Geçmişin İzleri

3127 Words
"Eskiler, uzaklarda sönmüş bir yıldızdan bahsederdi: Asvanis Yıldızı. Derlerdi ki, Asvanis bir zamanlar gökyüzündeki en parlak yıldızdı, sadece iyiliği ve saflığı aydınlatırdı. Ama bir gün, bir insan kalbindeki kinle ona dilek diledi. O anda yıldız titredi, ışığını kaybetti ve gökyüzünden düştü. O günden sonra Asvanis’in düştüğü yerde insanlar hep kayıplar, yarım kalan yeminler ve suskun intikamlar taşıdı. Ve kimse bilmedi: bazı hikâyeler bir yıldız sönerken başlar." - Eski Kapadokya Efsaneleri'nden *** 2005, Kapadokya Mayıs ayı bütün ihtişamıyla gelmişti. Sıcak bir pazar sabahı, bütün Aslanlı ailesi birlikte piknik yapmaya gitmişlerdi. Kendilerine ait bağ evinde birlikte oldukları hafta sonunda, Bekir’in resmi nikahlı karısı Sevcan ve kızları Nurşide ile Nuray konakta kalmayı tercih etmişlerdi. Bekir için nerede kalmak istedikleri pek önemli değildi, tek sevdiği Nalan, oğlu Halil ve iki kızı Melek ile Hilal yanında olduğu müddetçe hiç sıkıntı etmiyordu. Babalık evlat ayrımı yapmamayı gerektirdiği için sessiz kalırdı hep ama Sevcan’a huy olarak çok benzeyen Nurşide ve Nuray’ı çok sevdiği söylenemezdi. “Babacım, ata binelim mi bugün?” Oğlu Halil’in sesine döndü. Sevcan’dan değil de Nalan’dan olmasını istediği oğlu. Hiç sevmemişti karısını Bekir. Babasının zoruyla evlenmiş, başta elini bile sürmemişti Sevcan’a. Bir gün Nalan’la ettiği kavga ile içmiş içmiş ve kendini Sevcan’ın koynunda bulmuştu. Ondan sonrasında ilk kızları Nurşide olmuştu işte. Bekir, o günden sonra bir daha el sürmeyeceğini söylese de Nuray, Halil ve en son Melek’in olduğu dört çocuğu vardı Sevcan’dan. “Binelim aslanım.” Oğlunun saçını okşadı. Gözleri az ilerde, dini nikah ile evli olduğu karısına kaydı. Sevdiği tek kadına. Halil’in doğumundan sonra Sevcan’a el sürmeyecekti ancak Hilal ile Melek aynı yaştaydı. Kendini en çok suçladığı konunda buydu. Bir şekilde Sevcan’a dokunmak… Nalan, her şeye rağmen onu yine de kabul etmişti. Bekir, yıllardır sadece Nalan’a gidiyordu. Melek’ten sonra Sevcan’a dokunmamıştı, sadece Nalan vardı onun için. En azından bu defa sözünü tutmuştu. Kendini eleştirirken bunu dile getiriyordu hep. “Hadi annen ve kardeşlerinin yanına git. Yemeğimizi yiyelim sonra Melek ile Hilal’i de alır, ata bineriz.” Oğlu hevesle yanından ayrılınca Bekir’de mangala döndü tekrardan. Yüzünde bir gülümseme ile pişirdi önündeki etleri. Kimseyi istememişti bugün. Sadece ailesi ile olacaktı. Koruma diye tutulan adamlara konakta kalmalarını üstüne bastıra bastıra bu yüzden söylemişti. “Pişmedi mi daha?” Nalan’ın sesi ile yüzündeki o gülümseme büyüdü. Sesiyle bile toy bir delikanlıya dönüyordu. Aradan geçen yıllara aldanmadan bu kadını ilk günkü gibi seviyordu işte. “Pişmek üzere yarim. Az kaldı.” Genç bir kız gibi kıkırdadı Nalan. Her seferinde aklını alan, bir şekilde ona dönmesini sağlayan adama baktı. Hiç affetmeyecektin, diyen bir yanına rağmen hep bir şekilde affetmişti Bekir’i. Karısı olacak kadından olan çocuklarına rağmen geri dönmüştü Bekir’e işte. Gurur denen şeyi heba etmişti ama sonunda kazandığı ödüllere değerdi. Annelik ve uçsuz bucaksız bir sevdaya değerdi. En azından Nalan’ın düşüncesi böyleydi. “Çocuklar açıktı, seni bekliyoruz o zaman.” Kızarmış yanakları ile son bir kez gülümsedi sevdiği adama. Kalbinde kocaman bir yara vardı Nalan'ın. Kimseye diyemediği, bugün Bekir'in yanında kalmasının bir diğer sebebi olan bir yara. Gözlerini kocasından çekip çocukların yanına doğru ilerledi. Aradan saatler geçti, mutlu bir aile olarak eğlendiler. Aslanlı ailesinin en mutlu saatleriydi muhtemelen o anlar. Melek ve Hilal, katılmak istemediği için Halil ile birlikte ata binmeye gitti Bekir. Baba oğul eğlenceli saatler geçirdiler. “Baba, biraz daha sürelim mi?” Oğlunun başını okşayan Bekir, gülümsedi. “Hadi bakalım, yine bineriz. Biraz da dinlenelim.” Kendisini onaylayan oğlu iki adım uzaklaştı yanından. O andan sonrası hızlı oldu. Halil, iki adım attığında gördü her şeyi. Tanımadığı bir adam babasına silah doğrulttu önce. Günü yaran üç ayrı silah sesi duyuldu. Kadınlar mutfaktan sese çıkana kadar Halil’in gözleri önünde babası vurulmuştu. Bekir, henüz on yaşında olan oğlunun gözlerine son kez bakarak can verirken Halil, şok olmuş halde olduğu yerde kaldı. Bekir Aslanlı ölmüştü, Halil Aslanlı o gün büyümüştü. Altı yaşındaki iki kız Melek ve Hilal o gün hiç kapanmayacak ilk yaralarını almışlardı. Otuz yaşında, kimsesizlik içinde büyümüş Nalan, sevdiği adamın öldüğüne şahit olmuş ve tek başına ayakta kalması gerektiğini o gün anlamıştı. Bir adam ölmüş ve arkasında kolu kanadı kırılmış bir kadın, babasının gölgesine muhtaç dört kız çocuğu ile yaşı ne olursa olsun çocuk olmayı bırakmış bir oğlan bırakmıştı. O gün akşam saatlerinde bir köşeye çekilen Halil, yaşına bakmadan bir yemin etti. Babasını ondan alanlardan intikam alacaktı. Ancak bilmediği, kanla yazılan bu hikayenin sonu hiçte tahmin ettiği gibi olmayacaktı. Bekir Aslanlı’nın öldüğü gün bir başlangıç olmuştu, yıllar sonra açılan kilitli sandıklar hep o ölümle bağlanacaktı. *** Günümüz Dila Çetin bey, yani patronum orta yaşlı bir adamdı. Dik duruşu ve yaşına rağmen çekici bir görüntüsü vardı. Karizmatik bir adamdı aslında. Ancak işe ilk başladığım zamanlar kendisinden çekinirdim. Sert bir yapısı vardı çünkü. İnsan yüzüne iki saniyeden fazla bakarsa kendini sert bir azara hazır hissetmeli gibi gelirdi bana. Hani mahallenin korkulan amcaları var ya onlar gibi işte. Korkmamı gerektiren bir nedenim asla olmamıştı. Tam tersi, bir çalışan yanlışlıkla patronun misafirlerinin üstüne kahve devirmişti. İşe başlayalı on beş gün oluyordu o zaman. Pastanede yoğun bir pazar gününü büyük patronun varlığı daha da zora sokmuştu. Eylül, o zamanlar yeni başlayan bir garsondu. Yanlışlıkla Çetin beyin arkadaşı bir bayanın üstüne sıcak çay devirmişti. Kadın, Eylül'e ağzına geleni sayarken Çetin bey sadece arkadaşını susturmuştu. Eylül, çok korkmuştu o gün. İşte çıkarılacağından emin hâlde ağlayarak gezmişti. Ancak çıkarılmamıştı işten. Burada dört sene boyunca çalışmış ve asla o güne dair bir ima dahi duymamıştı. O gün bırakmıştım Çeyin beyden korkmayı. Yıllardır ona ait bir kurumda çalışıyordum. Çok sık görüyordum, zamanla eski korkum bitip gitmişti. Şimdi karşımdaki ellili yaşların sonunda adama sadece şaşkınca bakıyordum. Hiçbir şekilde muhatap olmadığım patronum, takım elbisesinin içinde bana bakıyordu. “Hoş geldin, Dila. Geç, otur şöyle.” Otoriter sesi de varlığı gibi odayı doldurıyordu. Masasının hemen yanındaki koltuğu işaret etti. Neden bilmiyorum, bu sözleri ve karşımdaki duruşu beni germişti. Gösterdiği yere sessiz ve endişeli iki adımda ulaştım ve oturdum. “Bir şey içer misin?” Kaşlarım çatıldı. Ne oluyordu? “Teşekkür ederim Çetin bey, almayayım.” Sözlerimi sessiz bir onayla karşıladı. Odanın içinde saçma sapan bir sessizlik oluşurken beynim, direkt felaket senaryoları oluşturmaya geçmişti. Ardı arkası gelmez sorular yumağının arasında boğuşmaya başladım. Soru dolu bakışlarım Çetin beyin yüzünde dolaştır bir süre. Karşılıksız kalan bakışlarım en sonunda aşağı indi. Birkaç saniye gözlerimi sımsıkı tuttuğum ellerimde tuttum. Gergin bir tel gibiydim, her an parçalanacak bir halim vardı. Daha fazla ellerime bakmaya dayanamadım, bakışlarımı ellerimden ayırıp odayı incelemeye başladım. Koltığumda emanet gibi oturuyor, her an kaçıp gitmeye hazır bekliyordum. Bir şeyler düşünmeyi bırakmak için en güzel kaçış olarak görüp içinde bulunduğum odayı inceledim. Yirmi beş metrekareden büyük olmayan oda; kahverenginin hâkim olduğu, ağırbaşlı ama düzenli bir atmosfere sahipti. Çok büyük olmamasına rağmen çok düzenli bir odaydı burası. Yıllardır çalışmama rağmen bir elin parmağını geçmezdi buraya girdiğim anlar. Çok uzun bakmamış, detaylı incelememiştim hiç. Hep hızlıca girip çıkar ya da birkaç saniye sürmedi buraya girip çıkışım. “Biraz bekleyeceğiz,” diyen Çetin beyin sesine döndüm. Ne için bekleyecektik? Yine de aklımdaki soruyu dillendirmek yerine bakışlarımı odada gezdirmeye devam ettim. Kafenin genelde müdürlerin takıldığı bölümüydü burası. Çetin beyin aylık düzenlediği toplantılar da burada olurdu. Aydınlık, hoş bir ambiyansı vardı odanın. Camdan süzülen gün ışığı, odadaki kahverengi tonların arasına altın gibi dağılırken hem yumuşak bir sıcaklık hem de sahte bir huzur yayıyordu ortama. Güneşli günlerde ışık, odanın içindeki her detayı daha da belirginleştiriyor; raflardaki kitapların sırtlarını, duvardaki ödüllerin parıltılarını ortaya çıkarıyordu. Bir duvar boydan boya ödüllerle doluydu. Ankara'nın en sevilen, en kalabalık kafelerinden birisi olmanın hakkını veriyordu herbirisi. Kalabalık, yoran bir oda değildi. Aksine ferah, insanın oturdukça oturma isteğiyle dolmasına sebep olan bir havası vardı. İçeri adımı attığım an Çetin bey ile karşı karşıya gelmiştim. Masası çok büyük değildi, üstü düzenli yerleştirilmişti. Hemen arkasında bir kitaplık vardı. Duvarı boylu boyunca kaplayan bu kitaplık hem fonksiyoneldi hem de bir tür güç gibi duruyordu. İçini çok inceleyememiştim ama birçok eser olduğuna emindim. Odadaki sessizlik daha da artarken incelememe devam ettim. Kitaplığın hemen çaprazında cam kapaklı bir dolap vardı. Burada daha çok hobi diyeceğim bir içki koleksiyonu göze çarpıyordu. Çetin beyin başka bir yönüne vurgu yapıyordu sanki. O dolabın kapısı hep kilitli olurdu. Çetin bey dışında açıp içinden bir şeyler içen olduğundan şüpheliydim. Bir diğer noktada, kapıdan girince sağda kalan toplantı masasının karşısında yer alan bir diğer dolapta da Çetin beyin sahip olduğu kişisel ödüller vardı. Bu ödüller uzun ve başarılı bir çalışma hayatına işaret ediyordu. Bildiğim kadarıyla benzer ödüller otelinde de vardı. Çetin beyin yanına geldiğim andan itibaren odaya dair her detayı defalarca incelemiştim. Artık gözüm kapalı bu odanın içinde ilerleyebilecek duruma geldiğimde bir tıklama sesi duydum. Hemen arkamda kalan giriş kapısı açıldığında Çetin bey oturduğu yerden kalktı. “İşte beklediğimiz misafirimiz de geldi,” demiş ve oturduğu yerden kalkmış, ceketimi iliklemişti. Böyle bir saygı gösterisini kim almış olabilir diye düşünerek doğruldum. Kim olduğunu merak ettiğim misafire doğru döndüğmde oturduğum yerden kalkmıştım ben de. Gözlerim kapının önünde bekleyem adama kilitlendi. Bütün vücudum karıncılanırken nefesim tıkandı, boğazımda koca bir yumru oluştu. Kim olduğunu bilmediğim adama bakışlarım takılı kalırken nedensiz bir ter kapladı her yanımı. İçimde ne anlama geldiğini bilmediğim bir heyecan dalgası vardı. Dışım sessizce izliyordu çevresini. Ellerim terlemiş, misafirimizin kim olduğunu ve benimle alakasını çözmek ister gibi yüzünü incelenmeye başladım. Kimdi bu adam? ** “Merhaba, Dila.” Hafif kısık, genizden gelen erkeksi bir sesi vardı karşımdaki adamın. Boyu benden çok çok uzundu. Muhtemelen bir seksenden uzundu. Başımı kaldırmam gerekiyordu gözlerine bakmak için. İçimde bir yerleri titreştiren adama daha fazla karşı koymadım ve boynumun tutulmasını göze alarak kaldırdım başımı. Gözlerim yüzü ile temas ettiğinde nefesim kesildi. Kalbim, daha önce hiç hissetmediğim bir ritimle atmaya başladı. Bir an bir ömre bedel bir titreşimdi hissettiğim. Masalsı, gerçek olamayacak bir duman bulutu sarmıştı sanki etrafımı. Ayaklarım yerden kesilmiş, bir deprem olmuştu bedenimde. Nefes alışverişim hızlanmış ve başım ufaktan dönmeye başlamıştı. Sanki içmeden sarhoş olmuştum. Gözlerimi kırpıştırdım, kendime gelmeye çalıştım. Bedenimdeki tepkileri kontrol altına aldığımda karşımdaki adama yeniden baktım. Ben… daha önce bu kadar yakışıklı bir adam görmemiştim. En fazla iki günlük diyebileceğim kirli bir sakalı vardı yüzünde. Sert, erkeksi yüz hatlarını öne çıkarmıştı bu hali. Siyah saçları hafif alnına düşmüştü. Çok uzun değildi ama asker tıraşı diyebileceğim kadar da kısa değildi saçları. Alnına düşen o iki tutama dokunmak istedi parmaklarım. O kadar güçlü bir istekti ki bu, baş ve işaret parmağım karıncalandı. Sessizce yüzünü incelemeye devam ettim. Gözleri küçüktü hatta hafif çekikti karşımdaki adamın. Kahverengi ışıltıların olduğu o gözlerde kaybolabilirdim. Altı üstünden bir tık kalın dudaklarını öpmek istedim bir an. Tutku. Hissettiğim çok güçlü bir tutkuydu. Aptal ya da toy değildim. Bir erkeğe karşı hissedilen çekimden de haberdardım. Üniversite yıllarımda iki ayrı ilişkim olmuştu. İlki altı ay, ikinci iki sene sürmüştü. Bu sevgilik döneminde bolca öpüşme de yaşamıştım ancak ilk defa bu kadar güçlü bir çekim vardı içimde. Dudaklarım karıncalanıyordu. Dilimi o dudaklarda gezdirmek için dayanılmaz bir istek vardı içimde. Karnım kasılıyor, bacaklarımın arasında toplanan ıslaklığı hissediyordum. İki ilişkimde de asla hissetmediğim, beni çok fazla ilerlemekten alıkoyan o çekimi karşımdaki adama karşı hissediyordum. Kitaplardaki o insanın aklını başından alan çekim bu muydu? “Sanırım selam vermeyeceksin?” Kaç dakikadır karşımdaki adama bakıyordum? Gözlerim kocaman açılmış, dudaklarım hafif aralanmış haldeydim üstelik. Bir erkekle birlikte olmamıştım, erkek arkadaşlarıma belirttiğim ilk kural buydu. Ancak karşımdaki adamın üstüne atlamak istiyordum. Hem de ne atlamak! Bana dokunmasını, ellerinin üzerimde gezmesini istiyordum. Kendine gel Dila. Beynimden gelen komutla hormonlarım geri çekildi sanki. Usulca kendime geldim. “Bence önce oturalım, bir tanışalım. Ne dersiniz?” Çetin beyin sesi ile ona döndüm. Konuşma yetimi kaybetmiş olmalıydım, sadece başımı sallayarak onayladım patronumu. En azından mantıklı bir öneri gelmişti. “Ne içersiniz?” Çetin bey, odaya girdiğimden beri ikinci kez soruyordu bu soruyu. Bu kez muhatabı hemen karşıma oturan yabancı adamdı. İki adımda yanıma gelmiş ve tam karşımda yerini almıştı. “Bir kahveni alırım Çetin abi. Sade olsun.” Sözleri patronuma olsa da gözleri benim üstümdeydi. Sağ kolunu dirsekten kırmış ve yanındaki masaya yaslanmıştı. Uzun bacakları önündeki sehpaya değmeyecek şekilde duruyordu. Bu haliyle bile benden uzundu. Nabzım, yeniden hızlanmıştı. Bana bakışları yüzünden ellerim terliyor, beynimi bir sis bulutu kaplıyordu. Sanki gözleri ile dokunuyordu bedenime. Kahveleri yüzümün her yanını tarıyor, dudaklarımda fazla zaman harcıyordu. Yanaklarım ve boynum boyunca toplanan kızarıklığı görmesem de hissediyordum. Utançla alakası olmayan bu kızarıklık saf tutku ile doluydu. “Dila, sen bir şey içmek istemediğine emin misin?” Çetin beyin sesi üstüme dökülen buz dolu bir kova su etkisi yapmıştı. Kendimi yeniden toparlama evresine gelmiştim. “O da aynısından içer Çetin abi.” Bana sorulan bir soruya benim adıma cevap verilmesinden nefret ederdim. Kulaklarıma dolan ses kalbimin atışımı yeniden hızlandırırsa da kaşlarım çatılmıştı. Beynim, eline aldığı bir sopayla kalbimi susturmuş ve kontrolü yeniden ele almıştı sanki. Oturduğum yerde doğruldum, vücudum savunma pozisyonu aldı. Artık kendime gelmiştim. “Onun bir adı, bir sesi ve kendi kararlarını verecek zekası var beyefendi. Kahve içmek istersem kendim söylerim zaten. On dört yaşımdan beri kendi adıma karar verme yetkisine sahip bir bireyim ben.” Çetin beyin içine çektiği nefes sesi dışında sessizdi oda. Benim sözlerim aramızda bir süre asılı kaldı. Dışarıda yapraklar kımıldamayı bırakmış, zaman bile durmuştu sanki. Karşımdaki adamın bir cevabı var mı diye, nefesimi tutmuş bekliyordum. Bir kahkaha. Aldığım cevap odada yankılanan erkeksi bir kahkaha oldu. Ben şaşkın bir şekilde izlerken karşımdaki adam sadece güldü. Dakikalar süren bu tepkiyi çatılı kaşlarla izledim. Benimle dalga mı geçiyordu? “Tırnaklarını hemen çıkarma kedicik. Daha tanışmadık bile.” En son ayağa kalkmak üzereyken duydum sesini. Ancak bana “kedicik” demesi sinirlerimi iki kat bozdu. “Dila, ismim Dila beyefendi. Siz de ona göre ismimle hitap ederseniz sevinirim.” Konuşana kadar aklımı başımdan almıştı. Sesi bile bana bambaşka şeyler yapmıştı ancak sözleri çok başka bir konuydu. Konuştuğu andan itibaren sinirlerime dokunmaya başlamıştı sanki. İlk gördüğüm anda hissettiğim hayranlık, konuşmaya başladığı an sözlerine verdiğim sinire karışmıştı. Annem ne zaman sinirlense terliği eline alırdı. Aklıma ayağımdaki iş terliğini elime alıp karşımdaki adamın kafasına geçirme fikri gelmişti ki çok cazip bir tepki gibi geliyordu. “Dila hanım sakin olun.” Karşımdaki adam odaya girdiğinden beri varlığını unuttuğum patronum, yeniden sesi ile kendini hatırlattı. Sözlerine karşılık kendime çeki düzen verdim. “Çetin abi…” Devamını getirmedi. İkisi arasında anlamını çözemediğim bir bakışma yaşandı. Oda yeniden boğucu bir sessizliğe bürünürken bu kez çevremi incelemek bana bir fayda sağlamıyordu. Karşımda oturan ve gözlerini bir an olsun üzerimden ayırmayan adamın varlığı nefes almamı zorlaştırıyordu sanki. Kötü olan içimde uçuşan kelebekler ve heyecanla atmayı bırakmayan kalbimdi. Yanaklarım da otoritesini korumaya çalışan beynime değil, aptal kalbine uyuyor ve kızarıklığını korkuyordu. “Gel.” En sonunda, patlama noktasına geldiğim an kapının sesini duydum. Zuhal abla elinde bir tepsi ile içeri girdi. Biraz önce söylenen kahveleri uzattı ve tek kelime etmeden çıktı. Kısacık bir an benimle göz göze gelse de sessiz bir şekilde işini yapıp çıkmıştı. Eminim ki burada olanları merak ediyordu. Bu odadan çıktığım an bir sorgunun beni beklediğine emindim. “Artık mevzuya girelim mi, Halil? Yoksa önce kahvelerimizi mi içelim?” Halil. Çetin beyin karşımdaki adama söylediği isim buydu. Neden bilmem isminin anlamına bakmak istedim. Birkaç dakikadır tanıdığım, benim için tamamen yabancı olan bir adama dair her şeyi öğrenmek istemem ne kadar doğruydu? Kokusunu içime çekmem istemem, göründüğü kadar sert mi diye kollarına dokunmam istemem ya da sıcaklığına sığınmak istemem ne kadar doğruydu? Bir şey vardı sanki aramızda. İnce bir köprü ama çok sağlam kurulmuş ve asla yıkılmayacak gibi duruyordu. Bir adım atmamı ve karşımdaki adama sığınmamı istiyordu sanki. Baba sevgisi hiç tatmamış benliğim sadece adını bildiğim bu adamın sıcaklığına sığınmak istiyordu. Hayatımda bir erkeğin varlığına asla ihtiyaç duymamıştım. En azından karşımdaki adama kadar böyle düşünüyordum. Şimdi, sadece birkaç dakikadır gördüğüm bir adam eksik olan şeymiş gibi geliyordu. “Çetin abi, sen bizi yalnız bırakır mısın? Başbaşa konuşsak biz.” Kafamın içindeki sesler ve bedenimi ele geçirmiş her duygu sustu yeniden. Karşımdaki adamın sözleri kulaklarıma dolduğu an bütün o çıkmazlarım bitmişti. Sesinde, emir vermeye alışkın bir güven vardı. Ne olursa olsun söylediğinin yapılacağını biliyordu sanki. Öyle de oldu. Patronum, bir baş onayı ile kalktı koltuğundan. Az önce gelen kahvesi öylece kalırken beni karşımdaki adam -Halil- ile başbaşa bırakıp gitti. “İşin bitince haber edersin bana. Dışarıdayım ben,” derken karşısındaki adama açıklama yapmaktan gocunur bir hâli yoktu. Aksine hep yaptıkları bir şeymiş gibi konuşmuş ve gitmişti. Odanın içinde patlayan bir bomba sesi gibiydi kapının kapanışı. Yeniden bir sinir hâli bedenimi ele geçirirken bana tek bir açıklama yapılmamış olması canımı sıktı. Kaç dakikadır bu