Anlaşma

3010 Words
Kapadokya'nın vadileri arasında yüzyıllardır fısıldanan bir hikâye vardır. Derler ki, zamanında iki aile birbirine söz vermişti: barış için, toprak için, kanın toprağa karışmaması için. Ancak bir gece, bu söz bozuldu. Bir adam, diğerinin canını aldı. O günden sonra vadi sessizliğe büründü, rüzgârlar yas tutar gibi uğuldadı. Halk arasında “Kanın gölgesi düşerse, kefaret ödenmeden vadi huzur bulmaz,” derlerdi. Yıllar geçti, nesiller değişti. Ama o ilk kanın izi silinmedi. Efsane der ki, bir gün iki insan yeniden karşılaşacak. Biri intikamı, diğeri kurtuluşu taşıyacak. Hangisi galip gelirse gelsin, geçmişin gölgesi onların üzerinden asla kalkmayacak. Ve işte o gün… bugündü. - Eski Kapadokya Efsaneleri'nden, Gölgelerin Kefareti *** Dila “Resmi olarak tanışalım o zaman Dila Yeşil. Ben Halil Aslanlı.” Başınızdan aşağı kaynar sular dökülmesi, diye bir deyim vardır. Çok sık duyduğum hatta annemin en sevdiği deyimlerden birisidir. Ancak bu yaşıma kadar bir kez bile kullanmamı gerektiren bir durum olmamıştı. Şu ana kadar… Karşımdaki adamın sözleri fiziksel bir yan taşısa üstümden geçen bir tur olurdu. Bedenimdeki her kemiğin kırıldığı ağır bir kaza gibi, enkaz altında kalmış gibi olurdum. Başımda aşağı kaynar suları döken, belki de arkasından acımadan dökülen bir kova buzlu su gibiydi şu anki yaşadıklarım. Önce yandım, duyduğum isimle şok geçirdim, ardından ilk anki şoku atlatıp olduğum yerde donup kaldım. Beynim durmadan söylediklerini tekrar etti. Uğursuz bir ses vardı kafamın içinde, bana eziyet ediyordu. Boş bakışlarım en sonunda odağını kazanmaya başladığında neredeyse üç dakikadır olduğum yerde donmuş haldeydim. Kendime gelişim hızlı oldu neyseki. Nefes alışverişlerim hızlanmış, bedenim çevreme tepki vermeye başlamış, ellerimden başlayan bir titreme bütün vücudumu sarmıştı. “Sanırım soyadımı biliyorsun.” O kadar rahattı ki cümlesini kurarken. Evet, biliyorum, demek için bile bir enerji bulamadım. Biliyordum üstelik. Yıllarca göçebe hayat yaşamamın sebebiydi o soyadı. Aynı zamanda bizi babam olacak adamdan kurtaran en önemli nedendi. Aslanlı ailesi sayesinde bugün olduğum yerdeydim. Ama yine aynı aile yüzünden bir yerde kök sağlamıştım. Mevsimlik işçi gibi yıllarca gezmiş, her yıl başka okulda okumuştum. Ankara'ya kadar bir yerde sabit kaldığım zaman dilimi maksimum bir buçuk seneydi. “Susacak mısın? Bir cevap vermek gibi bir niyetin yok galiba?” Ne diyebilirdim ki? Nasıl bir cümle kurmam gerekiyordu? En büyük kabusu ile yüzleşen bir insan ne derdi? Kafamın içinde sadece sorular vardı. Cevaplar bir yerlerde saklanıyordu, belki de yoktu bile. Kalbim bir kuşun tehlikeye karşı savaştığı andaki gibi çarpıyordu. İmkanı olsa boğazımdan çıkıp gidecekti. Ter basmıştı bütün bedenimi. Korku, etten kemikten bir insan olmuş ve beni ele geçirmişti. Ne yapacaktım? Diyecek tek kelimem yokken buradan nasıl kurtulacak ve karşımdaki adamdan kaçacaktım. “İstersen bir yudum su iç. Daha konuşacak çok şeyimiz varken bir anda bayılıp kalmanı istemem.” Belki ben korkudan saçmalıyorum bilmiyorum ama karşımdaki adam bu halimden zevk alıyor gibiydi. Gibiydi? Tabi ki zevk alıyor Dila, salak mısın sen? Adam intikam peşinde işte, diyen içimden bir ses ile birazcık toparlanmaya çalıştım. Ne bok yiyeceğimi hemen bulmam lazımdı yoksa yarın sabahı görmek gibi bir lüksüm kalmıyordu. Düşüncelerimi toparlamak için gözlerimi yumdum. Sakin kalmam, mantıklı olmam lazımdı. Derin nefeslerle kendime telkinlerde bulundum. Doğru psikoloji uygularsan buradan kurtulurdum. Annemi de alıp giderdik bu şehirden. Elimizde yeterli birikim vardı. Hem yıllarca nasıl kaçmıştık? Yine kaçardık. Gözlerimi yeniden açtığımda kendimi daha iyi hissediyordum. Beynim korku dalgalarının arasında kaybolmak yerine mantığımı devreye sokmuştu. Olası bir plan için çabalıyor, bir çıkış bulmaya çalılıyordu artık. “Benden ne istiyorsunuz Halil bey?” Ne? Ağzımı açtığım an kurduğum ilk cümle bu olmamalıydı. Tam olarak ne düşünüp de söylemiştim bunu? Karşımdaki adamın gülüşü büyürken bu kez aklım bambaşka bir detayda kahboldu. Güldüğü an dudaklarının kenarında beliren, kalbimi korku ile alakası olmayan bir şekilde attıran çizgilerde kayboldum. Bir adamda böyle bir şeyin beni heyecanlandıracağını düşünmezdim hiç. Ancak heyecanlanmıştım. Karnımda kelebekler uçuşuyor, midem kasılıyordu. Halil Aslanlı’nın gülüşünde kaybolmuştum. “Oraya da geleceğiz ama biraz sohbet etmeyelim mi önce?” İki cambaz gibiydik. Ben ipte yürümeye çalışan amatör, o bu işe yıllarını vermiş usta. Birlikte bir ipin üstünde ilerliyorduk. İp sağlamdı ancak beni yeterince taşıyacağına inancım yoktu. Sallanan, düşme tehlikesiyle karşı karşıya olan bendim. Kaybedecek çok şeyi olan bendim. “Halil bey, ben sizinle ne konuşabilirim ki?” Babam, babasını öldürmüştü. Yirmi sene önce olan bu olay, annemle benim kurtuluş biletim olsa da kaçak hayatı yaşamıştık yıllarca. Bir noktada babamın olmadığı, kendi kendimize yettiğimiz bir hayattı ama yıllarca Aslanlı’lardan kaçmıştık da. İntikam hırsı ile kapımıza dayanacakları, canımızı almak için karşımıza çıkacakları o günden hep korkmuş ve sonuç olarak yıllarca oradan oraya sürüklenmiştik işte. Aslında ne annemin bir suçu vardı ne de benim olanlarda bir rolüm vardı. Babam, kötü bir adamdı. Hayatı boyunca yanlış kararlar almış, annem ve bana eziyet etmekten asla çekinmemişti. Sonunda neden olduğunu bilmediğimiz bir sebepten can almış, kendini hapiste bulmuştu. Günün sonunda da canından olurken bizi varlığı gibi yokluğunun da zahmeti ile baş başa bırakmıştı. Bizim suçumuz neydi? Yoktu. Ne annem ne de ben bu hikayede bir yerdeydik. Ama acı çeken, kaçan biz olmuştuk. Aslanlı ailesi bizim de sonumuz olacak diye korkarak geçen yıllar ve bitmek tükenmek bilmez bir göçebe hayatı vardı elimizde kalan. Bazı adamların varlığı bir dert, yokluğu ayrı bir dertti ne yazık ki. “Bilmem, buluruz konuşacak bir şey. Mesela babalarımızdan bahsedebiliriz.” Korku, yeniden kendine bir yol bulup beni ele geçirmeye çalışıyordu. Az önce heyecanlanan, aptal bir gülüşte kaybolan o kızı bir köşeye sindirmişti. “Benim diyecek bir sözüm yok o konuda.” Sırtım buz gibi terleşmişti. Belki de ecel terleri döküyordum. Oda çok küçük geliyordu artık bedenime. Ne yapacağıma, buradan nasıl kurtulacağıma dair tek bir fikrim bile yoktu. Aklıma gelen tek şey yalvarmak, karşımdaki adamdan merhamet istemekti. Onu da gururum henüz izin vermediği için susuyordum. “Aksi gibi benim de diyecek milyon tane cümlem var.” Oturduğu yerde doğruldu. Az önceki alaylı tavrının aksine bir ciddiyet vardı tavırlarında şimdi. Bakışları, ruhumu görmek ister gibi gözlerime sabitlendi. “Kahveni iç. Konuşacak çok şeyimiz var daha,” derken emreden tavrına bu kez sinir olmadım. Vücudum otomatik olarak hareket etti, buz gibi olmuş kahveyi aldı. Tek kelime etmeden, yüzüne bakmaktan bir an olsun vazgeçmeden fincanı dudaklarıma yaklaştırdım. Tadını asla alamadığım kahveyi tek dikişte içtim ve fincanı olması gerekenden daha sert şekilde yerine geri koydum. Boğazımda kalan telveler yüzünden ağzımın içinde acı bir tat oluşmuştu. Ben kahvemi şekerli severdim, acıydı içtiğim. Buz gibi olması da bir diğer eksisiydi. Yüzümü buruşturma isteğime direnip masada duran suyumu aldım ve onu da tek dikişte içtim. “Akıllı kız.” Yanaklarım kızardı. İki kelimenin bedenimde yarattığı anlam çok başkaydı. “Benden ne istiyorsunuz?” “Oraya da geleceğiz, önce birazcık sohbet etmeyelim mi?” Aynı cümleyi ikinci kez kurmuştu. Kafamın içinden geçen bir düşünce sıkılmadan üç, dört kez daha kurabileceğini söylüyordu. İçimden çığlık atmak geliyordu. Benimle oynuyordu sanki. Çaresiz kalmış, kapana kısılmış halim hoşuna gidiyordu. Bir avın, acımasız avcının elimde sıkışıp kalması gibiydi. Masum ceylan olan ben, acımasız avcı olan oydu. Saçma sapan düşünceleri kesip karşındaki adama odaklan artık. Beynimden gelen komut bütün vücuduma bir elektrik akımı olarak döndü. Ben de oturduğum yerde doğruldum, korkak ve pısırık halimi usulca bir yana itip ciddiyetimi takındım. Dışarıdan daha kendinden emin, korkusuz görüyordum şimdi. Dışarıdan sadece ama. İçimde tırnaklarını kemiren, korkuyla titreyen bir kız çocuğu vardı. “Biz yıllar sonra bir araya gelmiş iki tanıdık değiliz Halil bey. Neyim sohbetini yapalım? Tanıdık bile değiliz biz, düşman belki?” Sözlerime ufak bir tebessüm etti. Oturdu yerde rahat bir pozisyona geçti. Bir eli dudaklarını bulmuştu. Baş parmağı üst dudağı boyunca hareket ediyor, gözleri bir an olsun yüzümden ayrılmadan beni inceliyordu. Yoğun, sanki okşar gibi bakışlardı bunlar. Bütün korkularımı bir kenara bıraktırıyor, kalbimi heyecanla çarptırıyordu. Kesik kesik nefesler alıp sakinleşmeye çalıştım. Şimdi, tam burada olmazdı. Karşısında kendimi bırakamazdım. Duruşum değişti, daha dik ve kendinden emin bir şekilde oturmaya başladım. Bakışlarının ağırlığını hissetsem bile üstümdeki gücünü belli etmedim. Birkaç dakika daha inceledi beni, en sonunda çığlık atacak kadar gerildiğim an konuşmayı seçti. “Pekala, madem ısrarla konuya nokta koymak istiyorsun. Senin dediğin gibi olsun öyleyse.” Cümlesi biter bitmez telefonunu aldı. Bana bakmaktan vazgeçmeden tuşu açtı, ekrana bakmak için çaba harcamadan bir şeyler yaptı ve kulağına götürdü. Gözleri bir an olsun yüzümden ayrılmamış bir şekilde birilerini aramıştı ve karşı taraftan ses geldiği an emrini vermişti. “Başlıyoruz.” Tek kelime ama bütün vücudumda deprem etkisi yaratacak kadar güçlü. Neye başlıyordu? Cevap için çok beklemem gerekmedi. İçinde bulunduğumuz odada tanıdık bir melodi yankılandı. Kendi telefonunu cebine koyan Halil, “Buna cevap vermek isteyebilirsin,” diyerek cebimi işaret etti. Usulca cebimden çıkarttım telefonumu. Ekrana baktığımda gördüğüm isim ile kaşlarım çatılırken soru dolu bakışlarım bir ekran bir Halil’in yüzü arasında gidip geldi. “Aç hadi,” diyen sesi dinleyip açtım. “Dila, iyi misin kızım?” Annemin sesi titriyordu. “Anne, ne oldu?” Sorum karşımdaki adamı da kapsıyordu aslında. “Dila,” yutkunma sesi doldu kulaklarıma. “Bizi buldular kızım.” Ses gitti. Gözlerim yerlerinden çıkmak ister gibi kocaman açılırken muhtemelen kapanmış olan telefonumu indirdim. Boğazımı sıkan bir yumru ile kaldım. Ne olduğunu çok iyi biliyordum. Dolu dolu olmuş bakışlarım karşımdaki adama yöneldi. Yer ayaklarımın altından kayıyor gibi hissediyordum, oturuyor olmam iyi bir şeydi. “Anneme bir şey yapmazlar değil mi?” Sesim titriyordu. Bütün vücudum titriyordu. “Yapmazlar. Sen ne kadar uslu bir kız olursan annen de o kadar rahat eder.” İsyankâr bir damla usulca yanaklarımdan kayarken, “Olacağım. Çok uslu bir kız olacağım. Yeter ki anneme dokunmasınlar. Onun bir suçu yok ki hem. Lütfen, anneme bir şey yapmayın,” diyerek yalvarır gibi konuştum. Tam olarak gururumu bir kenara bıraktığım o kısma gelmiştim. Utanmadan ağlıyor, annemin hayatı için yalvarıyordum. “Merak etme, annene bir şey olmayacak.” İnandım ona. Tanımadığım, soyadı yüzünden korktuğum adama güvendim. “Ne istiyorsunuz peki benden?” Ağzımdan bir hıçkırık kaçtı. Sorum, o hıçkırığın arasında kaybolıp gitmişti. “Aramızdaki kanı temizlemek. Bunun içinde bana yardım etmen lazım.” Anlatmaya başladı. Bana bir ömür gibi gelen sürede sıraladı bütün planını. Mantığım asla yapamayacağımı söylerken sessizce dinledim her bir cümlesini. Sonunda mantıklı bir cevap alamadığım sorular denizinde boğuldum söylediği her sözle. Ne yapacaktım, sorusu bir seçenek değildi benim için. Annem eline geçtiği an benim bir seçim yapma şansım ortadan kalkmıştı. “Eee, ne diyorsun? Kabul ediyor musun?” Etmiyordum. Böyle bir şeyi yapmak gibi bir niyetim asla olamazdı. Ancak konu benim isteklerim olmayı bırakmıştı artık. Annemin hayatı söz konusuydu. Onun yaşamasını sağlamaktı bitince mesele. Kurumuş dudaklarımı ıslattım. Ellerimi önümde sabitledim ve zorla cevapladım bana sorulan soruyu. “Kabul ediyorum.” ** Ağzımdan çıkan onayı duyduğu an kalkmıştı oturduğu yerden. Bütün hayatımı etkileyecek bir konuşma değil de kârlı bir iş anlaşması yapmışız gibi duruyordu. En resmi hâlini takınmış hâlde bana elini uzattı. “Kalk, gidiyoruz,” derken az önceki hâlinden eser yoktu. Kaşları çatılmış, gözleri ruhumu paramparça ediyordu sanki. Bedeni üstüme bir gölge gibi düşüyor, nefes almamı imkansız kılıyordu. “Hadi, kalk hadi.” Uzattığı eli salladı. “Bütün gün seni bekleyecek kadar sabırlı bir adam değilim ben.” Bir an içimdeki asi kız çocuğu kendini gösterdi. Uzattığı eli görmezden gelip kendi imkanlarımla kalktım oturduğum koltuktan. Eli aşağı indi, dudakları kıvrıldı. Ben kendimle gurur duyuyorken o, eğlenmiş gibiydi. Tavrı sinirlerimi bozdu. Başımı kaldırdım, çenem inatçı bir açıyla havalandı. “Bir gün uzattığım eli tutmayı öğreneceksin.” Tam olarak anlamamıştım sözlerini. Soru işareti dolu bakışlarım yüzüne sabitlenmiş hâlde, “Ne demek o?” diye sordum. Tabii ki beni umursamadı. Geçiştiren bir omuz silkmesi ile cevaplayıp yürümeye başladı. “Çok soru soruyorsun Dila. Bazı cevapları yaşayarak alacaksın zaten.” Toplasam bir saattir tanıyordum ama şu ukala hâli bütün sinir sistemimle oynamayı başarmıştı. “Hadi git üstünü değiştir, kişisel neyin varsa da yanına al. Çetin abi çıkış işlemlerini halletti, ayrılmadan imzalarsın sen de.” Anlattığı şeyler benim bütün hayatım değil de sıradan bir anlaşmanın maddeleriydi sanki. Sırtı bana dönük halde kapının önünde duruyordu. Umursamaz bir şekilde bekliyordu. Ellerim iki yanımda yumruk oldu. Kısa tırnaklarım avuç içlerime batarken boğazımdan yükselen hırıltıyı duydum. Öfke… Bir pençe gibi delip geçmişti bedenimi. Göğsümde izlerini bırakmış, doğruca beynime ulaşmıştı. Vücudum bu ani saldırı ile daha çok titrerken dilimi ısırdım. Annem elindeydi, saçma sapan bir hareket yapmam demek onun hayatını tehlikeye atmam demekti. “Bir gün gelecek bugünün hesabını soracağım senden. Bir gün Halil Aslanlı, burnundan geleceğim. Bugünün intikamını alacağım senden.” Tek bir cümlemi dâhi inanarak söylememiştim. Yine de sözler beni rahatlamış, intikam alacağım düşüncesi beni mutlu etmişti. Odadan hışımla çıktım. Patronum kapının önünde bana bakıyordu. Tek kelime etmedi, yüzümü birkez inceleyip içeri, o adamın yanına girdi. Dişlerimi sıktım. Canım acıyordu. Yıllarca kaçtığım kaderim beni tam bitti, dediğim anda bulmuştu. Elimden gelen sadece bana söyleneni yapmaktı. “Bende Dila’ysam bir gün bunun hesabını soracağım. O Halil Aslanlı denen adam pişman olacak karşıma çıktığına.” Söylene söylene, içimden belki de tutmamın imkanı olmayan yeminler ederek üstümü değiştirdim. İstediği şey, anlattığı plan çok saçmaydı. Aramızdaki kanı, benim yanımda çalışmam temizlemeyecekti. Birlikte Kapadokya’ya gitmemiz işlerş daha da karıştırmaz mıydı? Halil Aslanlı, benden yardım istiyordu. Onunla Kapadokya’ya dönmemi, ailesinin karşısına çıkmamı ve kefaret olarak da yanında çalışmamı istiyordu. Bu noktaya kadar her şey tamamdı. Ancak mantığıma oturmayan bir nokta vardı ki, yanında çalışmamın geçmişimizi nasıl temizleyeceği? Bu planda bir şeyler vardı, bilerek anlatılmamış, altı doldurulmamış bir yan vardı. İçimden bir ses o söylenmeyen kısmın benim canımı çok yakacağını söylüyordu. En fazla iki saattir tanıdığım adamın yanına gitmeden önce dolabımı da boşaltmayı ihmal etmedim. Aptal değildim, bir daha buraya dönme hayalleri kurmadım. Günün sonunda Halil Aslanlı’nın elinden kaçsam bile bir daha Ankara’ya dönmem söz konusu değildi. Kafamın içinde binlerce soru, önümde asla ne olacağını kestiremediğim bir gelecek ile çıktım yıllarca üstünü değiştirdiğim odadan. Bir bilinmeze doğru usul usul ilerledim. Ayaklarım beni zorla taşıyordu. İnsanın ruhu ağır gelir miydi? Benimki geliyordu. Bedenimdeki en ağır yük, ruhum olmuştu. Taşımak bir külfet, altında ezildiğim bir yüktü. “Çıkalım.” Patronumun odasına yeniden girdiğimde tek kelime ile karşıladı beni. Benden bağımsız ayarlanmıştı her şey. Bir oyunun piyonu olarak bana söyleneni yaptım. “Arabaya bin.” Sanki tasmalı köpeğini yönlendiriyor. İçimden söylediklerimin aksime dışımdan sessizdim. Buyurgan sesine gözlerimi devirme isteğine direnerek yıllardır çalıştığım yerin karşısında bekleyen arabaya bindim. Boğazım son düşündüklerim ile düğümlendi, gözlerime yaşlar doldu. Kendimi, bu konuya daha sonra üzüleceğimi söyleyerek sakinleştirdim. Kafamın içinde dertlerimi bir sıraya koymuştum. Hepsinin bir zamanı vardı. Bugün önceliğim anneme kavuşmak, sonrasında da Halil denen adamdan kurtulmaktı. Üzüleceğim meseleler şu anda kafamın içindeki bir kutuya hapsedilmişti. Araba hareket ettiği an beynimin içi olası planlar yapmaya başlamıştı bile. “Sessizsin.” Yaklaşık yarım saatir ilerliyorduk. Bundan sonra ne olacağına dair milyonlarca sorum ama karşılığında verecek tek bir cevabım bile yoktu. “Konuşmayacak mısın?” Konuşmayacaktım. Küçük bir kız çocuğu gibi anlamsız bir sessizlik yemini etmiştim. Karşımdaki adam beni ne kadar tanıyordu? Cevap belliydi yine de içimde bir yer, anlamsız bir şekilde tavır alıyordu. “Pekala ama yolumuz uzun. Bir noktada sıkılacaksın.” Kaşlarım çatıldı. İçimden ne geçerse geçsin kollarımı bağlayıp yolu izlemeye başladım. Araba nereye gidiyordu, hiçbir fikrim yoktu. Kafamın içinde yakın arkadaşım olmuş milyonlarca soru ile olduğum yerde oturmaya devam ederken gözlerim kapandı. Ne zaman olduğunu bilemden uyuyakaldım. “Hoş geldiniz abi.” Kulağıma dolan seslerle uyandım. Boynum, cama dayalı halde uyumuş kalmıştım. Ağzımdan acı dolu bir inilti çıktı, usulca boynumu tuttum. Gözlerim, etrafımı tararken nerede olduğumu çözmeye çalışıyordum. Halil, arabanın dışında koruması olduğunu tahmin ettiğim bir adamla konuşuyordu. Sessiz olmaya dikkat ederek çantamdan telefonumu çıkardım, saati kontrol ettim. Öğleden sonraya geliyordu. Aklıma bir an polisle irtibata geçmek geldi ama hemen vazgeçtim. Karşımdaki adam güçlü bir ailenin oğluydu. Polisin bana yardım edeceğini düşünmek aptallık olurdu ancak. Üstelik annem de ellerindeydi. Etrafımı taramak için telefonu çantama geri koydum ve usulca kapıyı açtım. Sessiz olmaya dikkat ederek dışarı çıktım. Ancak iz peşindeki bir tazı gibi Halil’in gözleri anında beni buldu. “Günaydın,” derken yüzünde bir gülümseme vardı. “İçeri girelim mi?” Bir cevap vermedim. Gözlerim çevremi taramaya başladı. Uçsuz bucaksız bozkırın ortasında, vaha gibi bir evin önünde duruyordum. Tahminime göre Kulu taraflarında bir yerdi burası. Etrafımızda ne komşu ne ses vardı. Tel örgülerle çevrili bir arazinin sonunda, küçük ama derli toplu bir bağ evi tarzı bir yerdi burası. “Dila,” diyen sese döndüm. Adımı söyleyişindeki o tınıya takılmadan yüzüne baktım. Bana hemen önümüzdeki evi işaret ediyordu. Tek katlı bu evin, kiremit çatısı yeni değişmiş gibiydi. Duvarları açık bej renkteydi, birkaç sarmaşık pencere kenarlarına tırmanmış, çiçek açmıştı. Bahçesi bakımlıydı; bir tarafında üzüm bağları, diğer ucunda birkaç meyve ağacı, minik bir sebze bahçesi bile vardı. İç Anadolu’nun kurak ikliminde böyle bir bahçe nasıl olmuştu da ayakta kalmıştı? Bir an çok fazla mı uyudum diye düşünmeden edemedim. Ben, Kulu taraflarında olduğumuzu varsaymıştım ama belki de Nevşehir’e gelmiştik. Yolu uzatmak yerine direkt gideceğimiz rotaya ilerlemiştik? “İçeri girmek ister misin?” Bakışlarım Halil’e döndü. Tepki vermeden yüzüne baktım, sonra da arabanın yanından ilerledim. Etrafımızdaki arabalara dikkat etmedim ancak kapıda iki koruma duruyordu; fazla konuşmuyorlardı ama gözleri sürekli üzerimdeydi. “Görünüşe göre sessizlik oyunumuz devam ediyor,” diyen Halil’i görmezden gelip eve girdim. İçeri girdiğimde beni karşıladığı ilk şey, temiz sabun kokusuydu. Duvarlar badanalı, mobilyalar sade ama evin içine uyumluydu. Ferah bir görünümü vardı. Her şey yerli yerindeydi ama dış kapının kapanma sesini duyduğum an, içimdeki her şey sustu. Bu ev güzeldi, evet. Ama benim için bir kafesten farksız görünüyordu. Bakışlarım hemen annemi aradı. “Boşuna bakma, annen başka bir yerde tutuluyor. İkiniz bir araya gelmeden önce biraz daha bekleyeceksin.” Sözleriyle sessizlik yeminimi unuttum. Bakışlarım saatler sonra ilk defa yüzünü bulurken, “Ne demek başka yerde? Annemin yanına gitmek istiyorum ben,” diyerek isteğimi belirttim. “Üzgünüm küçük hanım, biraz daha beklemen gerekiyor onun için.” Sanki ben havaya konuşmuşum gibi yanıma geldi. Çantamı elimden aldı, içinden telefonum ve kimliğimi çıkardı ve kendi cebine koydu. “Ne, sen ne yapıyorsun?” “Kefaretini ödemeye başlayana kadar burada seni esir ediyorum. Sonrasında anlaşmamış başlıyor zaten.” Şaşkın bakışlarıma aldırmadan çekti gitti. Telefonum ve kimliğim olmadan orada kalakalmıştım. Saçma sapan bir kefaret oyunu, daha saçma bir kaçırma ve sonuç. Bilmediğim bir yerde, sadece adını bildiğim bir adamın tutsağı olmuştum. Hızla Halil'in arkasından kapıya koştum. Niyetim bu kabustan kurtulmaktı ancak kapıyı açtığım an önündeki izbandut gibi adam ile olduğun yerde kaldım. "Dışarı çıkazmasınız Dila hanım," diyen adam hareket etmeme izin vermiyordu. "Nasıl ya? Hapishanede mi burası?" "Özür dilerim efendim ancak Halil beyin kesin talimatı var," diyen adama sinirle bakıp kapıyı yüzüne kapattım. Çığlık atmak istiyordum. Bilmediğim bir yerde, ne olduğunu anlamadan kalmıştım öylece. Telefonum yoktu, dışarı bağlantı kurmam imkansızdı ve dışarı çıkamıyordum. Neyin içine düşmüştüm ben böyle? ***
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD