıraktım fotoğrafı. Dila’nın minik burnu kırışmış, saçları salaş bir şekilde toplanmıştı. Üstünde bir önlük vardı, kaşının hemen üstüne un bulaşmıştı. Sıradan, alelade bir kadın gibiydi. Sokakta görsem dönüp bakmazdım bile. Dikkatimi çekmezdi çünkü. Ama çekmişti işte. Siktiğimin beş senesi boyunca bu kadına dair ne varsa tek eksenim olmuştu. Geçmişimiz, ailelerimiz… hepsi kocaman bir karanlıkta hapsolmuş haldeydi. Tek odağım, tek gördüğüm Dila'ydı. Aldığı nefesi, okuduğu okulu, neleri sevdiğini, nelerden nefret ettiğini… Dila’ya dair ne varsa hepsini biliyordum. O kadar yakından biliyordum ki bu yıl birkaç kez çalıştığı yere gitmiştm. Bana dikkat bile etmemişti ama ben ona dair her şeyi beynime kazımıştım. Sesinin tonunu duyduğum an kalbimden vücuduma yayılan sıcaklığı unutmam mümkün değildi. Siparişimi alırken üst dudağını yalayan dili yüzünden kan hücum eden sikimin acısını aklımdan çıkarmam imkansızdı. Hele üst dudağının üstündeki o küçük ben… Dilimi orada gezdirmek istiyordum. O dolgun üst dudağı ağzımın içine hapsetmek, mis gibi çiçek kokan teninde kaybolmak istiyordum. “Ben çok hazırım kalbim. Sen de hazır olsan iyi olur.” Doğru değildi yapacaklarım. Tam tersi yanlıştı. Beni tanımayan bir kadını zorlayacaktım. Sonunda, belki de en çok ben üzülecektim ama umurumda değildi. Kalbim ve beynim aynı noktada birleşmiş, beni tek bir karar vermeye itiyordu. Yıllardır kendimi geri çekmem sadece işleri uzatmıştı. Netice de bugün, o büyük gündü. “Özür dilerim kalbim. Seni zorlayacağım, belki de çileden çıkacaksın. Ama daha fazla dayanamıyorum, bu saatten sonra bencil olacağım ben.” Kafamdaki plan belliydi. Atacağım adımlar, neyi nasıl yapacağım… Hepsini son beş senede tek tek düşünmüştüm. Artısı belki de hiç olmayan bir yola çıkıyordum. Zerre siklemiyordum. Sonunda Dila benim olacaksa üzülmeye razıydım. “Ne dersin, sonunda ben kazanır mıyım? Yolun sonu sana çıkar mı?” Delirmiş miydim? Evet. Dünyanın en büyük delilik hâli aşk değil miydi neticede? Ben de âşık bir adam gibi, yıllarca uzaktan sevmiş bir adam gibi delirmiştüm işte. Derler ki âşık maşukuna kavuşmazda ölürmüş. Ben ölmemiştim ama yıllardır dünyada cehennemi yaşamıştım. Aklımı yitirmiş, kendi kendime hayatı zehir etmiştim. “Dila, geliyorum sevgilim. Bekle beni.” Elimdeki kağıt parçasını okşamaya devam ettim. Başka bir kareydi bu seferki. Üstünde kot bir tulumla kısa saçlarını kulağının arkasına sıkıştırmış halde çiçek suluyordu. Bütün dikkati yaptığı işteydi, açısı mükemmeldi fotoğrafın. Kalbim güzelliği ile hızlansa da bedenim eksikliğini sonuna kadar hissediyordu. Burnum kokusuna hasretti, ellerim tenine. Baş parmağımı usulca fotoğrafın üstünde gezdirmeye devam ettim. Şairin dediği gibiydim artık, şarkı dinlemek yetmiyordu. Şarkı söylemem lazımdı benim. Dila’yı hissetmem, ona dokunmam, en önemlisi de kokusunu içime çekmem lazımdı. Kendimi kaybetmiştim yine. Dila ile dolmuş, taşmıştım. Namık’ın gidişinin üzerinden tam bir saat geçmişti. Çalan