odadaydım ama ana merkezinde bulunduğum bir konuda figüran gibiydim. Tek vasfım oturmak, bana verilen emre itaat etmek ve zahmet edip benimle konuşmalarını beklemekti sanki. Bir de içine girdiğim ve beni boğan duygu girdabı vardı ama ona değinmek gibi niyetim yoktu. Düşündükçe daha çok içine giriyor gibiydim. “Kahveni içmeyecek misin?” İçimde fırtınalar koparan o ses ile düşüncelerimi susturdum. Başlıyorduk. “Hayır.” Dudaklarım düz bir çizgi halini almıştı. “Pekala, ısrar yok.” İki yakın arkadaştık sanki ve karşılıklı kahve içmeye gelmiştik. Rahat bir tavırla oturmaya devam etti. Sustum. Bana ömür gibi gelen beş dakika boyunca o lanet fincandan zıkkımlanmasını izledim. Tam olarak patlamama ramak kalmışken beyefendi konuşma zahmetine girdi. Benim karşısında kıvranmamdan zevk alır gibi fincanını masaya bıraktı. Küçücük kahve fincanından kahve içmek bu kadar uzun sürer miydi? Bu soruya cevap vermek istemiyordum. Kulaklarıma kadar kızarmıştım ama bu kez az önceki tutkuyla alakası yoktu kızarıklığımın. Yumruk olmuş ellerimin titremesi ile aynı sebepten kızarmıştım. Sinir. “O zaman tanışalım mı artık. Resmi olarak.” İçimden nihayet, diyerek arkama yaslandım. Kocaman gözlerle ağzından çıkan kelimeleri beklemeye başladım. “İsmimle başlıyorum. Eminim duymuşsundur benim adımı.” Bir cambaz gibiydi. Özellikle kelimelerini asıl duymak istediğim noktada dolandırıyordu. “Adınızı az önce duydum ama kim olduğunuzu zahmet edip siz söylerseniz öğreneceğim. Kendimi peynirin peşine düşmüş ve kapana yakalanmış bir fare gibi hissediyorum. Siz de yemeği ile oynamayı seven kedi oluyorsunuz bu noktada.” Sözlerim karşımdaki adamı sadece eğlendirdi. Attığı kahkaha odanın duvarlarına çarpıp benim kulaklarıma değdi. Lanet olası sesi karnımın yeniden kasılmasına neden olurken dişlerimi sıktım. Sakin ol Dila. “Bakın, sabrım taşalı çok oldu. Her kimseniz söyleyin artık. Ya da ben çıkıp gideceğim şuradan.” Sözlerime gülmeye devam etti. Kendimi en azından artık kahkaha atmıyor diye teselli edecek raddeye gelmiştim. Karşımda alaycı tavrı ile bana bakmaya devam eden adamı boğmama az kalmıştı. Nefes alışverişim hızlanmıştı. Ellerim titremesi hızlandı. Daha fazla bu maskaralığı çekmek gibi bir niyetim yoktu. Bir hışım kalktım oturduğum yerden. “Anlaşılan sizinle konuşmak pek mümkün değil. Her kimseniz artık ilgilenmiyorum. Sözleriniz sizin olsun, benim yapmam gereken işlerim var. İyi günler size.” Daha sonra kendimi tebrik edecektim. Bu kadar soğukkanlı cümleler kurduğum ve içimden hissettiğim bütün sinire rağmen dışımdan gayet düzgün konuştuğum için ödüllendirecektim kendimi. Bence koca bir dilim çikolatalı pastayı hak etmiştim. “Otur.” Az önce kahkaha atan adam gitmişti. Çatılı kaşları, sert ve otoriter tavrı ile başka bir adam vardı karşımda şimdi. Şaşkınca bakışlarım yüzünü bulurken istemsiz yaptım dediğini. O çikolatalı pastayı unut sen. Oturduğu yerde doğruldu. Bir iş anlaşması yapacak gibi hazırlandı ve ağzından çıkacak sözlerin dünyamı nasıl alt üst yapacağını bilen bir rahatlıkla kim olduğunu söyledi. “Resmi olarak tanışalım o zaman Dila Yeşil. Ben Halil Aslanlı.” ***
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD