“Kalbim; sen bir şehir olsaydın,
Kimse uğramasın isterdim sana.”
-Anonim
Dila
Bu evde esirdim. Çıkmam, imkansızdı ancak kaçmaya çalışmak da bir o kadar imkânsız görünüyordu. Halil'in sözleri kafamın içinde yankılanırken kalmıştım öylece. Tenim karıncalanıyor, midem bulamıyordu. Yıllar önce, hiçbir suçunun hatta katkımın olmadığı bir olayın kefaretini ödemek bana mı kalmıştı yani? Babam olacak adamın yediği bir haltın sonunda yine annem ve ben zorda kalmıştık.
“Allah kahretsin.” Elimdeki çantayı fırlartım. Aldığım hızlı nefeslerle göğsüm bir körük gibi yükselip alçalıyordu. Gözümün önünde kırmızı noktalar dönüyor, önüme gelen her yeri dağıtmak istememe neden oluyordu.
Ne yapacaktım?
Kafamın içi bomboştu. Birbiri ardına düşünceler yumağı vardı ama asla bir sonuca bağlanmıyordu. Kendimi mantıklı düşünmek için zorladım. Bedenimi zorlamanın, yumruk olmuş ellerimdeki hıncın bana bir faydası olmazdı. Gözlerimin önümdeki sis perdesi açılana kadar usulca aldım nefeslerimi. Bir meditasyon yapar gibi kendimi sakinleştirmeye başladım.
“Buradan illa çıkacaksın Dila.” Ellerim, avuçlarım yere bakacak şekilde havada asılıydı. Aldığım nefesi ağzımdan verdim.
“Anneni kurtaracaksın.” Ellerimi yukarı kaldırdım ve bu burnumdan aldığım derin bir nefesi ciğerlerime çektim.
“Kendin de buradan kurtulacaksın.” Avuçlarım yere bakarken ağzımdan verdim. Bir yerde nefesin insan için en büyük şifa olduğunu okumuştum. Kıymetini bilmediğimiz, her gün alıp verdiğimiz ve belki de hak etmeyen insanlar için harcadığımız bu nefes aslında bizlerin en büyük nimetiydi. Üstelik de bize bir hediyeydi. Bunaldığınızda, üzüldüğünüzde ya da sinirlendiğinizde en büyük şifa nefesti. Maddiyat boyutu olmadığından belki de insanlar hiç çekinmeden harcıyorlardı.
Kendime gelirken çevremi daha iyi tarıyordum artık. Sessizlik bir çığ gibi üstüme çökerken önce kapıya gittim. Ufak sinir krizim esnasında gittiğine emin olsam da bir ihtimal Halil’i bulmaktı niyetim. Ancak kapıyı açtığım an karşıma yine aynı adam çıktı.
“Dila hanım,” derken sesi sertti. Bakışları yüzüme odaklanmış, kapının çıkışı ile aramda duruyordu.
“Sizde kimsiniz? Az önce de geçmeme izin vermediniz. Çekilin lütfen, çıkacağım.” Elbette çekilmedi. O kadar toy muydum ben? Karşımdaki adamın beni içerde tutacak koruma olduğu çok belliydi. Çatılı kaşlarım kapıyı kaplayan adama takıldı. Yerinden kıpırdamak gibi bir niyeti yoktu. Üstelik benim çıkmamı engelleyecek şekilde duruyordu.
“Özür dilerim ancak söylemiştim size, çıkamazsınız.” Sözlerini arkasında bağladığı elleriyle destekledi. Geçişin olmadığını net belli ettiği duruşu da eklenince olduğum yerde çığlık atma isteğimi bastırdım. Dişlerimi sıktım, gözlerimi yumdum. Nerede olduğumu bilmediğim bir yerde, kervan geçmez kuş uçmaz bir yerde olmam yetmiyormuş gibi bir de bu yabancı evde tıkılı kalmıştım. Ne kadar denersem deneyeyim buradan çıkmam imkânsız duruyordu.
“Söyle o patronuna, bu bilinmezlikten kurtulacağım. Ayrıca anneme bir şekilde ulaşacağım ve onun beni bulamayacağı bir yere gideceğim.” Sağ elimin işaret parmağı ile omzunu dürtüp içeri girdim. Etkimi göstermek için kapıyı da çarpmıştım. Sözlerim ve tepkim kuyruğumu dik tutmak içindi ancak boku yemiştim. Nasıl çıkacağımı bilmediğim bir labirentte sıkışıp kalmıştım.
“Sakin ol Dila. Önce mantıklı bir şekilde düşünelim.” Sözlerim boş koridora çarptı, bana tekrar döndü. Yeniden kafamın içinde kaybolmamak için mantıklı düşünecektim. Aldığım derin nefeslerle öfkemde kaybolmak yerine kafamdan mantıklı bir plan uygulamak için yere attığım çantamı aldım ve daha fazla düşünmeden evin içine adım artım. Bir çıkış yolu bulacaktım. Beynimin içinden olası milyonlarca plan geçerken usulca gözlerim çevremi taramaya başladı. Ev, dışarıdan bakıldığında derli toplu bir bağ evi görünümündeydi ama içinde başka bir düzen, başka bir dünya vardı. Sanki özenle seçilmişti bu ev, ne çok lüks, ne de fazla sıradan. Tam kararında.
Evin içine girdikçe ferah bir alan karşıladı beni. Salonun ortasında eski usul bir taş şömine vardı, yanmamış ama temizdi. Duvarlarda birkaç sade tablo asılıydı, çoğunlukla Kapadokya’nın siluetini andıran pastel renkli manzaralar vardı o tablolada. Sol duvarda, tavana kadar uzanan bir kitaplık çarptı gözüme. Raflarda sadece romanlar değil, birkaç ansiklopedi, bir satranç takımı, bir de defterler vardı. İçerisi tam bir düzen içindeydi ama sıcak bir kişiliği yok gibiydi. Donuk bir düzendi bence. Aitlik hissi vermeyen gereçler vardı sanki sadece. Yol üstünde uğrayacak bir durak gibiydi ev, ruhsuz ve kimsesiz.
Derin bir nefes bırakıp usulca ilerledim. Cam kenarında, geniş bir pencere önü sediri vardı. Üzerine kırmızı ve toprak tonlarında minderler atılmıştı. O sedire oturup dışarıyı izlemek mümkündü; havanın akışını, mevsimin geçisişini, gece ve gündüzü hatta arada bir uçan bir kuşu… Ama dış kapıdaki ve avlu boyunca dağıldığına emin olduğum korumalar bana bir şeyi vurguluyordu: Burada özgür irademle tutulmuyordum. Bu da bütün keyif alma isteğimi baltalıyordu. Evin içindeki detaylar bile keyfimi yerine getirmekten uzak kalıyordu.
Salondan çıktım. Bir çıkış yolu bulurum umudu ile evin içinde gezinmeye başladım. Hemen sağdaki kapıdan içeri baktığımda mutfağa girmiştim bile. Mutfak genişti. Her şey yerine yerleştirilmiş, kullanılmaya hazırdı. Dolap kapakları ceviz ağacındandı. Ocak eski ama sağlam duruyordu. Lavabonun üstündeki pencere, bahçedeki meyve ağaçlarına bakıyordu. Ağaçlar arasında küçük bir fıskiye bile vardı. Mevsim geçişine hazırlıksız yakalanan birkaç ağaç usulca meyve vermeye çalışıyordu. Dışarıdaki yalancı güneşe aldırmıştı bu ağaçlar. Tıpkı benim gibi toy davranmış ve sonucunda cezasını çekmeye mahkum olmuşlardı.
“Bu kadar acele etmeseydiniz keşke. Dallarınız kırılacak sonra.”
Yarın ne olacağını bilmeden, belki benim de dalımın kırılacağı gerçeğini görmezden geldim. Panik, içimde kendine bir kapı bulduğunda çıkmaya hazırdı. Karın boşluğumda bir sis bulutu gibi bekliyordu. O pençelerini bana geçirip bedenimin kontrolünü almadan ben silkelenip kendime geldim. Mutfaktan çıktığımda koridorun sağında kalan ilk odaya girdim. Burası bir yatak odasıydı. Sadeydi. Büyük bir yatak, üstünde de beyaz örtüler ile karşılıyordu insanı. Sanki sahipsiz olduğunu belli eder gibi temiz ve kokusuzdu. Sıkışıp kaldığım çıkmazda ruhsuz bir diğer unsurdu sadece.
Yatağa bakmaya daha fazla dayanamadım. Usulca hemen solumda kalan pencereyi açtım, bozkırın kokusu geldi burnuma. Ama tel örgüler ve gezinen korumalar o kokunun bile içime işlemesine izin vermedi. Bu bilinmezlikten aklımı yitirmeden nasıl çıkacaktım ben?
**
Akşama kadar kendimi oyalamaya uğraştım. Evi gezdim, mutfakta uğraştım, uyumaya bile çalıştım. En sonunda kapı açılıp Halil içeri girdiğinde rahatladığımı hissetmiştim. Biraz daha bu dört duvar arasında kalsaydım sıkıntıdan ve aklımdan geçip duran düşünceler yüzünden patlayacaktım.
“Sonunda gelebildin.” İçeri adımını attığı an huysuz bir sesle konuştum.
“Birileri beni özlemiş sanırım.” Dudakları kıvrılmış hâlde elindeki poşetleri bıraktı.
“İnanır mısın, biraz daha gelmeden hasretinden hastanelik olacaktım.” Alaylı sözlerime gözlerini devirdi. Dudaklarındaki gülümseme yerli yerindeydi. Kendi kendime olduğu müddetçe söylemem de sıkıntı yoktu bence. Halil Aslanlı çok yakışıklı bir adamdı. İçimde anlamsız bir heyecan, kalbimde bir teklemeye neden olacak kadar yakışıklıydı hem de. Güldüğü zaman kısılam gözleri karnımı heyecanla ağrıtmıştı. Dudaklarının kenarında çokan çizgiler yüzünden parmaklarım karıncalandı, o çizgilerde tek tek gezinmek istedim. Güzel adamdı Halil Aslanlı. Bir vitrine koyup sıkılmadan izlenebilecek kadar güzel ya da karnımda toplanan ve aşağılara doğru hareket eden kıvılcımlar kadar yakışıklı.
Kendine gel Dila, diyen ve beni kendime getiren azarlayıcı bir ses ile toparlandım
“Üzülme, geldim işte. Sadece senin için.” En son cümlesinden sonra göz kırpmıştı. Yemin ederim yumurtalıklarımdaki o patlamayı hissettim. Kırptığı gözü sanki bir ok attı ve kalbimi tam ortadan vurdu. Kulaklarım kızarmaya, nefes alışverişim hızlanmaya başlamıştı. Tutku olduğunu bildiğim o duygu heyecanla birleşiyor ve nefesimi kesiyordu.
O beni kaçıran adamdı. O annemi bir yerde tutuyordu. Benim babam, onun babasını öldürmüştü ve biz düşmanlık. En önemlisi de bana ne yapacağından hiç emin değildim.
Kendi kendime aynı kelimeleri tekrarladım. Bu tekrar belli aptal kalbimi ya da sıkışan midemi kendine getirirdi. Saçma heyecanımı, gereksiz romantikliğimi durdururdu. Çok olmasa da işe yaradı. En azından artık saçma sapan düşüncelerim yoktu. Kendimi toparladığıma inandığım an son söylediğine cevap vermek yerine başka bir soru sordum.
“Bunlar ne?” Elindeki poşetleri işaret ettim.
“Tanıştırayım, poşet. Dila, poşet. Poşet, Dila.”
İğrençti ama dudaklarımın kıvrılmasına mani olamadım. Kendimi zorlayıp en ciddi halimi takındım. “Ha ha ha, komik misin sen?”
“Güldürdüğüne göre komiğim.”
Ben bu adamla baş edemezdim. Ellerimi pes eder gibi yukarı kaldırdım. “Tamam, sen kazandın. Ben ısrar etmiyorum daha fazla.”
Sözlerime bir kahkaha attı. O kadar normal ve sakin bir hâli vardı ki ister istemez yine heyecanlandırmıştı beni. Allahın belası o çizgiler ve genizden gelen erkeksi sesi yüzünden benim kendimi toparlamam imkansızdı zaten. Birkaç saattir tanıdığım bir adamın beni bu kadar heyecanlandırması normal miydi?
O sorunun cevabına hiç uğraşma Dila, diyen beynime katıldım.
“Çabuk pes ediyorsun Dila Yeşil. Bu huyunu sevmedim. Kendi doğruların için sonuna kadar savaşmalısın.”
Neden böyle ciddi bir şey söylemişti? Üstelik tavırları da ciddileşmişti.
“Aramızdaki ufak bir konuşmanın bu kadar hayati bir şeye neden döndüğünü anlamadım ama aklımda tutarım bu sözleri. Hatta şimdiden uygulamaya başlıyorum tavsiyeni. Annemi istiyorum ben.”
“Üzgünüm, henüz değil.” Elindeki poşetten bir şeyler çıkarmaya başladı. Burnuma dolan kokular mideme ulaştığı an acıktığımı hissetmiştim. Karnım guruldadı, sabah annemle yaptığım kahvaltıdan sonra bir şey yemiştim.
“Otur, yemek yiyelim. Acıkmışsındır.” Acıkmıştım ama yemeyecektim. Bu adamın karşısında ortaya çıkan bambaşka bir benliğim vardı, yine kendini göstermişti. Kollarımı bağladım, kaşlarım çatıldı ve çenemi yukarı kaldırdım. “Hayır,” derken en inatçı ve aman vermez sesimle konuşuyordum.
“Yemeyeceğim. Önce bana annemi getir. Ayrıca telefonum ve kimliğimi de istiyorum. Kimliğimle ne yapacaksın Allah aşkına?”
“Otur, Dila. Yemek yiyelim.” Karnım daha şiddetli guruldadı ancak inat etmiştim, benim istediğim olacaktı.
“Yemeyeceğim. Soruma cevap verene ve annem ile bir araya gelene kadar aç kalacağım.”
Sözlerimi çatılı kaşlarla karşıladı. Elindeki poşetleri boşaltmayı bitirmişti. İki kişilik kebap, ayran ve en sevdiğim tatlı olan künefe vardı masada. Ağzımın suları akıyor, karnım ısrarla guruldamaya devam ediyordu. Ama inat etmiştim bir kere.
“Dila, güzellikle diyorken otur ve yemeğini ye. Açsın işte, neyin inadı bu hâlâ, anlamadım.”
Ayaklarımı küçük bir kız çocuğu gibi yere vurdum. “Yemeyeceğim tamam mı? Otur kendin ye.” Arkamdan adımı söylemesine aldırmadan yataklı odaya geçtim. Kapıyı hışımla çarpıp kapattım ve yatağın üstüne uzandım. Gözlerim dolmuştu. Annemi istiyordum, bu sabahki hayatıma geri dönmek istiyordum. Burada sıkışıp kalmak değil. Gözyaşlarım yanaklarıma damlıyordu.
“Lanet olsun Dila, neyin inadını yapıyorsun?” Kapı sertçe açıldı, Halil’in sinirli sesi odaya doldu. Bakmadım, tepki vermedim. “Dila, bir şey demeyecek misin?” Omuz silktim sadece. Arkamda bir şeyler mırıldandı. Yatağın bir köşesi çöktü. Adımı yeniden söyledi. Ne zaman adımı söylese, sesine ve söyleyiş şekline karşı bir heyecan hissetmeye başlamıştım? Cevabını bilmediğim bu soruyu geçiştirdim. Derin bir nefes aldı, yeniden adımı söyledi ancak devam etmedi cümlesine. Odada yankılanan telefon sesi ile küfür olduğunu tahmin ettiğim bir şeyler mırıldandı. Telefonunu cevaplayıp odadan çıktı.
“Dila, benim gitmem gerek.” Yeniden odaya girmesi beş dakika sürmemişti. Bir tepki vermeden yatmaya devam ettim. “Sikeyim böyle işi. Tamam, cevap verme anasını satayım. Ben gidiyorum, sen de burada hapissin. Geldiğimde konuşacağız.” Gittiğini sandığım bir süre kadar sessiz kaldı. En sonunda bir nefes sesi ilişti kulağıma. “Ben gittikten sonra yemeğini ye. Anneni yanına getirmelerini söyleyeceğim.”
Son sözlerinden sonra yüzünü ona döndüm. Yanaklarım ıslanmış, burnum kızarmıştı ama umursamadan yatakta doğruldum ve yüzüne beklentiyle bakmaya başladım.
“Ağlama artık, git yemeğini ye. Bir saate gelir annen.”
Sözlerini heyecanla başımı sallayarak onayladım. Bir süre beni izledi. En sonunda pes eder gibi bir nefes verdi ve odadan çıktı.
Başarmıştım, Halil Aslanlı karşısında ilk savaşımı kazanmıştım. Bundan sonra neler olacaktı, bir cevabım olmasa da gelecek günlerde kazanan yine ben olacaktım.
**
Bir hafta sonra
“Emin misin kızım? Sence bu plan işe yarayacak mı?”
Anneme baktım. Korkuyu gözlerinde görebiliyordum. Ben de korkuyordum ama bunu yapmak zorundaydık. Bu evden ancak böyle kurtulabilirdik.
“Yarayacak anne. Onları kandırıp ancak böyle kaçarız.”
Çok ikna olmuş gibi durmasa da sessizce onayladı beni.
“Sen öyle diyorsan…”
“Öyle diyorum annecim.” Yanaklarını sıktım, çocukluğumda yaptığım gibi sesli iki öpücük bıraktım o yanaklara. İkimizinde yüzünde kocaman bir gülümseme oluşurken ayrıldık birbirimizden. Eski günlerde olduğu gibi saçlarımı okşadı, dizlerine yatırdı. Anne çok başkaydı. Bir annemin olması bambaşkaydı. Gerçekten de analı kuzu, kınalı kuzuydu. İlkokulda okuduğum zamanlar bir arkadaşımın annesi vefat etmişti. Okulun en temiz, en düzenli kızıyken bir anda kaybolmuştu o çocuk. Sadece bir yıl okuduğum o okulda adım adım değişmişti o arkadaşım. Üç ayda önce beline kadar olan saçları gitmişti sonra hep getirdiği çeşit çeşit beslenmesi. O kız bambaşka birisine dönmüştü, usul usul yok olmuştu sanki. Annesiz kalmanın nasıl bir şey olduğunu adım adım görmüştüm o zaman.
Yüreğime huzur veren kokusunda dinlendim. Dizlerinim rahatlığında gözlerimi kapatıp saçlarımı okşayan ellerine teslim oldum.
“Dila, kaçmayı başarırsak nereye gideceğiz?”
Bu soruya verecek bir cevabım yoktu ne yazık ki. Son bir haftayı önce anneme ulaşmak sonra da onunla bu evden kaçmak üstüne planlar yaparak geçirmiştim. Halil Aslanlı, geldiğimiz ilk gün yanımdan ayrılmıştı. Söz verdiği gibi annem ertesi sabah yanımdaydı. Ancak bir daha Halil gelmemişti. Bir yanım, varlığını dinlemediğim, susturmaya çabaladığım bir yanım onu özlediğini söylüyor ve o telefon konuşmasının tam olarak ne olduğunu merak ediyordu ama görmezden geliyordum o kısmı. Sustuyordum bir şekilde.
Annemin dizlerine yatarken geçirdiğim bir haftayı düşündüm. Aynı odada, aynı yatakta yatıyordum annemle. Kapıdaki koruma sayısı aynıydı ancak Halil Aslanlı’ya dair tek bir iz bile yoktu. Kapının önündeki koruma sabit, evin dışındaki korumalar görev değişimi şeklinde çalışıyorlardı.
Dün gece erken uyumuş, gördüğüm bir kabus yüzünden de kalkmıştım. Annemi uyandırmamaya dikkat ederek yataktan çıkıp mutfağa gittiğimde bazı sesler duymuştum ve o an birkaç saat içinde yapmak istediğim kaçma planım devreye girmişti.
“Uyudun mu?” Hayır ama çok yakındım.
“Hıhımmm.” Anlamsız sesler çıkarıp olduğum yerde döndüm. Gözlerim uykulu halde anneme odaklandım.
“Sence, kaçmayı düşünmekle hata mı yapıyoruz?”
Korkulu bir şekilde bakıyordu bana. Alnı kırışmış, saçlarındaki beyazlar birkaç günde artmıştı sanki.
“Annecim,” derken yattığım dizinden doğruldum. Uyuşuk beynim uyku diye yalvarda da kendimi mantıklı cümleler kurmaya zorlayarak gözlerinin içine baktım. Ellerini avuçlarıma hapsettim, okşadım. “Bir bilinmezde beklemektense bir şeyler yapmak daha iyi değil mi? Bize ne olacak, buradan kurtulacak mıyız? Diye düşünerek mi geçsin hayatımız. Biz elimizden geleni yapalım, buradan kaçmaya çalışalım bir.”
Endişeli bakışları hâlâ gözlerimdeydi. Ellerini okşamaya devam ettim. Usulca yaklaştım, anne kokusundan içime çektim ve yanağına bir öpücük kondurdum. Benim de korkularım vardı ancak bu korkuları anneme yansıtmak bizim için çok da iyi olmazdı. Vazgeçmeye hazır haline bakınca sessiz kalmakla çok iyi yapıyordum.
“Dila, bizi ayırırlar diye korkıyorum annem.”
Ben de korkuyordum. En çok bundan korkuyordum hatta. Yine de güçlü en halimi takındım, hiçbir şey yokmuş gibi davrandım.
“Annem, güzel annem. Bir şey olmayacak. Biz dikkatli olursak kimse anlamayacak bile. Gecenin bir yarısı, hiç beklemedikleri bir anda kaçacağız. Bak, bir ikileme düşersek yanlış yaparız. Birkaç saat içinde buradan kaçacağımıza inanalım, gerisini hallederiz.”
Planım belliydi. Nöbet değişimi sırasında kaçacaktım. Kapının önündeki sabit koruma gittikten sonra ortalık sakinleşiyordu. Diğer korumalar kendi hallerinde duruyorlar hatta eve çok dikkat etmiyorlardı. Dün gece birkaç test etmiş, evin etrafında dolaşmıştım. Hiçbirisi dönüp bakmamıştı bile. Gece yarısından sonra çantalarımızı alacak ve bu evden kaçacaktık. Kimliğim ve telefonum hâlâ Halil’deydi ancak bir şekilde kimliğimi yeniden çıkaracaktım.
“Tamam. Sana güveniyorum kızım.”
Annemin sözleri ile derin bir nefes aldım. Bu evden kaçmak için beş saatimiz vardı. Çantalarımızı sabahtan toplamıştık. Şu anda beklemekten başka yapabileceğimiz bir şey yoktu.
“Hadi mutfakta biraz zaman geçirelim. Yiyecek bir şeyler hazırlarız.”
Çocukluğumdan beri en sevdiğim anlar annemle mutfakta geçirdiğim anlardı. Bana yemek yapma aşkını veren de buydu.
“Hmm, ne istiyormuş benim güzel kızım?”
“Düğü çorbası, yanında da divil.” Ağzımın suları akmıştı. Sadece isimleri bile karnımın açlıkla guruldamasına neden oluyordu.
“Sen beni yemeye başlamadan mutfağa gidelim o zaman.”
Sözlerine kahkaha atarak kalktım yataktan. Anne kız kol kola mutfağa ilerledik. “Aşk olsun annecim, seni yersem kim bana yemek hazırlar?”
Mutlu sesi mutfak duvarlarına çarptı. Nerede, ne konumda olursak olalım anne kız yanyana olsak yeterdi işte.
“Hadi bakalım, soğanları doğrayın küçük hanım.”
Dolabın başına geçen annemin verdiği direktifle yemek yapma saatimiz başladı. Gözlerim yana yana soğanları doğradım. Düğü çorbası ve divil çocukluğumdan beri en sevdiğim yemeklerdi. Memleketime hasret olsam da yemeklerine hiç hasretlik çekmemiştim.
“Of çok güzel koktu anne.” Annem, ocağın başında çorbayı bitirmişti bile. Kokusu her yanı saran çorbanın tadına bakmak için çıldırıyordum.
Divile geçtiğimizde artık dayanamayacak hâle gelmiştim. Annem çorbayı yaparken ben, divilin hamurunu yapmıştım bile. Minik minik köfteler haline getirdiğim hamuru annem yağda kızarttı. Üstüne zeytinyağlı özel sosundan yaptığında yemeklerimiz hazırdı.
“Hadi bakalım küçük hanım, ben sofrayı hazırlarken sen de bir salata yap.”
İlk gün fazla fazla yemek yapıp korumalara da vermiştik ancak kibar bir dille onların yemeklerinin dışarıdan geldiğini ve kendimize göre hazırlamamız gerektiğini söylemişlerdi bize. O günden sonra üç günde bir dolaba, yetecek kadar yiyecekle alışveriş poşetleri geliyordu.
“Anne, Konya’ya gidelim mi?” Hazırladığım malzemelerle salata yapmaya başladım. Buradan çıktıktan sonra kendimize bir şehir bulmamız gerekiyordu. Bizi büyük bir şehirde yeniden bulma olasılıkları vardı ancak küçük bir ilçede izimizi kaybettirmemiz daha kolay geliyordu bana.
“Konya nereden çıktı?”
Domates, salatalık, marul, biber, maydanoz ve soğandan oluşan bir çoban salata hazırlamıştım. Hazır olan sofranın ortasına koydum ve anneme dönüp sorusunu cevapladım.
“Tahminimce Kulu’da bir yerlerdeyiz. Buradan sonra en yakın şehir Konya olacak. Halil Aslanlı ve adamlarının da aklına gelecek ilk yer orası olacak ama şöyle bir şey var, bizim daha uzağa kaçacağımızı düşüneceklerdir. Biz Konya'nın bir ilçesinde kendimize düzen kurabiliriz bence. Cihanbeyli çok yakın buraya, orada saklanabiliriz.”
Annem sessizce yerine oturdu. Bir cevap vermek ya da herhangi bir yorum yapmaktan kaçınıp önündeki tabaktan çorba içmeye başladı. Bir noktada bu haline sinirlensem de sessizce ben de yerime oturdum. Çatal bıçak seslerinden başka sesin olmadığı masada yemeklerimizi yedik. Oysa ne kadar eğlenerek yapmıştık bu yemekleri. Aldığım her lokma boğazıma beton dökülmüş gibi oturdu. En sevdiğim yemekler olmasına rağmen zorla yedim.
“Bulaşıkları ben hallederim.” En sonunda eziyet gibi geçen yemek bittiğinde annemin kurduğu ilk cümle bu olmuştu.
“Anne, birkaç saate gideceğiz buradan. Kalsın bulaşıklarda bir zahmet.”
Beni dinlemedi, tabakları lavaboya taşıdı. Sanki bir duvara konuşuyordum. O kadar umursamaz, beni takmayan bir hali vardı ki olduğum yerde çığlık atmak istiyordum.
“Peki, Yurdagül hanım. Senin dediğin gibi olsun.” Bana döndüğü sırtına söylediğim sözlerden sonra mutfaktan çıktım. Bir yerleri tekmelemek, çığlık atmak, olduğum yeri dağıtmak istiyordum. Annemin bu tavırları canımı çok sıkıyordu. Yine de sessizce bir köşeye oturup bekledim.
“Dila, kızma bana annecim.” Annemin yanıma gelmesiyle bakışlarım yüzüne kaydı. Ağzımdan çıkacak sözcüklere çok güvenmediğim için sessizce yüzünü inceledim. “Korkuyorum annecim, anla beni ne olur.” Anlıyordum, çok iyi anlıyordum hem de. Ancak yine de çabalıyordum. Vazgeçmek yerine elimden geleni yapıyordum.
Sessizce yüzünü bakmaya başladım. Bir cevap vermek istemiyordum ki ağzımı açsam söyleyeceklerimden korkuyordum. Çok düzgün kelimeler kurabilecek bir ruh halinde değildim ne yazık ki.
“Pekâlâ, konuşma.” Birkaç dakika içinde salonun ayrı birer köşesine geçmiş oturuyorduk. Saat gece yarısına gelene kadar da kımıldamadık yerimizden. Saat gelince, usulca kalktım. “Gidelim mi artık?” derken kendimden emindim. Tek söz söylemedi, kaygılı gözlerle yüzüme bakıp beni onayladı.
Anne kız, ufak çantamızı alıp kapıya ilerledik. Kalbim, göğsümden çıkmak ister gibi atıyordu. Adrenalin sarmıştı her yanımı. Bir aksiyon filminin en heyecanlı sahnesini yaşıyordum sanki. Gergin bir bilinmezlikte ilerliyor, olumsuz olabilecek her türlü düşünceyi sustuyordum.
“Ben kapıyı açınca sessiz ama hızlı hareket edeceğim. Korumalar ön tarafta olacak, kapıyı kapatmadan arkaya geçeceğiz. Gerekirse parmak uçlarında ilerleyelim ama gürültü yapmayalım.” Fısıltılı bir sesle söylediklerimden sonra anneme baktım. Beni sessizce onayladı. Gürültü çıkarmamaya dikkat ederek açtım kapıyı. Tam planladığım gibi sessizce çıktık kapının önüne. Ancak ondan sonrası hiç de planlarıma uygun ilerlemedi. En azından evden çıkma adımı planlara uygundu. Ancak devamı için aynı şeyi söyleyemezdim.
Sessiz adımlarla evin arkasına geçtiğimizde usulca bir nefes saldım. Neredeyse bitmişti, arka kapıyı açtığımız an buradaki esaretmiz son buluyordu. Ancak elim kilide değdiği an duyduğum sesle olduğum yerde kaldım.
“Nereye böyle?”
***