telefonum olmasa bu odada günlerce elimdeki fotoğrafları incelerdim. Her ayrıntısını beynimin içine hapseder, gözlerimi kapatınca sadece Dila’yı görürdüm. “Söyle,” diyerek açtım telefonumu. Arayan numaraya bakmak için dahi çekmemiştim gözlerimi. “Dövseydin Halil.” Baran’ın neşeli sesini homurtuyla cevapladım. Tam olarak ne dediğimin ben de farkında değildim, bütün odağım Dila'daydı hâlâ. “Abicim, beni dinliyor musun? Hayır, ne dediğini anlamadım da.” “Siktir git dedim, Baran. Sabah sabah derdin ne?” “La Havle, kardeşim asıl senin derdin ne? Muayyen gününde misin? Anlamıyorum seni hiç.” “Baran, uzatma. Ne diyeceksen de.” Kendimi hiç olmadığım kadar sabırsız hissediyordum. Telefonu kapatıp Dila’lı dakikalarıma geri dönmek istiyordum sadece. “Halil, asıl sen ne diyeceksen de. Bir saattir bekliyorum geleceksin diye. Sen değil misin konuşmak isteyen? Ya sabır. Oğlum iyi misin sen?” Siktir. Unutmuştum. O kadar dalmıştım ki olduğum yerde Baran’ı aklımdan çıkarmıştım. “İyiyim. Geliyorum hemen.” Başka bir şey demeden telefonu kapattım. Elimdeki fotoğrafa son kez baktım ve daha fazla oyalanmadan oturduğum yerden kalktım. Mavi gömleğimin yakalarını düzelttim ve ceketimi giyip odadan çıktım. Bugün yapacak çok işim vardı. Adımlarım hızlıydı, hatta telaşla ilerliyordum. Baran aramasa muhtemelen o odadan çıkmam zordu. Asansöre bindiğimde bugünün planını birkez daha gözden geçirdim. Önce Baran ile ufak bir toplantı yapacaktım. Sonrasında amcamın köstebeklerine çaktırmadan otelden ayrılacak ve arabama bindiğim gibi Ankara'ya doğru yol alacaktım. “Bekle beni kalbim. Çok az kaldı.” Asansör ineceğim katta durduğunda kendime çeki düzen verdim. Hiçbir katta durmadan ilerlemiş olmam benim şansımdı. Klasik dın sesiyle kapılar açıldığında ciddi duruşumu takınmıştım. Adımlarım kendinden emin şekilde Baran’ın odasına ilerledi. Otelin girişini, resepsiyon ve lobiyi izlemeyi ihmal etmeden yürüyordum. Hem modern hem de Osmanlı ve Türk devletlerine ait motifler olan otelin içindeki hareketlilik olması gerektiği gibiydi. Soğuk ve sert geçen kışa rağmen müşteri sayımız güzeldi. “Günaydın Halil bey,” diyen resepsiyonisti başımla selamladım. Durmadan ilerliyordum. Arka kısımda kalan ofis kısmına geçtiğimde daha da hızlanmıştım. Teknik ve Operasyonel Yönetim Müdürü yazan kapının önüne geldiğimde çalma zahmetine girmeden odaya girdim. Baran, masasının başında oturuyordu. Siyah saçları hafif dağılmış, beyaz gömleğinin kolları kıvrılmıştı. Yakışıklı adamdı Baran. Parmağındaki alyansa rağmen kadınların önüne atılmaktan çekinmeyeceği kadar yakışıklıydı hem de. “Oo Halil bey de gelmiş. Hoş geldiniz efendim.” Alaylı sözlerini aynı derecede bakışlarla tamamladı. Arkasına yaslandı, kollarını ensesinde birleştirdi. “Baran, sonra abicim. Şimdi ciddi olalım, söz veriyorum vakti gelince istediğin kadar söylenebilirsin bana.” Karşısına geçip oturdum. Acele etmeliydim. Maksimum yarım saat içinde otelden çıkmam lazımdı. Üç saatlik bir yolum vardı önümde. “Dur ya daha ne dedim? Bir söyleneyim önce.” “Sonra, söz veriyorum istediğin kadar söylenmene izin vereceğim. Şimdi önceliğimiz başka.” “Pekala,” derken ensesinde birleştirdiği ellerini çözdü. Dirseklerini masasına dayadı ve bana bakmaya başladı. “Seni dinliyorum.” Derin bir nefes çektim içime. En ciddi halimi takındım ve ortama bomba gibi düşecek konuşmama başladım. “Ben Ankara'ya gidiyorum Baran.” Önce ufak bir sessizlik oldu. Baran, sandalyesinde iyice doğruldu, bana bakışları ciddileşti. “Emin misin? Neler olabileceğini tahmin ediyorsun değil mi?” “Ediyorum, Baran. Kimin ne dediğini de siklemiyorum doğrusunu istersen. Ben daha çok Dila’dan korkuyorum.” Herkesin hakkından gelirdim ancak Dila'nın tepkisinden çekiniyordum. Saçlarımı karıştırdım, oturmak nefesimi kestiği için ayağa kalktım. Odanın ortasında dönüp durdum. Kendimi hem çaresiz hem de milyonlarca sonuca sahip gibi hissediyordum. “Bak,” derken en sonında durmuştum. Baran’ın karşısına geçtim, az önce kalktığım yere geri oturdum. Duruşum ciddi, sesim kendinden emindi. “Bu şekilde yaşamaktan çok yoruldum ben. Daha fazla geride kalmak istiyorum. Abi, sadece fotoğraflarına bakmak hiç istemiyorum.” Elim birkez daha saçlarıma giderken sesimdeki çaresizliği duydum. Az önceki kendinden emin adam değildim. “Halil, annen ve babamın tepkisini tahmin edebiliyorsun değil mi? Ablaların da aynı şekilde tepki vereceklerdir. Şiddetli kavgalar, birbirine geçmelere hazır mısın? Dila, o konakta çok zorlanacak.” Biliyordum. Sikeyim biliyordum ama elimden geldiğince yanında olacaktım. Kendi kendine söz verdim, sevdiğim kadının arkasında duracağımı söyleyerek çıkmıştım bu yola. “Hiç kimse tek laf edemez. Dila, benim onayımla gelecek oraya. Bir Aslanlı olarak, Halil Aslanlı’nın karısı olarak girecek o kapıdan. Sence benim karşıma dokunmaya cesaret edebilirler mi?” Bir cevap vermedi. Benim de sözlerim ne kadar keskin olsa da inancımda ufak tefek delikler vardı. Ailemin tepkisinden korkuyordum. Dila’nın yaşayacaklarından çekiniyordum. Yine de daha fazla uzak durmak canımı acıtıyordu. Kararımı vermiştim ve uygulamaya koyacaktım. Daha fazla beklemek sadece bana zarar veriyordu. “Ben gidiyorum, Baran. Buralar sana emanet. Gizlice çıkacağım, kendi arabamla gideceğim. Yanıma en güvenliğim adamlardan bir ikisini alıyorum sadece. Amcam, amcamı oyalama işi sen de. Mümkün olan en erken sürede geleceğim ama olur da gecikirsem diye sana güveniyorum.” Bir cevap vermedi. Oturduğu yerden kalkıp bana destekleyici bir şekikde sarıldı ve beni uğurladı. Yanımda oluşu, ilk günden veri verdiği destek yeterliydi aslında. Baran, babasına rağmen her adımda benim yanımdaydı. Yullarca Dila’ya dair her konuda beni dinlemiş, ne yaparsam yapacağım arkamda olduğunu söylemişti. “Bana yengemi getir kuzen.” Sözlerini yüzümdeki kocaman bir gülümsemeyle onayladım. Baran’ın odasından çıktığımda ayaklarım uçuyordu resmen. Dila'ya gitmek için acele eden vücuduma uyarak otelden çıktım ve tıpkı Baran’a dediğim gibi en güvendiğim adamlarla birlikte Ankara'ya doğru yola çıktım. “Bekle beni güzelim, geliyorum.” *** Dila Çemberimde gül oya Gülmedim doya doya Çemberimde gül oya Gülmedim doya doya Annemin güzel sesi ile uyandım. Daha güzel bir uyanma şekli olabilir miydi? Benim için yoktu. Bütün dünyam, yaptığım her şey annemdi. Babam hayatımızdan çıktığı andan itibaren tek odağım olmuştu. Zengin bir ailede doğmamıştım. Lüks içinde yaşamak benim için hayalin ötesinde bir hayaldi. Altı yaşıma kadar babamın zorbalıklarında yaşamış, fakirliğin en ucuna inmiştim. Sonra bir gün bir mucize olmuştu ve hayatım değişmişti. Üniversite yıllarına kadar kıyıda köşede, gözlerden uzak kasabalarda yaşamak zorunda kalmıştım. Annem, bütün o yıllarda en büyük dayanağım, tek hayatım olmuştu benim. Zaman akıp geçmiş, biz saklanarak bir ömrü ilerletmiştik. On sekiz yaşıma geldiğimde Ankara’da kazandığım üniversite sayesinde bu şehirde kalmıştık. Kaçtığımız her şeyle aramıza üç saat gibi bir mesefa koyup buraya yerleşmek ne kadar doğruydu? Tartışılırdı bu ancak yıllarca bizi bulmak için bir atakta bulunmadıklarına göre onların bizimle bir işleri kalmamış olması gerekti. Yine de kendinden fazla emin olma sen, diyen iç sesime gözlermi devirip çıktım yatağımdan. Annemin sesine doğru ilerlemek yerine odamın karşısındaki banyoya girdim ilk. İki odalı, küçük ama bahçeli, tam bize göre bir evimiz vardı. Annemin emekli maaşı, benim maaşımla birleşince evin kirasını rahat karşıladığımız gibi ufak bir birikim de yapıyorduk. Ak gül idim soldum Al güle ibret oldum Ak gül idim soldum Al güle ibret oldum Karşı karşı dururken Yüzüne de hasret kaldım Al beni kıyamam seni Annemin sesi kulaklarıma dolmaya devam ederken yüzümü yıkadım. Üstündeki uyku sersemliği, mutfaktan gelen kokularla dağılmıştı tamamen. Karnım, annemin elinden çıkan yemeklerin heyecanıyla guruldadı. Aynadaki yandımama bakıp kendime göz kırptım. Yüzümü inceledim, gözlerime baktım uzun uzun. Böyle bir hıyum vardı, sabahları kendimi incelerdim. Neden bilmeden gözlerime bakardım. Sıradan, dışarıda milyonlarca insanda olan gözlerdi bunlar. Ancak her insanın ruhunu yansıtan bir ışıltı olurdu. Kimisinde yıldızlar gibi parlak, kimisinde ıssız bir gökyüzü gibi çoraktı bu ışıltılar. “Dila, hadi çaylar soğudu.” Annemin sesiyle kendime geldim. “Geliyorum anne,” dedikten sonra hızlıca banyodaki işlerimi bitirip odama geçtim. Bugün pastanede özel bir gündü, düğün pastası yapacaktım. Çok büyük olmayan, sade ama göz kamaştırıcı bir pastaydı müşterinin siparişi. Yemek yapmayı çok sevsem de pasta ve tatlı grubuna genel bir ilgim vardı. Dünya mutfağı özel tercihimdi ama özellikle unlu mamüllerde çalışmamın nedeni tatlı grubuydu. Gastronomi okuyup bir otel yerine unlu mamüllere yönelmem de bu sebeptendi. “Azıcık da ruj sürdük mü, tamamdır bu iş.” Aynadaki yansımama baktım son kez. Boynumu kapatan kısa saçlarımı maşa ile şekillendirmiştim. Gözlerimi sürme ve eyeliner ile daha belirgin hâle getirip yanaklarıma hafif bir kızıllık versin diye allık sürmüştüm. Makyaj yapmak benim için bundan ibaretti işte. Elim mavi, uzun bir elbiseye gitmişti. Ancak bugün hem haftasonu yoğunluğu hem de pasta yapma telaşım olduğu için mavi, kalın bir gömlek ve siyah bir kot giydim. Bir pastanede çalışıyordum ama büyük bir pastaneydi burası. Düğün, doğum günü gibi etkinliklerin düzenlendiği organizasyon kısmı da olan, aynı zamanda müşterilerin alındığı bir bölmeye sahip büyük bir kuruluştu. Hatta büyük bir otel zincirine bağlı bir kurumdu bu çalıştığım yer. Sadece mutfak değildi benim işim. Unlu mamül kısmında mutfağa bakmak, yeri gelince müşterilerle ilgilenmek gibi pastane kısmına genel bakıyordum. Severek yapınca ve çalışma arkadaşlarımı da sevince yaptığım iş değil gibi gelirdi bana. Evet, sürekli burada kalmak gibi bir hayelim yoktu. Gastronomi okurken hayalim çok ilerde bir otele girmek, orada dünya mutfağından yemekler ve tatlılar yapmaktı. Ancak şu an unlu mamül kısmı benim içimdeki şevki besliyordu. Bir süreliğine en azından. “Günaydın, dünyanın en güzel annesi.” Gömleğimin üstüne aldığım hırkayı sandalyemin arkasına astım. Anneme sarılıp yanaklarından öptüm, bir süre öyle olduğum yerde kalıp kokusuna sığındım. Dünyanın en huzurlu yeri neresi, deseler annemin kucağı derdim. Kokusu burnumdan içeri dolduğu an bütün dertlerim bitiyordu sanki. “Günaydın benim gül güzeli kızım.” Gül güzeli. Annem beni hep böyle severdi. Gül kokusunu çok sevdiğim, parfümüm, sabunum, şampuanım ve duj jelimi gül kokulu seçtiğim için ben de gül kokardım. “Hmmm, sen daha güzel kokuyorsun ama.” Neredeyse orada uyuyakalacaktım. Annemin kokusu bana bunu yapıyordu işte. Huzurum, uykumu getiren bir afrodizyaktı sanki. “Hadi, hadi geç yerine de kahvaltımızı yapalım. İşe geç kalacaksın sonra.” Boynuna sardığım koluma dokundu. Yanaklarını birkez daha öpüp yerime geçtim. Ankara ayazı hâlâ geçmediği için mutfak ne kadar sıcak olsa da hırkamı da giydim. Bu şehrin kasvetini sevmiyordum aslında. Yıllardır buraya sıkışıp kalmıştık ama benim hayallerimde memleketim vardı. Annemin asla gidemeyeceğimizi söylediği şehir. Yıllar önce kaçtığımız, kaçmak zorunda kaldığımız o masalsı toprakların kokusuna hasrettim sanki. Sonunda Ankara’da biten yolculuğumuzdan önce on ayrı şehir gezmiştik. Hep küçük yerlerde, kasabalarda ya da ilçelerde yaşayıp benim okul dönemlerimin bitimini beklemiştik. Son sekiz senedir buraya sıkışıp kalmıştık. “Yoğun musunuz bugün?” Annemle klasik kahvaltı sohbetlerimize başladık. Beyaz yemenisi aklarla dolu saçlarını kapatıyor, karşımda otuz sene sonram ama belki daha az yıpranmış halim gibi duruyordu. Bir insan ne kadar yıpranabilirse onun iki katı kadar yıpranmıştı annem. Yalnız hayatı boyunca babamın eziyetlerine katlandığı yılların ardından kaçak hayatı yaşamıştı bir de. Hep bana tutunduğunu söylediği yıllarda birçok işte çalışmıştı. Mükafatı bugün aldığı emekli maaşı olmuş olsa da yüzünden belliydi yaşadıkları. Gözlerinin içinde ufak bir ışıltı kalmış, alnı ve yanaklarında yaşından büyük çizgiler vardı. Yüzü hep gülse de bir yarım kalmışlık, bir kimsesizlik vardı annem de. “Yarınki düğün için pasta yapacağım. Tuna abi bana teslim etti pasta işini. Bugün cumartesi, pastane yoğun olur dediğimde de yavaştan organizasyon kısmına alışmam gerektiğini, beni otele çekme durumunun olduğunu söyledi. Anne düşünsene bir otelde, o yoğunlukta çalışacağım ve tatlı, unlu mamül yapmaya da devam edeceğim.” Annem gülerek bakıyordu bana. Bolca kahkahanın olduğu masamızda ardı ardına tükettiğim çaylardan sonra işe gitmek içn hazırdım. Tam bir Türk olduğum için çay bağımlısı bedenim, bardak bardak çay tüketince kendine geliyordu. Pantolonumla aynı renk botlarımı ve montumu giydim. Ankara ayazı malum, bahar gelmezdi daha buralara. “Annecim, Allah'a ısmarladık.” Annemin yanaklarından öptüm yine. Her sabah olduğu gibi hayır duasını aldım. “Yolun açık, işin gücün rast gelsin güzel kızım. Sağlıcakla git, sağlıcakla gel. Kötü niyetli insan yamacından uzak olsun.” Sırtımda çantam, sımsıkı sarındığım montum ile işe girmeye hazırdım. Nedensiz bir heyecan, bir şey olacak hissi her yanımı sararken her zaman kat ettiğim yoldan ilerledim ve dolmuşa bindim. Cumartesi olmasına rağmen tıklım tıklım olan dolmuşta kendime bir yer bulup yirmi dakikalık yol bitene kadar dinlemek için bir podcast açtım. Bugüne hazırdım. ** Minibüs durağı ile iş yerimin arası on dakikalık bir mesafeydeydi. İndiğim andan itibaren bu on dakikalık süre normalde dinlediğim şeyle bütünleşir, öğrendiklerimi benimserdim. Her gün otuz dakikalık bir güne başlama ritüelimin son basamağı bu yol olurdu ancak bu sefer kulaklarımdan içeri giren seslerden bir şey anlamıyordum. Yol boyunca izleniyorum hissi her yanımı sarmış, durup durup arkama bakmıştım. Bir ürperti vardı bütün bedenimde. “Günaydın, Dila.” Sonunda iş yerime geçtiğimde daha iyi hissediyordum. En azından o garip izleniyorum hissi bir kenara dağılmıştı. “Güneyadın Tuna abi.” Tuna abi, çalıştığım pastanenin şefiydi. Üniversite yıllarımda beni part time olarak işe alan da oydu. Nasıl olduğunu bilmediğim bir şekilde yetişmişti bana. Onun sayesinde hem okuyup hem çalışmıştım. Hiçbir zaman mükemmel bir ekonomik durumumuz olmasa da çalışma hayatına erken başlamak benim artım olmuştu. Bence bir kadın çalışmalıydı zaten. Kendi ayakları üzerinde durmalı, ekonomik özgürlüğünü kazanmalıydı. Erkek egemen bir toplumda kendi ayakları üzerinde duran kadınlara ihtiyaç vardı. Hele hele arkasında bir babası, gölge gibi onu koruyup kollayan bir kahramanı yoksa kendi kendine yetmeyi öğrenmek için çalışması gerekiyordu en çok. Bu ülkenin kanayan yarası kimsesiz kalmış kadınlar, ne yapacağını bilmediği için yıllarca şiddet görmüş küçük gelinlerdi. Kendimizi kurtarmak yine biz kadınların elindeydi. Benim berbat bir babam, üstüme titreyen bir annem vardı. Yıllarca benim için çabalamış, kendi ayakları üzerinde durmayı başarmıştı. Asıl kahramanım oydu benim. “O zaman başlayalım.” Soyunma odasında görüntüme göz kırpıp düşüncelerimi susturdum. Beyaz, uzun kollu üniformam, saçlarımı kapattığım bandanam ile hazırdım. Hafta sonu olduğu için part time elemanlarında olduğu pastane çok kalabalıktı, bir koşturmaca vardı hep. Birbirine bağlı koca bir kuruluşun bir koluydu çalıştığım pastane kafe tarzı yer. İki katlı, beyaz rengin ağırlıkta olduğu, kocaman bir bahçeye sahip iş yerimin zemin katta kalan büyük mutfağına girdim. “Günaydın Şahin usta. Kolay gelsin.” Kuru pasta ve tulumba yapımından sorumlu ustaya selam verdiğimde bana hızlı bir karşılık verdi. Diğer ustalar da kendi işlerine dalmış haldeydi. Ben yapacağım pasta için bir köşeye çekilirken yaş pasta ustası Murat’a hızlı bir selam verdim. Malzemelerimi alıp bir köşeye geçtim ve saatler sürecek işime başladım. İlk olarak yumurta ve şekeri çırpma işlemi ile başlamıştım. Bir pastanın ilk adımı bana göre kekiydi. Elli kişilik, iki katlı bir düğün pastasının endüstriyel olarak tabanını hazırlamak zordu. Gerekli malzemeler olsa bile o kıvam için doğru karışımları yakalamak gerekiyordu. İşe geldiğim andan itibaren bir saat geçmişti ben pasta tabanını fırına verdiğimde. Fırında pişmeye bırakıp kremaya geçtim. Her ustanın kendine ait bir tarifi vardı o kremada. Ben de kendi ölçülerimle malzemelerimi hazırladığımda ismimi duydum. “Dila, elindeki işi bırakıp dışarı gelir misin? Büyük patron seninle görüşmek istiyor,” diye Tuna abiye şaşkın gözlerle cevap verdim. Bu zamana kadar tanımadığım, adımı bile iki kere duyduğum büyük patron benimle ne görüşebilirdi ki? Kafamdaki soruyu dile getirdim. En iyi cevabı karşımdaki adamın vereceğini düşünüyordum. “İyi de Tuna abi, benimle ne konuşabilir ki?” “Orasını bilemem ben. Sen elindeki işi ustaya teslim et de gidelim.” Kafamın içinde milyonlarca soru işareti ile önünde ilerleyen Tuna abinin dediğini yaptım. İkinci katta, koridorun sonunda kalan odaya ilerlediğimizde aklımda cevapsız tek bir soru dönüp duruyordu, patron benden ne diyebilirdi ki? “Bekle sen.” Tuna abi beni olduğum yerde bırakıp önümüzde uzanan kapıyı çaldı. İçerden gelen komutla bana döndü ve endişe olduğunu tahmin ettiğim gözlerle bana baktı. “Bol şanslar Dila.” Sözlerinin arkasında bir koruma gizliydi sanki. Gözlerinde bakışın ne anlama geldiğini tam olarak çözmeye kalkmadan önümdeki kapı açıldı. Derin bir nefesle omuzlarımı dikleştirtim ve sonucun ne olduğunu bilmeden içeri ilerledim. Bir bilinmeze ilk adımımı da böylece atmış oldum. O saatten sonra beni nelerin beklediği koca bir muammaydı. ***

editor-pick
Dreame-Editor's pick

bc

HÜKÜM

read
223.4K
bc

AŞKLA BERDEL

read
78.9K
bc

MARDİN KIZILI [+18]

read
520.3K
bc

Ne Olacak Halim (Türkçe)

read
14.3K
bc

ÇINAR AĞACI

read
5.7K
bc

PERİ MASALI

read
9.5K
bc

Siyah Ve Beyaz

read
2.9K

Scan code to download app

download_iosApp Store
google icon
Google Play
Facebook