KARA DALYA 4/1
Billie Eilish|My strange Addiction
•
Melek kılığındaki şeytan değil şeytan kılığındaki melek.
•
1. BÖLÜM
KARA DALYA
Geçmiş
İntikam.
İntikam hırsı tüm insanlığımı tüketiyor. Zihnimi kırılmış, parça parça olmuş acının sivri uçları kanatıyor. Son anlarında ölmemek için yalvarmaları çok acınası. Ölümden kaçış yok, her şeyin bir bedeli var. Benden aldıkları bebeğimin ruhuna karşılık onların ruhları. Zihnime batan sivri uçlar kanı ruhuma akıtıyor. Her seferinde biraz daha deşmeye devam ediyor. Zihnim, ruhum, insanlığım bir ceset kokusunu alabiliyorum. Etten kafesin içinde çürüyorlar. Onlar için derin bir mezar kazıyorum. Mezar taşı koymuyorum ki bir daha onları bulamayayım. Derin çukura toprak atıyorum. Elveda sana ben. Merhaba yeni ben. Hâlâ aynı yüz aynı gözler, dudaklar ve ten. Yüzüme geçip kalmış yeni Emelie'nin yüzü yani maskesi var. Bakışlarımda sıcaklık bulamıyorum soğuklar. Ben soğuktan ölesiye nefret ederim. Her şeyin bir bedeli var. Değişmek istedim, değiştim. Benliğimi geri dönülemez bir şekilde kaybettim. Ödediğim bedel buydu. Ölmek istiyor ve yaşıyorsan üzerine kötüleşiyorsan karanlıktan kaçamazsın. Kendimi bildim bileli karanlıktan korkardım artık korkmuyorum. Nasıl olduğunu bilmiyorum ama insan alışıyor. Ya karanlığın beni tüketmesine izin verirdim yada karanlıkla bir olurdum.
Ben bir oldum.
Uçak pistinin göründüğü cam duvardan dışarıya baktım. Geceydi, karanlıktı. Saatlerdir siyah gökyüzünü seyrediyordum. Uçağı sonunda iniş yapmıştı. On beş dakikanın ardından görmüştüm onu. Birbirimize el salladık. Aslında o iki elini kaldırıp sağa sola savurarak havayı dövmüştü bense sadece elimi kaldırıp bileğimi iki tarafa yavaşça oynatmıştım.
"Uçuş iki saat sürmüş olsa bile midemin nasıl bulandığından haberin var mı senin?" diye sordu. Sahte kimlikle Paris'ten Zürih'e geldiği ilk dakikalardan çenesi açılmıştı. Valizini yere atıp üzerime atlayarak bana sıkı sıkı sarıldı. Elimi sırtına koyup sıvazladım. Zürih'e gelmesi en başından planlıydı ama ne zaman geleceği bir muammaydı. Gece yarısına yaklaştığımız bir saatte beni aramış ve uçağa bindiğini söylemişti. Hava hâlâ karanlıktı. Bir gün sonra kardeşim Ange'yi o hastaneden çıkaracaktım. Lisette'nin gelmesi iyi olmuştu. Bir süre bana sarılarak öylece kaldı. Telefonda Eledon'un adamlarından kaçmasını Büyükbaba Arman gibi bana heyecanlı heyecan ile anlatmıştı. Bende dinlemiştim.
Kolumdaki saate baktım. Gecenin ikisiydi. Kuzenimle Zürih Havalimanındaydık. Etrafımızdan çeşit çeşit insanlar geçip giderken öylece bana sarılıyordu. "Yeter." dedim burnumdan soluyarak. "Her şeyin suyunu çıkarıyorsun Lisette." Homurdanarak kollarını üzerinden çekti. Yere attığı valizini yerden alıp doğruldum. Uykusuzluktan başım çatlıyordu. Ülkeye gelir gelmez kiraladığım Coralla'yı kendi kullanacaktı. Dikkat çekmemek için sıradan beyaz renkli bir araba seçmiştim. Havalimanından çıkarken Lisette yalpalayarak yürüyünce koluna girip ona destek oldum.
"Jet lag oldum sanırım." dedi huysuzlanarak. "Midem bulanıyor ve başım dönüyor.."
"Lisette, jet lag olmak için en az iki saat uçuş yapman gerekiyor. Senin uçuşun iki saat bile sürmedi."
"Uçak rötar yaptı ama."
İç çekerek kolumu kuzenimin beline sarmıştım. Kendini bana taşıtacaktı anlaşılan. Dışarıdaki ilk saniyeler bizi soğuk bir rüzgar karşılamıştı. Lisette sessizce küfür ettiğinde göz devirmiştim. Ona İsviçre de bu dönemlerin soğuk olduğunu söylemiştim. Onun üzerinde çiçekli bluz ile ince yeşil bir hırka ve açık renk kot vardı. Beni bırakıp kendini hırkasına sarmıştı. Anahtarın tuşuna basıp, arabayı onun için açmıştım. Hemen ön tarafa yan yolcu koltuğuna yerleşip bir şey demeden kapıyı kapatmıştı.
Bende valizini arka koltuğa atıp sürücü koltuğuna yerleşmiştim. Ben kullanacaktım. Motoru çalıştırır çalıştırmaz klimayı köklemişti. Elleriyle kollarını sıvazlıyordu. Başımdaki bereyi çıkarıp başına geçirdim. Teşekkür eder gibi başını salladı. Sessizdi insanların içinde konuşmuştu ama şimdi ikimiz kalınca sessizleşmişti. Belki de halasını öldürüp öldüremediğimi merak ediyordu. Ön cama yağmur damlaları vuruyordu silecekleri çalıştırdım ve yavaşladım. Kol çantasından bir nane şekeri çıkarıp ağzıma tıkıştırdı sonra kendi ağzına bir tane attı. Ekşi tat yüzünden yüzümü buruşturdum. Ellerini sıcak hava çıkan klimanın önüne yaklaştırdı.
"Saçını yine kazıtmışsın en son giderken birazda olsa uzunlardı." diye mırıldandı. Yüzüme bakma gibi bir niyeti yoktu sanırım. "Sana ve maskülen havana yakışıyor ama benden söylemesi bu gidişle kel kalacaksın." Sesinde en ufak alay yoktu.
Elimi kazıdığım başımda dolandırdım. O eller bir daha saçlarımı okşamayacaksa saç uzatmanın benim için bir anlamı yoktu. "Umurumda değil." dedim ardından sessizleşmiştik. Biraz kamburlaşıp direksiyona çenemi yasladım. Şehir merkezine yaklaşmamız bile fark etmiyordu hava sislenmişti. Bir frene bir gaza basmaktan sıkılmıştım. Birine çarpmamak için yavaş olsam da arabalar yavaş hareket ediyordu. Gece olmasına ve yan şeritlere rağmen çok araba vardı. Ki ülke nüfusu sekiz milyon civarıydı. Sanırım insanlar turist olarak gelmek için bu ayları tercih ediyordu. Önümüz açılınca gaza bastım. Baş ağrım azmıştı ağzımdaki şekeri dişlerimle kırdım.
Lisette kollarını gövdesinde kavuşturup koltuğa yaslandı.
"Gömecek bir yer bulabildin mi?"
Gülümsedim. "Kimi gömecektim?"
"H-hala mı? İsviçre de insanlar ölülerini yakıyor mu emin değilim."
"Cesedi bagajda. Aslında kopuk başı." Esprime güldüm. Lisette'nin solgun teni boğulurmuş gibi morarmıştı. "Diğer uzuvlarını paketleyip babama ve dayıma gönderdim. Yakında hediyelerine kavuşurlar. Başını da kendime ayırdım."
"Yapmış olamazsın." dedi titreyen sesiyle. "Acı çekmeyeceğini söylemiştin." Gözleri dolmuştu. "Bu yüzden sana yardım edip kaldığı yerin adresini vermiştim..."
"Sen bana acı çekmeyeceğini bildiğinden değil Arman'ın katilini benim öldüreceğim için bana yardım ettin."
Burun çekti. "Bu da var ama senin annene yapacağın caniliği bilseydim asla yardım etmezdim!"
"Sakin, hırsızcık." Omuz silktim bakışlarım yağan yağmurda derinleşti. Yağmur sisi temizleyip yolu açıyordu. "Annemi öldürmedim." Öldürtmedi.
Yerinden fırladı. "Ne? Nasıl?"
"Yapamadım işte, ona kıyamadım." Küçük Emelie buna izin vermedi. Ben o küçük çikolata gözlü kıza yenildim. "Sanırım beş yaşıma kadar yaptığı anneliğini seviyorum." Sharon'ı seviyorum?
"Yani yaşıyor?" diye sordu merakla.
"Evet, yaşıyor. Öldürmekten vazgeçtim."
Kolumu dürttü sırıtarak. "Seviyorsun onu ha?" Morali yerine gelmiş gibiydi.
"Ne dediğimi duydun." Omuz silktim. "Kendim sevdiğim için değil Angela annesini sevdiği için kıymadım ona."
"Büyükbaba Arman haklıydı. Ne olursa olsun o senin annen ve sen onu sevi-"
"Cümleni tamamlarsan, dilini kaybetmenin tek sorumlusu sen olursun."
"Sustum." dedi somurtarak.
Derin bir nefes aldım ve arkama yaslandım. Lisette çabuk kırılıyordu çabuk affediyordu. Sanırım en çok sevdiğim yanı buydu. Çok konuşurdu bundan nefret ediyordum ancak hemen de susardı. Zeki genç bir kadındı. On dokuzuncu yüz yıldan kalma fört çarklı ve üç dişli eski bir antika kasayı iki dakika da açtığına şahit olmuştum. İşinin ehliydi. Yarın gece ona ihtiyacım olacağı kesindi. Yangın merdiveninden çıkabilirdik yukarıya kapıları o insanları ben halledebilirdim. Otele geldiğimizde arabayı kapalı otoparka bırakmıştım. Yağmur şiddetini arttırmıştı. Lisette yarı uykulu bir şekilde kıyafetlerini bile çıkarmadan odada bulunan tek yatağa kendini bırakmıştı. Onu uyarmak için söylensem bile tek yaptığı bana orta parmağını göstermek olmuştu.
Yüzümü asarak sporlarını ayağından çıkarmış ve odanın köşesine sinirle atmıştım. Homurdanarak yüzünü yastığa gömüp yorganı üzerine çekmişti. Söylenerek mini bardan kendime konyak doldurarak ormana manzarasına düşen siyah koltuğa oturdum. Başım çatlıyordu. Ağrı kesicileri ağzıma atıp konyak eşliğinde yuttum. Ağır gelecekti ama bu baş ağrısını anca geçirirdi. Beynimde bir yerlerinde mekanizmada sorun vardı sanırım. Çark takılmıştı belki de. İnsan beynini hep bir saate benzetmiştim. Doğru zamanda ilerleyen yelkovan ve akrep gibiydi düşünceler. Doğru zamanda akla geliyorlardı. Benim yelkovan ve akrebim bozuktu. Doğru çalışmıyorlardı. Tamir edilememek üzere bozulmuşlardı.İç çekerek başımı koltuğa yasladım. Sigara içemeyecektim. Vücuduma yeterince kötü davranıyordum zaten. Konyağı bitiremeden sehpaya bıraktım. Ayık olmak daha iyiydi. Topuklarımı birbirine sürtüp postallardan kurtuldum. Bir top gibi kıvrıldım koltukta. Çenemi dizlerime yasladım. Kollarımı etrafıma doladım. Uyku beni esir almıştı zaman zaman başım boşluğa düşüyordu ama gidip Lisette'nin yanına uzanacak gücü kendimde bulamıyordum. Kırlenti sabit tutsun diye başımın altına koydum ve eski pozisyonuma döndüm. Uyku beni esir almıştı. Bedenimi kuşatmaya devam etti. Zaman zaman uyandığımda aklım öyle karışıktı ki gerçeklik ve hayal algımı kaybetmiştim. Her şey iç içe geçmişti.
Küçük benin ismimi söyleşini duyuyordum. Ayak ucumda oturup sevimli yüzüyle bana kötü kötü bakıyordu. Uzun süren gece boyunca yüzüm ona dönük şekilde birbirimizi izlemiştik. Zihnim karışık olsa da hislerim sabitti. En ufak korku ve gerginlik yoktu. Sadece yorgundum. Ve tekrar uyuduğumda Lisette'nin beni uyandırmaya çalıştığını hatırlıyordum. Ancak yerimden kalkmayıp yüzümü kırlente gömüp sıkı sıkı sarılmıştım. Sonunda pes edip üzerime battaniye örtüp kendisi de yatağa döndüğünü varsayıyordum. Battaniyeyi başıma çekip tekrar gözlerimi sıkı sıkı kapatmıştım. Tek gördüğüm karanlık değildi eski anılara ait rüyalarda görmüştüm. Kurtulamayacağım bir lanet gibiydi. Yüzünü unutmak istiyordum ve bir daha hiç hatırlamamak. Çünkü can yakıyordu.
Gözlerimi açtığımda hava ağırdan aydınlanıyordu. Bulutlu gökyüzünden gri hüzneler gözümü alıyordu. Gözlerimi bir an kapatmadan gökyüzüne diktim. Yağmur yağıyordu. Ağaçların soluk renkli yaprakları rüzgarla kıpırdıyordu. Şekilleri bıçak gibi keskindi ve olmaları gerekenden daha gür bir tabakaya sahiptiler. Sık ağaçlarla dolu orman yürüyüş için birebirdi. "Uyanık mısın Emelie? Uyanıksan oda servisini ara. Açlıktan ölüyorum." Lisette'nin sesi oldukça yumuşak çıkmıştı. Uzun gecenin sessizliğinden sonra ilk kez konuşuyordu. Baş ağrım geçtiği için huysuz davranmayacaktım. Doğrulup yatakta saçı başı birbirine girmiş ve makyajı akmış kuzenime baktım. O kaçış esnasında makyaj yapma fırsatını nereden bulmuştu?
"Bende acıktım. Sahanda yumurta, domuz pastırması, kızarmış mantar, ızgara domates ile kızarmış bürli nasıl olur?" diye sordum. Burada geleneksel kahvaltı böyleydi.
"Bürli ne?" diye sordu. Sorduğunda ki sesi komikti.
"Baget gibi İsveç ekmeği."
Sadece başını salladı ardından sessizce kalkarak valizini eline aldı ve odada ki banyoya kapattı kendini. Oda servisinden iki kişilik kahvaltı istedim. Gelmesi o kadar uzun sürmemişti. Karşımda tekli berjere oturdu. Yeni duş almıştı havluyla saçlarını kurularken dik dik bana baktı. Bir şey demeden kahvaltımı ediyordum. Kızarmış mantar lezzetliydi. Ağzıma bir tane daha atarken bağdaç kurup kendi tepsisini kucağına aldı.
Ne yediğinin farkında olmadan bir şeyler atıştırmaya başlamıştı. Ses olsun diye televizyonu açmıştım dört duvar arasında boş uğultular dolanıyordu. Televizyonu seyrederek yemek yiyordum. Şansıma bir belgesel kanalı denk gelmişti. Aslan avını yakalamış dişleriyle kalın kürk tabakasını parçalayıp taze eti çıkarıyordu. Gözüm Lisette'ye gitti bir an ne kadar hareketsiz olduğunu gördüm. Parmaklarımı şıklatınca kendine gelmiş yemeye devam etmişti. Şu an reklamlar vardı iç çekerek televizyonu kapattım. Lisette midesini ovuşturup pastırmadan yiyecekken vazgeçip tepsiyi kucağından sehpaya ittirmişti.
Lisette'ye baktım. "Neyin var?" diye sordum.
"Et, midemi bulandırıyor." Gözlerini kocaman açmış bana bakıyordu. "O adamı ve kan gölünü gördüğüm günden beri et yiyemiyorum."
"Umm, senin için kötü bir tecrübe olmuş olmalı ama ders vermemi isteyen sendin." Sesimde istemediğim bir şekilde suçlama vardı. Tabağındaki pastırmaları kendi tabağıma koydum. "Ziyan olmasın ben yerim."
"O hâlâ yaşıyor mu?" diye sordu birden bire. Sesi fısıltılı çıkmıştı. "Tek parça olarak?"
"Neden merak ediyorsun?"
Dirseğini dizine koyarak yanağını avcunun içine aldı. Başını hafifçe yana eğmişti. "Şanslı sayın hâlâ beş mi merak ediyorum."
"Şanslı sayı?"
İç çekti. "İki yıl içinde beş kişiyi öldürdün." Sesi fısıltılı çıksada onu duyuyordum. "Şanslı sayın beş olmalı bence. Bunu öyle kodlayalım." Fısıltılı sesi titriyordu şimdi. "Cinayet, kan, katil, ceset, ölüm gibi benzer kelimeleri kullanmak istemiyorum."
"Evet. Şanslı sayım hâlâ beş."
"Öldürmedin mi?" dedi. Şüphesi hâlâ geçmemişti.
"Onu öldürmek istesem neden İsviçre'ye tedavi için yanımda getireyim?"
"Belki ona daha acılı bir ölüm sunmak istorsundur," Gözlerini aksi yöne yuvarladı. ",diye düşünmüştüm."
"Hayır." dedim kaşlarımı hafifçe çatarak. "Onu öldürmek ona özgürlük ve kurtuluş bahşetmek olur. O adamın cehennemi burada ve bende bu cehennemin şeytanıyım."
"Canın cehenneme." dedi gülümseyerek kahve kupasını alarak bana uzattı.
Elimdeki kahve kupasını onunkine vurdum. "Hepimizin canı cehenneme."
"Zaten öldükten sonra gideceğin başka bir yer yok."
"Gitmek derken Nate'i ziyarete gidelim." Gerçek anlamda bir kahkaha attım. "En son ziyaretimde bana manyak kadın diye bağırmıştı."
●●●
Hiçbir şey yapmamıştı. Gözlerini bir kez olsun yatağın yanında sandalyede oturan kıza yada camın dibinde kollarını gövdesinde birleştirip dikilen bana çevirmemişti. 'Manyak kadın!" diye bağırabilirdi ancak sessiz ve sakindi. Dakikalardır boş boş baktığı İncil'e düşmüştü kafası. Gözleri donuktu, yazıları okurken ki kıpırdanma eylemi bile yoktu onda. Ruhunun peyda olmuş günahların ağırlığını fani gözlerimle bile görüyordum. Aklı belki yaşadığı şeyleri kavramaya çalışıyordu. Neden onu öldürmemişti? Neden hâlâ yaşıyordum? Neden bu hastanedeydim? Neredeyim? Gibi gibi bir çok soru vardı aklında. Bundan emindim. Çünkü zamanında bende sormuştum.
İncil de gezdirdi ellerini ardından avuçlarını şömizlerine yaslayarak kitabı yumuşak bir hareketle kapatmıştı. Her şey bitti sanıyordu herhalde yaşıyorum, ölmedim vs. Otelden hastaneye geldiğimizden zamandan beri Lisette'te de ayrı bir gerginlik vardı. Tabii böyle hissetmesi normaldi. Öldürülmesini izlediği adamı hastanede ziyarete geliyordu. Gerginliğini o kadar belli ediyordu ki. Sürekli göz kaçırmalar, kıpırdanmalar. Titreyen ellerini gizleyebilmek adına parmaklarını birbirine kenetledi. Saçlarını gevşek bir topuzla toplamıştı, gözleri her zamankinden daha irice açılmıştı. Sonunda bakışlarını adamın yüzünde sabitleyebilmişti.
Gülümsedim. "Lisette, Natethaniel kısaca Nate ve Natehaniel bu da Lisette. Kısaltma kullanmıyor."
Lisette, Nate başını kaldırınca irkilmişti. Kötü hissediyor olmalıydı. Ne bekliyordu ki haftalardan sonra ilk karşılaşmalarında adamın vereceği tepki ne olabilirdi ki? Bağırır yada küfür mü edecekti.
Natehaniel'ın nasıl tepki vereceğini bende bilemiyordum. Onu boğduğum anda Lisette'den bir kez yardım istemişti ama Lisette tepkisiz kalarak izlemişti. Bu bayılmadan bir iki dakika önceydi. Bende, aydınlık ve ferah bir ortamda sessizce duracağımızı kestiremezdim. Derin bir nefes alarak çam ve sedir ağaçlarının olduğu geniş orman gibi görünen bahçeye baktım. En iyi rehabilitasyon merkezlerinden biri olmayı hak ediyordu. Bahçeye bakmak bile içimi saliselik huzur dolduruyordu.
"Katilinle ve izleyicinle aynı oda da bulunmak seni dehşete düşürüyor olmalı." Sesinin titrememiş olmasına şaşırmıştım. Ona kesinlikle özgüven veren benim yanında olmamdı. "Söylenebilecek fazla bir şey yok. Özür dileyemez ya da üzgünüz diyemeyiz. Çünkü onun senden aldıklarını ve aynı şekilde onun senden aldığını geri getiremeyiz."
"O konulara girme." dedim buz gibi bir sesle.
Kurumuş dudakları yavaşça oynadı. "Bu bedel senin için yeterli mi?"
"Bebeğime karşın elinden aldığım yürüme yetin mi?" diye eğlenerek sordum. Hiç ama hiç eğlenmiyordum oysaki. İçimde saf öfke vardı. Şimdi ellerimi boğazına sarıp yarım bıraktığım işi tamamlayabilirdim. İçimde kıyamet yaşansa da dışım sessiz, sakindi. "Canını en canice şekilde alıp kalıntılarını yeryüzünden silsem bile yetmez."
"Emelie." dedi Lisette çatallı çıkan sesiyle. Yüzünde acı çeker gibi kasılmalar vardı. "Katil olan tarafını sustur lütfen." Küçük Emelie, genç Emelie ve katil olan Emelie. Üçüncüsü konuşuyordu.
Gözlerimi pencereden dışarı diktim. "Ne yalan söyleyeyim beni tekrar gördüğünde yine manyak kadın diye bağırırsın diye düşünmüştüm." İkisi sessizleşirken ve kendimce güldüm. Yansımamı camda görüyordum. Yüzüm gülümsüyordu ama gözlerim acı içinde yanıyordu. O herifi öldürmemekle hata mı etmişti? Ah, hayır kesinlikle hayır. Acımın zerresini bile yaşamasını görmek beni mutlu ediyordu. "Ama sen oldukça sakinsin." Boynumda sarkan haçı çıkarıp elimde sallandırdım. Bu ona aitti. "Bu bir tür psikopatik sakinlik mi? Yada dininin uygun gördüğü affetme erdemini mi uyguluyorsun?"
"Affetmesi gereken taraf ben değilim, sensin." dedim. Nutuk çekiyordu işte! Yüzüne en sağlamından bir tane yumruk gömmek istiyordum. Yumruklarımı sıkıp kollarımın altına sıkıştırdım. "Bana inanmanı beklemiyorum ama yaşadığım her saniye aldığım her solukta pişmanım. O gün o günahsız ruhu kurtaramadığım için pişmanım."
"Kurtarabilirdin." Gözlerim acıyla sızladı, gözyaşları doluşmuştu. "Benim yerime onu, ışığımı, kızımı..."
"A-andre bana engel oldu." dedi. Sesi titriyordu ve ben gerçeklik ile rol arasındaki ince çizgiyi ayırabilirdim. "Boğazıma sana fayda etmeyen ama beni bayıltan morfinlerden batırdı. Bilincimi kaybetmem o kadar kısa bir anda gerçekleşmişti ki... Bir adımı ileri atamadan yere yığılmıştım." Çenesine akmıştı yaşlar. "İstesem de yapamadım, yardım edemedim."
"Demek öyle çok pişmansın, elinden bir şey gelmedi, bir şey yapamadan yere yığılmışsın." Lisette ayağa kalkmıştı sanki bir şey yapacakmışım gibi. Çığırımdan çıkma raddesine gelmiştim gerçi. "En başından polise haber verebilirdin! Hastaneyi bilgilendirebilirdin! Ya da beni de öldürebilirdin!" Lisette adım attığım anda kollarımdan tutarak beni engellemişti. "Bende diğer doktorları öldürmek zorunda kalmazdım! Oliver ve Jolie..."
"Ne? Ne dedin sen?"
Haçı kucağına attım. Avuçlarının arasına denk gelmişti ve haç sıkı sıkı yumruk yaptığı ellerinin arasında kalmıştı. "Duydun beni. O doğumhanede ölseydim tanıdığın meslektaşların ve diğerleri ölmezdi."
"A-adalet karşısında suçları için cezalandırılabilirlerdi ."
Sözleri korkunç bir komedyanın söyleşisi gibiydi. Bana kalan tek şeyse histerik bir kahkaha atmak olmuştu. "Kızımın doğum kaydı bile yoktu! Benim o hastanede olduğumu ispatlayacak hiçbir görüntü bulamadım! Sizin çalışma ile hasta kayıtlarınız maaş ödenekleriniz bile silinmişti! Elimde hiçbir şey yoktu. Hiçbir şey! Beni haklı çıkaracak hiçbir şey yoktu!" Lisette beni duvara doğru ittirmişti. En başından beri benim önümde duvar görevi görüyordu. "Kızımın mezarını bulduğumda toprağı başında intikam yemini etmiştim! Tanrı'na dua et yada bana minnet duy ki senin bebeğimi karnımdan söküp alınırken engel olmaya çalıştığını hatırlıyorum.
Yoksa sende diğer günahkârlara katılırdın!"
Yüzü huzursuzdu, acı çekiyor gibiydi. Başını ellerinin arasına almış vuruyordu. "Biliyorum, biliyorum! Onları durdurmak istedim. Ama başaramadım." Arada inliyor ve bir şeyler mırıldanıyordu. Dua okuyordu sanırım.
Lisette bile ağlıyor gibi iç çekişler çıkarıyordu. "Emelie, lütfen sus artık. Baksana ona o da pişman. Adam sen onu boğup bıçaklamadan önce kendini asacaktı." Elleri de sesi de titriyordu. En az benim kadar çaresiz bir durumdaydı. Çünkü pişmanlık yaşıyordu. Beni durduramamanın sadece izlemenin pişmanlığını yaşıyordu. "İntihar edecekti senin gibi."
"İkimizi sakın aynı kefeye koyma. O beni öldürseydi ve aynı şekilde sen beni o pencere kıyısından çekip almasaydın bunların hiçbiri olmayacaktı." Kendimde değildim. Çıldırmış haldeyken doğru düşünemiyordum. Kaşlarımı çatmış titreyen Lisette'ye eğilmiştim. "Dolaylı yoldan sizden suç ortağımsınız yani ikinizde katilsiniz."
Odadan çıkıp sakinleşmek için binadan bahçeye geçmiştim. Lisette yukarıda herifin yanında kalmıştı. Karşısında yapay göletin olduğu banka oturmuştum. Elimde otomattan aldığım şu vardı. İçki yada sigara yoktu yanımda burada hepsi yasaktı. Suyun yarısını bitirmiştim. Sinirliydim, öfkeli, kızgın, huzursuz, depresif, kontrolsüz, her an patlamaya hazır bir bomba. Aklıma ne gelirse, ben oydum. O herifin yaşamasına izin vererek kızıma verdiğim yemini bozduğumu hissediyordum.
Ama aynı zamanda biliyordum da o diğerlerine engel olmuştu. Gerçekten bu halde düşünebilmek çok zordu. Andre denilen diğer herif daha yaşıyordu. Ülkeye döner dönmez onun işini bitirecektim ama izini bulamamıştım. Biraz soluklanmış temiz hava bunalmış aklıma iyi gelmişti. Ne kadar düşünebiliyorsam o kadar sağlıklı düşünebiliyordum işte. Odaya geri geldiğimde Lisette eskiden oturduğu sandalyede sadece biraz daha uzakta oturuyordu ve Nate kızarmış gözleriyle elinde sıkı sıkı tuttuğu haça bakıyordu.
"Bana yardım edeceksin." dedim. Andre Moreau adlı ölüm tarihi yakın olan o adamla sınıf farkı olsa da aynı üniversiteye gitmişlerdi. Bulduğum bir kaç bilgiden biriydi. "Arkadaşın Andre'yi benim için sen bulacaksın." En son kaldığı daireden tanışalı çok olmuştu, telefon numarasını değiştirmişti. Adam kendi hakkında bulduğum her bilgiyi çöp haline getirmişti. "Onu tanıyor olmalısın."
"Ö-öldürecek misin?" diye sordu kızarmış gözleriyle bana bakarken.
Sırıttım. "Daha beterini yapacağım."
"Hayır." dedi nefesi kesilmişçesine. "Ağır pişmanlığını yaşasam hatta ölmek istesem de katil olan birine yardım etmem." Kendi etik kuralları bana mani olamazdı.
"Gövden hâlâ hissediyor." Parmağımla işaret ettim. "El tırnaklarını çekerek sana söylettirebilirim yada dişlerini."
Daha önce kimseye öldürmeden işkence etmemiştim ama her şeyin bir ilki vardı.
"Emelie." diye ayağa kalktı Lisette. "Öyle bir şey olmayacak."
Lisette'ye baktım. Başını dik tutuyor, gözlerini kaçırmıyordu. "Başka bir yolunu biliyor musun kuzen?"
"Bay Legrand ile ben konuşacağım."
"Ne yapacaksın?" Kaşlarımı çattım. "Rica mı edeceksin?"
"Daha fazla kan dökülmesini istemiyorum." Yatağın ucuna oturup adamın kucağına elini yaslamıştı. "Bırak ben onunla konuşayım. İkna edeceğim."
Sadece sözle ikna edecekti değil mi?
Lisette'nin ikna kabiliyeti yüksekti.
Bende ellerimi kanla kirletmek istemezdim.
"İyi." dedim. "Adresi biliyorsun. Gece yarasından önce otelde ol. Sen ikna edemezsen, ben kendi yöntemlerimle ikna ederim."
●●●
Hissedemiyordum hiçbir şey hissedemiyordum. Kardeşime sarıldığımda, küçük meleğimi kollarım arasına aldığımda daha farklı hissedeceğimi sanıyordum. Dudaklarım oynuyor bir şeyler mırıldanıyordum ancak sesim çıkmıyordu. Gözlerim dolu doluydu ama ağlayamıyordum. Onu bulmuştum, iki yılın ardından kız kardeşimi bulmuştum ama ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Küçük omzuna çenemi yaslamıştım. Çok çelimsiz görünüyordu. Boyu uzamış ama kilo vermişti. Önceki halinden daha zayıftı. Saçları yoktu. Güzel altın sarısı saçları yoktu. Gözlerindeki çocuksu ışıltı sönmüştü, oysaki o daha çocuktu.
Dizlerimin üstüne güçsüzce çöktüm. Donuk ifademin buzları sıcak gözyaşlarımla çözüldü. Titreyen bedenime sokuldu. Damarlarına takılmış iğneler yüzden morarmış kollarını gövdeme sardı. Ağladım, nefessizce hıçkırarak. Ange'yi kendime çektim. Başını göğsüme çekti. Kardeşimin cılız çiçek kokusuna hastane, ilaç kokusu da karışmıştı. Yüzüme korku bulaşmıştı. Kardeşimin yanında titredim, ilk kez şiddetli bir şekilde ağlamaktan kendimi alıkoyamadım. Ne kadardır öylece kaldığımızı bilmiyordum. Minik elleriyle saçımın olması gereken çıplak deriyi okşadı. Gözlerimi kapattım, dişlerimi sıktım. Kardeşimin de elleri titriyordu.
"A-abla buradasın, geldin. Ablacığım geldin. Geldin..." Çok narin dokunuyordu bana. Sanki kırılacakmışım gibi. "Abla sende mi benim gibi hastasın. Lütfen hasta olma. Ben ölecekmişim. Sen ölme."
Sadece on yaşında ölümün anlamını bilmesi...
Solgun görünen yüzünü ellerimin arasına alarak başımı şiddetle hayır anlamında salladım. "Öyle konuşma ölmeyeceksin, bende ölmeyeceğim."
Titreyen sesim çaresizlikle çınladı. "Ölmeyeceksin, meleğim."
"Abla!" diye sesi çınladı. Yutkundu ağlamamakta çalışıyordu ama başarısız oldu. Benim gibi ağlıyordu. Islak yanaklarımı okşadı. Kardeşimin yanaklarını öptüm. Hıçkırmaya devam ederken yaşları durmadan akıyordu. Elleriyle gözlerini ovuşturdu, gözleri dudakları ve burnu ağlamaktan kıpkırmızı olmuştu. Bir yetişkin gibi içli içli nefesler alıyordu. Kaldığı hastaneyi ve hastalığını araştırırken kullandığı ağır ilaçları ve saçlarını döken tedaviyi de öğrenmiştim. Bunlar onun tedavisi içindi ancak bünyesi daha ne kadar kaldırabilirdi ki? Poposunun üzerinde kendini kucağıma bıraktı. İnce olan bilekleri mümkünmüş gibi biraz daha incelmişti sanki.
"Annem sana çok kızdı, ben sen yokken çok üzüldüm. Hep seni sordum anneme." Beni itmeye çalıştı ama kardeşime izin vermedim. Birbirimize ihtiyacımız vardı. "Gelemeyecek dedi. Gelmeyeceksin diye çok korktum." İttirmekten vazgeçti. "Geldin ama yine gideceksin diye koruyorum. Gitme abla çok yalnızım ben."
Bileklerinden tutup öptüm. "Özür dilerim meleğim. Özür dilerim. Yanında olamadım. Özür dilerim."
Kollarını boynuma sararak başını göğsüme gömdü. "Özür dileme abla sadece bir daha gitme. Kızgınlığım geçti ama bir daha gitme." Zeminde oturur haldeyken Ange'yi kucakladım. Çok hafifti, bir deri bir kemik kalmıştı kardeşim. Bacaklarına belime doladı. Kemiklerini hissettiğim sırtını sıvazladım. İşte buradaydım meleğimin yanında. Bana sıkı sıkı sarılıyordu. Abla diye sızlanırken canım acıyordu. Öylece kardeşim kucağımdayken olduğum yerde kaldım. Kapıya yaslanmış halde duran Lisette'ye döndüğümde o da ağlıyordu. O halini gördüğümü farkedince gözyaşlarını soldu. Kucağında basılı olan hikaye kitaplarına sıkı sıkı sarılmış yere çömelmişti.
"O kim abla?" diye sordu parmağı ile Lisette'yi işaret edip. Lisette ayağa kalktı ve silkelendi. Yanakları ıslak olsa da hafifçe gülümsedi.
"O mu? O, kuzenimiz."
"Kuzenimiz?"
Zar zor tebessüm ettim "Ah bir şey söylemeyi unuttum. Lisette kuzenimiz ve kendisi bir şeker perisi."
"Diş perisi gibi mi?" diye sordu sesi yorgun olsa da heyecanlıydı da. Fantastik masalsı şeyler onu hep mutlu ederdi. Mutlu hâllerini daha fazla seviyordum. Çenesi Lisette gibi açılıp sürekli soru soruyordu. "Şeker mi dağıtıyorsun? Karşılığında ne vermem gerekiyor mu? Diş mi? Para mı?" Heyecanla ellerini ileri uzatınca düşmesin diye belinden tutmuştum. Havada asılı kalan ayaklarını da sallandırıyordu. Pembe kuzucuklu pijamalarıyla çok sevimliydi ama sallandırdığı ayakların çıplak olması hoşuma gitmemişti. "Sebze yemeği yemekten bıktım. Abla periye şeker almam için karşılığında ne vermem gerekiyor?"
Dudaklarımla havaya öpücük attım. Lisette'nin şaşkınlığını yerini yamuk bir gülümseyişe bırakmıştı. "Öpücük." dedi yanağını işaret ederek. Elindeki hikaye kitaplarını arkasına saklayarak yanımıza yavaş adımlarla geldi. Ange'yi uzun zamandan sonra ilk kez görse de Lisette'ye kardeşimi anlattığım için onu tanıyordu. Ancak uzun zamandan sonra birbirlerini ilk kez gördükleri için oldukça heyecanlılardı. Ange’nin kuzenimizi hatırlamamasını bile normal karşılaşabilirdim. Lisette sırt çantasından çıkardığı renkli şekerleri verdi ve sonra yanağını Ange'ye uzattı. Angela bana baktı, ben gülümseyince Lisette'nin yanağına sesli bir öpücük bırakmıştı. Ardından şekeri alıp dişleriyle kırarak yemişti. Tadını sevdiğini belli eden mırıltılar çıkardığında tadını sevdiğini anlamıştım.
"Neden kanatların yok?" Angela bu soruyu sorarken Lisette tekli koltuğa bende kardeşimin yanına oturuyordum. Ange'nin üzerine tüylü battaniyesini örttüm. Yastığını kabartıp rahat etmesini sağladım.
"Evet Lisette senin neden kanatların yok?" diye sordum ayakkabılarımdan kurtulup yatağa uzanırken. Battaniyenin altına girdim ve Lisette koltuğa kıvrıldı. Ben durumundan eğlenirken kollarını gövdesinde birleştirmişti. Huysuzca bakıyordu bana. Angela başını yastık yerine göğsüme koymaya tercih etti.
"Kanatlarım yok çünkü ben kanatsız bir periyim. Şeker perileri kanatsız olur." Gözleri kısıldı bana bakarken. Sırıttım ve o devam etti. "Şimdi ki periler daha modern yollara başvuruyor. Kanatlar eskidi biz onlar yerine uçakla uçuyoruz. Mesela ben övünmek gibi olmasın ama en iyi şeker perisiyim. Senin gibi sayısız çocuğa şeker dağıttım." Yalan değildi, kilise önünde Nate'i izlediğimiz zamanlar tutarken okul gezisi için gelen çocuklara kendi şekerlerinden vermişti.
"Kanatlar daha havalı." diye kendi kendi ardından esnedi ama gözlerini açık tuttu. "Ve senden her şeker aldığımda ödememi yapacağım. Bana hep bu şekerlerden getir."
"Sevdin değil mi? Ablan tek nanelilerden yiyor. Zevksiz işte." Bir paketi daha açıp jolemsi olanlardan ağzına attı. "Jelibon şekerler gibisi yok."
Angela'nın dikkati bana kaymıştı. Ellerini başımda dolaştırıp öptü. "Sende hastasın abla." Sesi titriyordu. "Bana yalan söylüyorsun biliyorum."
"Yalan söylemiyorum hasta değilim sadece sana özendim." dedim. Kaşları bile dökülmüştü dudaklarımı birbirine bastırdım. Göz devirdi tıpkı annemiz gibi. Burumla burnunu dürttüm. "Böyle bile çok güzel benim kardeşim. Hem de o kadar güzel ki kıskandım onu. Bir prensese benziyor."
"Saçlarını seviyordum." Duraksadı. "Gerçekten prensese mi benziyorum?"
"Evet."
Dudak büzdü. "Prensim eksik sadece."
Lisette gerçek anlamda bir kahkaha attı. Koltuğa tamamen yayılmış elindeki hikaye kitaplarını karıştırıyordu. Başını koltuğa yaslayarak kitapları inceliyordu. Ange'de başını merakla kaldırmış benim gibi izliyordu. Kollarını karnıma yaslayarak çenesini koluna koydu. Gözleri uykulu bakıyordu, uyumamak için inat edeceğini biliyordum. O yüzden onu uyu diye zorlamayacaktım. Lisette diğer kitapları koltuğa bırakırken üzerinde altın bir top ve kurbağa olan hikayeyi almıştı.
"Hiç okudun mu?" diye sordu bilmiş bir tavırla Angela. Ona okuduğum için her masalı biliyordu.
"Hayır sana okuma mı ister misin?"
"Ablam kadar güzel okuyabilir misin?" diye sordum.
Gururla gülümsedi ve çantasından fener çıkarıp yaktı. Ay odanın içini aydınlatsa da ortam fazla loştu. "Hayır, ben daha güzel okurum."
"Hayır ablam daha güzel okur."
Başımı yastığa koyarak kolumu başımın üzerine koydum. "Yargısız infaz yapma Angela."
Kollarını öne uzatarak üzerime uzattı. "O ne anlama geliyor abla?"
"Lisette okusun öyle karar ver anlamına geliyor." dedim.
"Sessiz olun da okuyayım." Kıkırdadı. "Kulaklarınız şenlensin."
Boğazını temizledi ve fısıltılı bir sesle okumaya başladı;
Bir varmış, bir yokmuş, çok çok eski zamanlarda yedi tane kızı olan bir kral yaşarmış. Bu kralın kızlarının içlerinde en güzeli en küçük olanlarıymış. Küçük prenses havanın güzel olduğu günlerde gölün kenarında altın topuyla oynamayı çok severmiş. Yine günlerden bir gün altın topuyla göl kenarında oynarken birden top göle düşüvermiş.
Küçük prenses: "Topum gitti!" diyerek ağlamaya başlamış. Tam o sırada göl kenarındaki küçük bir kurbağa prensese:
"Benimle arkadaş olursan, yemeğini paylaşır ve geceleri yatağına alacağına söz verirsen sana topunu getiririm" demiş.
Küçük prenses:
"Tamam" demiş. Fakat kurbağa topu prensese verir vermez prenses hızla oradan koşarak saraya dönmüş. Akşam olduğunda kral ve ailesi sofraya oturmuşlar. Tam o sırada kapıdan bir vraklama sesi duyulmuş. :
"Kim o? " diye sorunca küçük prenses babasına olanları anlatıp kurbağaya verdiği sözü söylemiş. Kral:
"Söz, sözdür kızım" diyerek küçük prensesin nefret dolu bakışlarına rağmen kurbağaya sofrada yer verilmiş. Yemek bittikten sonra küçük prenses yatmak üzere odasına gitmek için yerinden kalktığında kurbağa:
"Ben ne olacağım" diye vıraklamış.
Kral kızına :"Kızım verilen sözlerle ilgili söylediklerimi umarım unutmamışsındır." diye hatırlatınca küçük prenses kurbağayı alıp odasına götürmüş ve bir köşeye bırakmış.
Kurbağa küçük prensese "Yastığına gelmek istiyorum" demiş. Küçük prenses isteksiz bir şekilde ağlayarak kurbağayı alıp yastığına koyunca kurbağa birden yakışıklı bir prense dönüşmüş. Prenses şaşkınlık içersin de ne olduğunu anlamaya çalışırken prens:
"Korkma, bir cadı beni büyü yaparak kurbağaya dönüştürmüştü ve ancak bu büyüyü bir prenses bozabilirdi. Artık bir kurbağa değilim arkadaş olabiliriz." dedi.
Prens ve prenses çok geçmeden evlenip çok mutlu oldular.
Onlar ermiş muradına biz çıkalım tahtına...
Lisette okuduğu hikayenin ayrıntılarını anlayabilmek satırlar arasında gözlerini gezdirdi. Hoşuna gitmemiş miydi? Alt tarafı bir masaldı mantık aramamalıydı. "Ne saçma masaldı." diye kendi kendine homurdandı. Bir şey demedim. Angela üzerimde uyuyakalmıştı. Uyandırmadan eski yerine yatırdım. Başını yastığa yerleştirip üstünü örttüm. Masalın sonuna kadar uyanık kalamamıştı, ki zaten ona bu masalları defalarca okumuştum. Dünya masallarda ki gibi değildi o ise tertemiz ve masumdu. Bu pis dünyanın kardeşimi kirletmesine izin vermeyecektim. Solgun tenini okşadım, saçları tekrar çıkacaktı ve sağlıklı olacaktı. Eğilip göz kapağının üzerinden öperek doğruldum. Ondan uzaklaştığımı anlayınca bana sokuldu. Elinden tuttum, gitmeyecektim.
"Gidiyor muyuz?" diye sordu Lisette. Yanında getirdiği kitapları komidine bıraktı. Prenses ve Kurbağa masalına yüzünü buruşturarak bakmış sonra bana dönmüştü. "Emelie?"
"Sen git." dedim. Ange elimi sıkıp başını kemikli sırta yasladı. Rolcü. "Angela'nın yanında kalacağım."
"Halam gelir, seni görürse?"
"Görmüş olur."dedim.
Lisette iç çekti bana sıkıca sarıldı,buslu durmamı tembihledi ve Angela'nın yanağından öperek odadan çıktı. Girdiğimiz gibi yangın merdiveninden çıkıp gidecekti. Titrekçe bir iç çektim.Güçlüydüm, güçlüydüm değil mi?Kardeşimi iyileştirecek hayatta tutacak kadar güçlüydüm.Kardeşim için bağışçı olacaktım.Kan grubum tüm kan gruplarına uyuyordu.Bu yeterli değildi elbette uygun doku uyumu bulunmalıydı. Kardeşimi kollarımın arasına çektim ve ben acının içinde yok oldum.Bebeğimin öldüğünü öğrendiğim andaki aynı çaresizliğin içine düştüm.Birinin daha ölümüne dayanacak gücüm yoktu benim.Toprağa bir kişiyi daha veremezdim.
"A-abla." dedi varla yok arasında bir sesle. Uyanıktı, en başından beri. Başımı eğdi yüzüme bakmıyordu. Biraz doğruldu başımızı koyduğumuz yastığın içine soktu elini ve küçük elleri arasında sararmış zarflar göründü. "Bunlar sen yokken geldi, hiçbirini atmadım."Mektupları elime tutuşturdu.
Yutkunamadım."Teşekkür ederim Angela." Ne diyeceğimi bilemiyordum. Mektuplarla yüzümü kapattım,kendimi ağlamaktan alıkoyamıyordum.Üç yıl boyunca bana mektup göndermeye devam etmişti...İki yılım yoktu.Derin derin nefesler aldım.Toprak kokusunu tanıyor gibiydim. Kokusu kağıda sinmişti. Tenime değil kağıda. İnsan kağıdı kıskanır mıydı? Ben o gün o sararmış kağıtları kıskanmıştım. "Teşekkür ederim Angela." Kurumuş dudaklarımı dilimle ıslattım. Şimdi okuyamazdım, cesaretin yoktu. Kokusunun sindiği mektupları eski yerlerine koydum. Angela'yı sıkı sıkı kucakladım. "Teşekkür ederim Angela. Teşekkür ederim."
"Gitmeyeceksin değil mi abla?"
Doğru soru şuydu.
Ona gidecek misin abla?
"Gitmeyeceğim Angela." Kollarım arasındaki kardeşime sıkıca sarıldım. Buz gibiydi. Bedenini sıvazladım ve örtüyü boynuna kadar çektim. "Söz veriyorum gitmeyeceğim. Sen iyileşene ve saçların beline kadar uzun olan kadar gitmeyeceğim."
"Saçlarımı hiç uzatmayacağım o zaman." dedi acı içinde. "Hep kısa kalsın."
"Neden öyle dedin ki?" Uzun saç yakışıyordu kardeşime.
"Eğer saçım uzarsa gidecekmişsin."
Gülümsedim. "O zamanda gitmeyeceğim. Bundan sonra her zaman yanında olacağım." Alnına dudaklarıma bastırıp gözlerimi kapattım. "Söz veriyorum Ange."
Elini karnımın üzerine koyunca midem bir yerden düşer gibi birden gerildi. Gözlerimi daha sıkı yumdum. Angela lütfen sorma meleğim. Kafasını yavaşça kaldırmıştı, eliyle karnımı okşadı. "Édith nerede abla?"
"Ange..." Sorusuyla yaşlar gözüme doluştu. Bu gece duygularım kendini yüzeye çıkarıyordu.
"Édith'i görmek istiyorum. Eminim ablam gibi çok güzeldir." Küçük eliyle yanağımı kavrayarak okşadı. "Güzeldir değil mi?"
"Angela lütfen, konuşma." dedim ona daha sıkı sarılarak. Yaşlar gözlerimden taştı, Angela bir kolunu gövdeme sarıp yüzünü omzuma yasladı.
"Abla neden ağlıyorsun? Kötü bir şey mi söyledim?"
"Édith hakkında konuşmak soru sormak yok. Anlaştık mı?"diye sordu titreyen sesimle.
"Ama."
"Angela lütfen."
"Tamam abla." dedi kırgın bir sesle. Ardından kapattı gözlerini sessizlik çöktü odaya. İntikam almaktan vazgeçmemiştim ama yorulmuştum.Kızımı huzura kavuşturmak, annesinin bebeğini unutmadığını bilmesi için, kalbimdeki acının soğuması için... Yorgunluğuma rağmen vazgeçmeyecektim. Vazgeçersem yaşamak için bir sebebim kalmazdı.Bu Angela bile olsa bir şey değişmezdi annesini ona bırakmıştım. Uzakta olmak zordu, uzakta olması, olmaları işkenceydi. Yanımda olan Angela'ydı.Lisette adamı ikna edene kadar Ange ile ilgilenecektim.Eğer uysaydı annem donör olurdu, Angela'yı seviyordu.Benden daha çok seviyordu. Kardeşime bağışçı olacak kişi bendim.Babalarımız bir olmayabilirdi ancak biz kardeştik.Kanımız uyuşacaktı buna inanıyordum.
İnancımı yitirmiştim ancak kendimi umut etmekten alıkoyamıyordum. Umut ördüğüm duvarları delip geçip karanlığıma ışık oluyordu. Karanlıktan korkup ağlayan küçük kız çocuğunun yüzüne vuruyordu. Oradaydı onu görüyordum. Odanın köşesinde annesinin kokusunun olduğu üzerine bol gelen gecelikle odanın köşesinde bizi izliyordu. Gözleri kırgın bakıyordu, hiç gülümsemiyordu. İfadesi her an ağlayacakmış gibiydi. Küçük Emelie'yi görmemek için gözlerimi kapattım. Sabah olana dek gözlerim kapalı durdu ama ben uyumadım.Angela göğsüme sinmiş uyurken ben tavana doğrulttuğum ellerimle zarflara bakmıştım. Korkuyordum kötü bir şey yazmıştır diye. Ama öyle bir şey yapmazdı. Yasemin kokulu sevgilisi onun canını yaksa da, o kıyamazdı.
Işıklar karanlığı delip geçip gün doğduğunda Ange'nin yanından kalkmıştım. İki yıl geçmişti ve ben hâlâ onu giydiği topukluların adım seslerinden tanıyordum. Pantolondan çıkan gömleğin buruşuk eteklerini düzelttim. Sanki normal bir şeymiş iki gün önce onu öldürmeye çalışmamışım gibi annemi karşılıyordum. Kapı kulpuna uzattım elini aynı anda indirdik kulpu.Kapı yavaşça aralandı ve işte karşımdaydı.Tam önümde nutku tutulmuş bir şekilde irice açılmış gözleriyle sevgili annem Sharon.Elindeki peluş ayı yere düştü ve annem "Eme.." adımı bile söyleyemeden öne doğru üzerime yığıldı. Annemi zar zor tutarak yere sertçe düşmesini engellemiştim. Bir elim belinde diğer elimle "Anne." diyerek yanağını tokatlıyordum.Daha ben hiçbir şey diyemeden bayılmış olması büyük şanssızlıktı.