Ve ben şimdiki beni yaratan kadın için hâlâ endişeleniyordum. Hâlâ aptal. Aptallığıma içten içe gülüyordum. Angela yatağını annesine vermiş kendi Lisette'nin gece oturduğu koltulta oturuyordu. Kucağında peluş ayıyla oynuyordu. Koltuğa hikaye kitapları saçılmıştı. Annemiz baygın olduğu bir saat boyunca mırıltılı seslerle masalları okumuştu. Akıcı okuyordu. Annemin yanına oturmuş elinden tutarak uyanmasını bekliyordum. Durumuyla empati yaptığımdan değil sadece doktorlara annem için üzüldüğüm numarasını yutturmaya çalışmasıydı benimkisi. Tansiyonu normaldi, başını onu tuttuğum için yerde çarpmamıştı. Sadece uyanmasını bekliyordum. Uyanmasını ve bana hesap sormasını. Kızgın halini özlemiştim.
Gözlerini kırpıştırıp başını ellerini arasına aldı. Göz kapakları aralandığında irkilerek doğruldu yattığı yerden. "Angela, Angela buraya gel." Kardeşim koşup yatağı tırmanıp Sharon'ın kucağına çıkmıştı. "Angela iyi misin?"
"Evet anne, sen? Ablamı da beni de korkuttun." Sharon'a sarılıp yanağından öptü. "Bak ablam geldi. Gelmez diyordun ama geldi işte. İlk benim yanıma geldi hem de." Sharon hemşireleri çağırmak için olan tuşa bastı defalarca. Bir hemşire gelip Ange'yi hastanenin oyun parkına götüreceğini söylemişti. Her şey alelacele olmuştu. Kapı kapandığı anda Sharon oturur pozisyona geçmiş ve yüzümü ellerinin arasına aldı. Yakından bakıyordu yüzüme. İfadem bir duvardan farksızdı. Sharon saçın olmadığı deride elini gezdirdi. Ardından bana sıkıca sarıldı. Bu dramatik haller ona hiç yakışmıyordu. Ve gözyaşları, ve de inilti ile iç çekişli ağlamalar...
"Aptal, aptal. Nerelerdeydin? Nerelerdeydin?" Defalarca sordu. "Nasıl kaçarsın? Nasıl gidersin?"
Omuzlarından tutup ittirip benden ayrılmasını sağladım. "Nasıl kendinde bana hesap sorma hakkı bulursun?" Bana ne sarılmaya ne de hesap sormaya hakkı vardı. Gümüş bilekliklilerin olduğu el bileklerimden tutarak asıldı.
"Annenim ben senin elbette hesap soracağım." Yüzü kırmızılaşmıştı. Bitkin göründüğü için sesi yorgundu. Eskisi gibi bağırmıyor yada azar çekmiyordu. "Bir kızım hasta bir kızım kayıpken neler yaşadığımdan haberin var mı senin? Öldüğünü sanmıştım..."
"Benim ne yaşadığımı biliyor musun? O tımarhanede... Yapayalnızdım. Tek başımaydım. Yoktun." dedim nefret dolu bir sesle. "Kızımdan ayırdın beni! Bebeğimin mezarına bile gidemedim. Ölmek istedim, kızıma kavuşacaktım. Bunu bile çok gördün bana."
"Hangi anne kızının ölümüne izin verir?" Sen öldürmesine izin verdin ama.
Bileğinden tuttum sıkı, annemde Angela gibi zayıflamıştı. Bileği daha inceydi sanki. Neden düşünüyordum ki? Biz anne kız ilişkisini aşalı arkada bırakalı çok olmuştu. "Hangi anne kızını hayvan gibi hapseder?" Annemin gözleri dolu doluydu. "Sesini çıkarmasın diye ağzına maske takar? Sen. Senin gibi acımasız biri anne olamaz."
"Emelie?"
"Yaptığın vahşiliklere masum mazeretler bularak kendini savunamazsın."
"Senden beni affetmeni istemeyeceğim." Sharon artık ağlıyordu. "Ama nefret etme."
"Nefret mi?" Histerik gülüşüm oda da çınladı. Anneme yaklaştım. "Sen nefreti hak ettiğini mi sanıyorsun? Oysaki nefretimi hak edecek biri değilsin benim için."
Annem titrek bir nefes alarak yanaklarıma koydu ellerini. Ağladığımı soğuk parmak uçları sıcak yaşlara değene kadar anlamamıştım. Kollarını bana sararak kendine çekti. Başım annemin omzuna yaslamıştı. Sıktığım bileğini bıraktığımda kızdırdığını gördüm. Önemsemeden yanağımı okşadı. Sanki beni önemsiyormuş, sanki beni seviyormuş, sanki hiçbir şey olmamış gibi. Annesi kızını, kızı annesini teselli ediyordu. Derin bir nefes aldım. Lanet olsun ki kokusu hâlâ huzur veriyordu. Ellerimi sırtına koydum. Bana acı veren asıl kişiden sevgi bekliyordum. Kollarımı gövdesine sardım. Birbirimize sarıldık.
"Küçükken de böyleydin. Yalan söylediğinde gözlerin hemen yaşlanır ve kızarırdı." Ellerim annemin bozulmuş topuzundaki kahve tutamlara gitti. Saçlarını okşadım. "Anne ve kız ne yaşanırsa yaşansın birbirinden nefret edemez. Aşkın bile düşmanın olabilir ama annen asla."
"Senden nefret ediyorum."
"Benden değil, gerçekleri duymaktan nefret ediyorsun Emelie." dedi ardından sessizleştik. Annem sıkıca sarılmaya devam etti bana. Ondan daha güçlüydüm ama o benden daha güçlüydü. Giydiği yün kazağı sıkmıştım ellerim titrerken. Ben hep güçlüydüm ama o hep beni yeniyordu. Sharon elini başımda gezdirdi. "Saçlarını kesmişsin."
"Angela içindi. Kendini iyi hissetsin diye." Yalandı ancak böyle bir durumda yapmayacağım şeyde olmazdı.
"Nasıl buldun bizi?"
"Gazetecilerden." dedim. "Fransa'da gittiğim üniversiteyi bulup bana sizi sordular. Oradan kardeşimin yattığı hastaneye kadar araştırdım. Kolay olmadı." Yalanda ne zaman bu kadar ustalaşmıştım?
"S-sen neredeydin?" Kekelemesine daha önce bir kaç kez daha şahit olmuştum. Ancak hâlâ şaşırıyordum. "Şimdiye kadar ne yaptın? Nasıl çıktın oradan?"
"Doktorlar deli olmadığımı anladı anne. Senin aksine." Çenemi omzuna sertçe oturmuştum. Kollarını gevşemişti. "Bende reşit olduğum için fırsat bu fırsat diyerek senden kaçtım." Annem Ange ile ilgilenirken üzerimdeki yetkisini tamamen kaybettiği zamanlardı. "Eminim ki sen olsan akıl sağlığım yerinde olsa da beni yine kapattırırdın oraya benzer bir yere."
"Yapmazdım seni çıkaracaktım ama Ange'nin hastalığının farkına o zaman varabildim ve ben birinizi seçmek zorundaydım." Doğru kişiyi seçtin. "Nerelerdeydin? Ona geri döndüğünü sandım hatta öldüğünü..."
"Beni merak etmeye hakkın yok." dedim kollarından tutup sertçe kendimden ayırdım. "Şimdi aptalca bir vicdan azabının içine sokma kendini. Pişman değilsin, sadece beni zorla değil de kendi irademle geri dönmemi kendine yediremiyorsun." Benim gidişim, Ange'nin hastalığı onu çok etkilemişe benziyordu ancak benden kendisine merhamet bekleyemezdi. "Tüm mesele bu vicdan sömürüsüyle beni yine kendine bağlamayı düşünüyorsun."
Cevap vermedi Sharon. "Kızlarımı yanımda istiyorum." dedi ve ellerimden tuttu. Bense sıkı sıkı kavradığı ellerime baktım. Ellerimi çekiştirdim ancak bırakmadı. "Lütfen... Ona gitmediğine göre ondan umudunu kestin. Ben buna inanıyorum. Sana yalvarıyorum, annen olarak yalvarıyorum. Beni ve Ange'yi bırakma."
"Ben sen değilim." dedim. "Senin bana yaptığını ben Angela'ya yapmayacağım. Bırakmam kardeşimi."
"Angela ölüyor..."
"Ölmüyor!" dedim. Nasıl böyle bir şey söylerdi? Kızının durumunu nasıl kabul ederdi? "Öleceğini söyleme!"
"Beni dinle." Fısıltılı sesiyle yalvarıyordu. "Sadece anneni dinle."
"Donör olacağım.” Kanım temizlensin diye içkiyi bırakırdım. Dikkat ederdim Hasta olduğum da ilaç kullanmak yerine bağışıklığımı güçlendirecek vitaminler bile kullanırdım. Aklıma gelen bunlardı ama yaşasın diye daha fazlasını yapardım. "Ange yaşayacak."
"Donör olamazsın."
"Neden? Bana engel olan hiçbir şey yok."
"Angela kardeşin değil."
"Elbette kardeşim onu sen doğurdun." dedim zorlukla.
"Hayır."
"Ne saçmalıyorsun?" Serum takmamışlardı bile.
"Tek biyolojik kızım sensin, Angela'yı evlat edindim." Bu cümleleri bulunduğumuz hastane odasında kurarken başka birini öldüreceğimin temellerini bizzat kendi atacağını bilemezdi. "Bu yüzden Angela'yı evlatlık edinmek ikinci kez evlenmiştim. Kardeşin evlatlık. Sen ona yardım edemezsin Emelie."
●●●
Her kalp atışımın ardından kum torbasına geçirdiğim yumruklar bedenimi iki yarıyor gibi acıtıyordu. Dirseklerime kadar uzanan acıdan besleniyordum sanırım. Çünkü artık yumruklarım acıtsa da devam etmem konusunda beni kamçılıyordu. Boks eldivenleri bir yastık gibi yumrukları yavaşlatıyordu. Onlar yerine bandaj kullanıyordum. Bandaj sıkı düğümden kurtulup düşeceği sırada durup elimdeki bandajları değiştirdim. Yeni bandajları elime bağladıktan sonra beyaz kuma ellerimi batırıp birbirine çarpıp çırptım. Kum toz olup loş deponun içinde uçuştu. Kum torbasına ilerlediğimde gördüğüm şey kırmızı bir kum torbasından daha çok o adamın yüzüydü. Derin bir nefes alarak geriye doğru pozisyon alarak bacağımı kum torbasına savurdum.
Kum torbası patlayacakmış gibi ileri savruldu. Durmadım bu sefer tekmelerimden nasibini aldı. Tenim ter içindeydi. Kısa saçlarımda parlayan ter damlaları omuzlarıma düştü. Burnumdan sert bir soluk alarak kum torbasına en esaslı yumruğumu oturttum. Yumrularımı başımın hizasında tutarak art arda birkaç yumruk daha atıp yumrularımı aynı noktaya odakladım. Durmak yerine vurmaya devam ettim. Eledon durmamı söylediğinde bile sınırımı çoktan geçmiştim. Bir kez daha tekmeledim kum torbasını. Dayım adamlarını es geçerek arkamdan kollarımı tutarak beni durdurmuş ve hızla uzaklaştırmıştı. Bandajlı ellerimle nefes nefese yere diz çökerken şişedeki suyu açıp yüzüme çarptım. Dizlerim sert zemine çarpınca kemiklerim birbirine geçmiş gibi sızladı.
"Her şeyin bir sınırı vardır." dedi ben kum torbasına bakarken. İki adamı kum torbasını açıp içindeki yüzü tanınmayacak şekilde morarmış ve şişmiş herifi beceriksizce dışarı çıkardılar. "Onu öldürmek istemediğini söylemiştin ama sen..." Elinde olsa kulağımdan tutup çekiştirecekti. "Bundan sonrasına sen dokunma. Gece müzayedeye çıkacaksın. Sağlam olman gerekiyor."
Bandajın açıldığı elimi kazıtmayı bıraktığım, kısa saçlarının arasından geçirip burnumdan sert bir soluk verdim. "Bana ne yapacağımı söyleme dayı. Çünkü sende biliyorsun. Ne yapacağımı söylediğinde, yapmıyorum."
Dudakları aralandı bir şey söyleyecek gibi oldu ama göz devirerek dudaklarını birbirine bastırdı. Tabanlarımın üzerinde doğurulup çömeldiğim yerde soluklanmaya devam ettim. Bu hissettirmişti; Kardeşimi kara pazara bir mal gibi satan dayısını dövmek. Parmağımla adamı işaret ettim. "Dayı var, dayı var. Değil mi dayıcığım?" Ardından elimi çenemin altına yasladım. "Bu orospu çocuğunun ölmesini istemiyorum."
"Ölmekten beter ettin o piçi." dedi, sesi sertti. Belli belirsiz gülümsedi. "Aferin, yeğenime"
Beni haksız bulamazdı. Ben doğru olanı yapmıştım. Angela'nın gerçekten kardeşim olmadığını ve annemin anlattıklarını öğrendikten sonra Ange'nin dayısını bulmuştum. Domuz iyi dayanıyordu. Annem sadece adamın adını biliyordu. Bu bile benim için yeterli olmuştu. Dayım adamın takıldığı bara kadar her şeyi bulmuştu. Ange'nin annesi yüksek dozdan ölmüştü. Bir erkek bir kız abisi ve ablası vardı. O domuzdan öğrenebildiklerimiz bu kadardı. Ve sonra dayım Angela'nın bebeklik fotoğraflarını gördüğünde onun pazarı büyükbaba Arman yönettiği zamanlar Kara pazarda satıldığını söylemişti. Evet, insanda satılıyordu. Dayım boşu boşuna oraya çıktığında insanlığını geride bırak dememişti. Hiçbir insan Kara Pazar'a katlanamazdı.
Annemin de Kara Pazar'da ki o maskeli insanlardan biri olduğunu öğrenmek... Sharon beni şaşırtmaya devam ediyordu. Kendime sormadan edemiyordum. Ange için ne kadar ödemişti? Eminim ki oraya bir insan almak için gitmemişti. Ailesini merak etmişti ve benim annem bir bebeği o piç sürüsünün eline bırakmayacak kadar da merhametliydi. Melek kılığındaki şeytan değil, şeytan kılığındaki melek. Bu cümle annemi özetliyordu. Sharon Øuuen'i. Elimdeki bandajları çözerken kızarmış elimi ve nasır tutmuş boğumlarımı gördüm. Yirmi birimde, yaşlı bir insanın ellerine sahiptim. Bugün Mrs. E olacaktım. Sabahın erken saatlerinde bir domuzu döverken, gecenin geç saatlerinde sıfırlarının bol olduğu bir elbise ve pahalı mücevherlerle donatılacağım bir müzayede de olacaktım.
"Ayık ayık bakıp gülümseme. Adamlarımı korkutuyorsun." dedi kollarını gövdesinde bağlayarak. En güvendiği adamlarının üstünde gözlerini gezdiriyordu. Keskin şahin bakışları her birinin üzerinde dolandı. Siyah giyimli adamlar yerdeki domuzu toplamaya çalışırken "Bırakın orada kalsın." diye emretti. "Onunla benimde işim var."
"O domuza benim dışımda kimse dokunmayacak." Kaşları havalandı. Adamlarının önünde ona emir vermem, haddimi aşıyor olabilirdim ama benim sayemde Kara Pazar'dan gelen parayı dörde katlamıştı. Bir nevi Lisette gibi dayımla da ortak sayılırdık. "Benim dışımda kimseye sende dahilsin dayı." Şaşırmış olacak ki kaşları biraz daha havalandı ama sanki bu baş kaldırışımdan memnun olmuş gibiydi. "Kendine gelince Ange'nin biyolojik annesinin mezarı neredeymiş ve abisi ile ablasını hangi yetimhaneye terk etmiş bunları öğreneceğim." Domuz, söylemiyor üstüne para istiyordu. "Bakalım kanına zehir karışınca ne yapacak?"
İç çekti. "Arkanı yine ben toplayacağım öyleyse." Başını sertçe omzuna yatırdı. Ayağa kalktım. Tüm eklemlerim ağrıyordu. Arkamı toplamaktan kastettiği kanı temizlemekti. Francois Bernand'ın çizilmiş yüzü hâlâ yemek salonunun odasında duruyordu. Üzerine büyük bir tablo vardı sadece. "Keyfine bak. Bu sefer sana karışmayacağım. Sadece domuzu fazla böğürtme öylelerinin sesine karşı bile tahammülüm yok."
"Halbuki Angela'yı satılığa çıkaran büyükbaba Arman'dı."
"Kara Pazar'dan söz ediyoruz. Sana söylemiştim oraya adım atınca insanlığını unut." Sakince yutkundu.
"Gümüş servis."
"O ne?"
"Mal alıcılara gümüş servisle gelir. Bu özel bir istekse. Ne olduğu bilinmez. Ben bile bilemem. Kara Pazar'da en büyük ağa sahip satıcı olabilirim ama benim gibilerde var. Angela gümüş servisle gelmiş olmalı." Bunu zaten biliyordum. Müzayede satılan şeyleri sergileyen bendim. "Çocuk, kadın, erkek yada bebek fark etmeden gümüş servis isteğe göre oluyor. Kimse sergilenene kadar ne olduğunu bilmiyor."
"Bu tehlikeli ve riskli." Ama daha hiç gümüş servis sunmamıştım.
"Evet." dedi bir şey hiç söylemek istemez gibi. "Bu gecede gümüş servis olacak. Ne olduğunu bilmiyorum."
"Beklemek heyecanlı," Gülümsemem büyüdü. "sunmaksa eğlenceli olacak desene."
●●●
Kapı açıldığı anda gecenin soğuk havası bacaklarıma çarptı. İrkildim. Saat tam olarak kaçtı bilmiyordum çünkü saatlerdir üzerimdeki siyah elbiseyi saten elbiseyi bulmak için saatlerimizi harcamıştı. Sadece bir elbiseydi ama ondan yardım istediğimde bunu o kadar ciddiye almıştı ki onun hevesini kırmadan istediği her elbiseyi denemiştim. Müzayedeye hep uzun elbiselerle çıkmıştım bunu bildiğinden kendisi benim için mini bir elbise seçmişti. Yüksek topuklu siyah mat renkli topuklular dayımla boyumu eşitlemişti. Arabadan inerken saten eldivenli elimle dayımın elinden tuttum. Yürürken bana hep eşlik ederdi. Mezarlık bir korku filminin prodüksiyonu gibiydi. Yerin metrelerce altına inşa edilen yapılara alışmıştım.
Eski bir mezar anıtının içinden geçerek içeri girmek o yer altındaki yapılara girmek için yüzlerce yoldan biriydi. Dışarısı gece mavisinin boyadığı göğün altındaydı ve hemen önümüzde içine gireceğimiz kapı görevi gören anıt mezar vardı. Dışarısı zifiri karanlıktı ancak arabaların farları yolları aydınlatıyordu. Lisette ilk yanımda gelmemişti sanki okulda ilk gün okula başlamış çocuk gibi hissediyordum. Lisette doktorun yanındaydı. Aralarında ne olduğunu bilmiyordum ama ben bile Andre'yi öldürdüğüm günden beri doktora eskisi kadar psikolojik baskı uygulamıyordum. Lisette'nin onu nasıl ikna ettiğini hâlâ bilmiyordum. Yani o söylemiyordu. Nate bir adres yazmış ve ben öldürmeden önce Andre'yi orada küçük bir sağlık kuruluşunda çalışırken bulmuştum.
Ve onu öldürmem için sadece üç gün izlemek yetmişti.
Elimi yüzümdeki maskeye uzattım. Köprücük kemiğime bir damar gibi dolanmış geçici yılan dövmesine benzer figürler vardı maskede de. Boynumda inci, siyah elmaslı kolye. Kolyeyi her müzayede de takıyordum. Rüzgarın tıpkı bir fısıltıyı anımsatan sesi tenimin etrafından geçerek başımdaki peruğun sarı tutamlarını uçuşturdu. Omuzlarıma örtülü olan şalı düzelttim. Heyecan dalgasına kapılmamak istemesem de gümüş servisin ne olacağına karşın içimde bir heyecanın ilk kıvılcımı tutuşmuştu. Sıcak nefesim soğuk havaya dökülüyordu. Dayım maskesinin altından bana bakıyordu. Mat rujun olduğu dudaklarını iki yana kıvırarak gülümsedim. Her zaman olduğu gibi kendisi benden daha gergin oluyordu.
Ağır adımlara eşlik eden tok topuklu sesleriyle anıttan geçmiş üçer düzine merdivenden inip bizi karşılayan Victoria dönemi koridordan geçmiştik. Dayım alıcılar arasında yerini alırken ben sahne arkasında birazdan bir prömiyere çıkacak gibiydim. Yirmi birinci yüzyıla ait kalan son elektrikler de söndüğünde ışık kaynağı içeri aynalar aracılığı ile yansıtılan ay ışığı ve tavandan sarkan avizedeki mumlardı. Perdenin arkasındaydım, gümüş bir örtü altında getirilmişti. Gümüş servis... Ben dahil herkes merakla başını öne uzatmıştı. Hemen ardından çıkışımı yapıp abartılı bir sesle kendimi Mrs. E tanıtmış ve gümüş örtüyü çekmiştim. .Siyah saçları güzelce örülmüş, yaşına göre onu daha büyük gösterecek bir makyaj yapılmıştı yüzüne. İğrenç bir jartiyer giydirilmiş ve boğazı, elleri ile ayakları domuz bağıyla bağlanmıştı. Üstünde hiçbir şey yoktu. Yaklaşıp kafese dokunduğumda ürperdi. Gözyaşlarını tutamadan ağlıyordu. Ağzında top gibi bir şey vardı konuşmasını, çığlık atmasını engelliyordu.
Bu görüntüden öylesine midem bulanmıştı ki... Şoku benden önce alıcılar atlatmıştı. Elinde tuttukları sayıları açık arttırma için bekliyorlardı. Eğer karşı çıkarsam hâlâ şok içinde duran dayımın konumunu ve işlerini riske atardım. Ve kız... Siktir. Girdiğim boktan işte insanlığımı arkamda bıraktığımı sanırken içimde hâlâ bir kaç zerresi bulunuyordu. Kara Dalya yazıyordu kafesin tavanında. Kara Dalya...
Fısıltılı gürültüyü küçük alkışlarımla susturdum. "Açık arttırmayı başlıyor! Üç milyar!" İşte kızın kurtuluşu buydu. Üç milyar Siyah Dalya için biçilen değerden kat ve kat daha fazlaydı. Havaya hevesle kalkmayı bekleyen eller duraksadı ve yere indi. Öfkeli bir nidayla seslendim. "Üç milyar arttıran yok mu? Arttıran?" Ağlayacak gibi hissediyordum ancak içimdeki öfke daha baskındı. Kıza baktım. "BU GÜZELLER GÜZELİ SEKS KÖLESİ, DAHA REŞİT BİLE OLMAYAN KIZ ÇOCUĞU İÇİN ARTTIRAN YOK MU? Kara Dalya için üç milyar!"
Salon dakikalarca benim bağırışımla inledi. Ancak kimse bu kıza o kadar parayı biçmedi. Dayım ayağa kalkmış, salonu terk etmişti. Müzayede üç saate yakın sürmüştü. Hayvanlar, bitkiler, sanat eserleri, mücevherler o kız dışında bir çok şey satılmıştı. Soğuk kanlılığını her dakika özenle korumaya dikkat göstermiştim. Müzayedenin kapanışının ardından kendimi süit odaya atmıştım. Dayım, Josephine koltukta bacak bacak üstüne atmış sigarasını içerken göz göze gelmiştik.
Direkt kendimi savunmaya geçmiştim. "Biliyorum sinirlisin ama o pedofili piçlere o kızı yediremezdim!"
"Kız, Kara Dalya satıldı." dedi sakin bir sesle. Kaldığı yerden sigarasını içti. "Uygun bir fiyata alıcı buldu."
"Orada yaptıklarımı gördükten sonra nasıl yaparsın?!" diye bağırdım. Öfkeyle harmanlanmış sesim odada yankılanıyordu. "Kara Pazar'a aykırı. Müzayede dışında hiçbir şey satın alınamaz!"
"Sen satın aldın." dedi kısık bir sesle. Sigarası bittikten sonra küllüğe bastırıp ayağa kalktı. Paltosunun yakalarını düzeltti. "Bugün satılanların payından sana düşen o kızın fiyatıydı. Üç milyardan daha az." Yavaşça gölgesine düştü adımları. Elini omzuma koydu. "Ama bir daha sakın Emelie. Ne Sharon'ı ne müzayedeyi riske atma. Aksini yaparsan olacakları biliyorsun."
"Bir daha olmayacak. Bırakıyorum." dedim. Uzun zamandır aklımdaydı. "Sharon'ın yanına döneceğim. Ange'yle ilgileneceğim. Üniversiteye odaklanacağım."
Elini omzumdan çekti. "İntikam oyunun bitti mi?"
"İş bitti dedim. İntikam almaya devam edeceğim. Sadece bir kaç yıllığına istirahate çekiliyorum." diye fısıldadım ruhsuz bir sesle. "Anlayacağın dayı, yoruldum."
Ve kızımı özledim.
●●●
"Ayak bileğinde burkulmadan dolayı morarmalar vardı. Göğüs kafesinde çatlaklar... Sırt ve baldır bölgesinde işkence izleri..." Sustu. Gözlerime bakarken bunların sorumlusu benmişim gibi bana tiksintiyle bakıyordu. Dikildiğim pencere kenarından bakıyordu bana. Tek kaşımı kaldırınca, bakışlarını kaçırdı. Çenemi kaldırdım. Taksit taksit konuşması sinirimi bozuyordu.
"Vücudunda ki hasarları anlatmaya devam et." Yaptığım işten haberi vardı. Aramızda gizli saklı da yoktu."Satın aldığım malın tüm kusurlarını bilmek istiyorum."
Lisette oturduğu yerden inanmayarak baktı gözlerimin içine. "Gericiler gibi konuşmasana! Malmış." Bana sesini yükseltebilen iki kişiden biriydi ve bunu fazla fazla kullanıyordu. Dakikalardır da sinlerle bakıyordu bana. Lisette insanlar konusunda iyice hassaslaşmıştı.
"Anal bölgesinde," diye devam etti Natehaniel. İkimizde aynı anda dikkat kesilerek doktora baktık. "Ciddi yaralanmalar ve zorlanmalar var. İstismara ve çok kez saldırıya uğramış"
Dondum. Bu tür şeyleri duymayı bekliyordum ancak kulakların gerçekten duyması ile aynı şey değildi. Nefes alamadığımı hissettim. Bir pislik gibi davranıyordum sadece o kıza mal muamelesi yapmayacaktım. Kaç iğrenç mahlukat elini sürmüştü o kıza? Hepsini öldürebilirdim. Her birini.
"Malın (!) zarar gördüğü için böyle oldu yüzün!" diye bağırdı Lisette ayağa kalkmış karşıma geçmişti. "Onu kurtardığın için sevinmeli mi? Yoksa daha beter birinin eline düştüğü için üzülmeli mi?"
"Polise bildirmemiz gerekir. Belki kaçırıldı ve Kara Pazar dediğiniz yere kadar düştü." dedi Nate. Akıllıca konuşuyordu ama polis işin içine girerse kızla kısıtlı kalacaklarını sanmıyordum. Lisette onu duymuyor gibiydi yakama yapışmış çekiştiriyordu. "Reşit yaşta değil daha çocuk. Ailesi kayıp ilanı vermiş olabilir." Duraksadı ve kuzenime baktı. "Lisette burada ciddi bir şeyden söz ediyoruz. Çocuksu davranışlarını, lütfen kendine sakla."
Platonik biri için fazla ağır, gurur kırıcı sözlerdi.
Lisette kaşlarını çattı "Natehaniel, Emelie'nin tarafını mı tutuyorsun?"
"Emelie'yi benden daha uzun zamandır tanıyorsun ne zaman alaycı ne zaman ciddi konuştuğunu anlaman gerekir." Nate acımıyordu.
Lisette afalladı ve aynı anda kendini toparladı.
"Yine de böyle durumlarda ne dediğine dikkat etmeli." Sesi kırgındı. Tekrar kızgın gözlerle bana baktı. "O kıza bir zorba gibi davranmayacaksın. Hepimiz huyunun nasıl olduğunu biliyoruz."
"Annelik yapacağım ona."dedim. Bileklerinden tutarak ellerini yakamdan ayırdım. "Ne sanıyorsun sen beni sadist biri mi?"
Nathaniel gözlerini devirip boğazını sıvazladı. "Geceleri uyurken boğazımda beni boğan eller hissediyorum. Bunun sorumlusu sensin."
Lisette'nin bileklerini bıraktım. "Belki de seni boyundan aşağı felç bırakmalıydım." Dik dik baktı bana. "Tamam bu da şaka olsun hadi." Boynumu yana eğdim ve gülümsedim. "Kıza baktığın için sağ ol, doktor. Geri kalanıyla ben ilgileneceğim." Kızın odasının kapısının önünde durdum. "Birde psikoloğunun numarasını alabilir miyim? Lazım olacakmış gibi görünüyor."
Bunu derken boğazına makas dayamış kıza bakıyordum.
●●●
O yemiyordu.
O konuşmuyordu.
Benim gibiydi. Kendim kısa sürede toparlamış olabilirdim ama aynısını ondan bekleyemezdim. Lisette ve
Natehaniel onunla ilgileniyordu. Ben sadece geceleri bir kaç dakikalığına uğruyordum. Sonra bu bir saate kadar uzamıştı. Ona kardeşime okuduğum gibi kitap okuyordum. Oysa hiç kırpmadan gözlerini tavana dikip ses çıkarmadan dinliyordu beni. En sevdiği klasik Nana'ydı. Yokluğumda Lisette'nin anlattığına göre Nate sürekli onun zinde tutmak için taktığı serumlar sırasında kızla tek taraflı sohbetler ediyordu. Kendi de kıza şeker götürüyordu. Onu uyarmıştım, yıllarca yetersiz beslenmiş biri için şeker zararlıydı. Bu yüzden kıza protein ağırlıklı yemekler götürüyordu.
Bense iki yıldır alt üst olan hayatımı düzene koymaya çalışıyordum. Yalandan gittiğim üniversiteye yakın bir apartman kompleksine sanki biri orada yaşıyor gibi eşyalar alıp koymuştum. Sharon'ı burada yaşandığıma ikna etmek zor olmamıştı. Hafta sonları kardeşimin yanındaydım. Tedavisine burada devam ediyordu. İlaçlar ve kemoterapi onu yoruyordu. Kanımı donör olmak için vermiştim ama kanlarımız uyumsuz çıkmıştı. Annemin kanıda uygun değildi tek çarem kan bağı olan başka akrabalarını bulmamdı. Angela'ya elbette hiçbir gerçekten bahsetmemiştik. Bu durumu kavrayacak yaşta bile değildi. Ben bile değildim. Böyle bir şeyin gerçekliğini sorguluyordum. Dayısının kanıda uyumsuzdu.
"Hadi ama." dedim çenesini sıkı sıkı kavramış ağzından akan iğrenç kanla karışık salyalar elime akarken. Sigarayı ağzımdan alıp diline bastırdım. Boğukça inledi ama kollarından tutan iki adam yüzünden karşılık veremiyordu. "Kardeşimin, biyolojik kardeşleri nerede?" Dilinde söndürdüğüm sigarayı uzağa fırlattım. Boğukça inledi bir süre. "Hâlâ bir paket sigaram var ve bir çok zamanım."
"Orospu." dedi. "Erkek mi kadın mı olduğu belli olmayan dönme seni öldüreceğim!"
"İnsan bile denilemeyecek bir mahluktan bunları duymak benim için hiçbir şey ifade etmiyor." Yanımda getirdiğim çantadan şırıngayı çıkardım. Daha bir saat öncesi kaynağından alınmış zehir konyak gibi parlıyordu. Şırınganın ucundaki iğneyi hiç beklemeden adamın boynuna sapladım. Sızlandı. Zehir kanına karıştı. Boğuk sesiyle küfürler mırıldanıyordu. "Birazdan burnun kanamaya başlar..." demeye kalmadan burun deliklerinden damlalar sızmaya başlamıştı.
"S-sen ne verdin bana?!"
"Zehir." Kanlı gözleri büyüdü. "Hemen telaşlanma yanımda panzehir de var. Ama onu sana vermem için senin de bana bilgi vermek gerekiyor. Bu kadar dövülmek yetmez mi?" Omuz silktim. "Ben bile yoruldum."
"Para..." Domuz ölecekti ve işi gücü hâlâ paraydı.
"Sana istediğimi söylemiştim... Ve para yok." Angela'yı da bu yüzden satmamış mıydı, kumar borçları yüzünden. "Vaktin azalıyor panzehiri istiyorsan bana anlat." Kan kustu. "Alo! Duyuyor musun yaşlı domuz?! Diyorum ki öleceksin."
"T-tamam." dedi. Yüzü sarkmaya başlamıştı. Felç oluyordu. Neyse ki kalbe ulaşana kadar yavaş sürüyordu. "Annesinin bir mezarı yok. Y-yakıldı o. Külleri S-sein'e döküldü."
"Neden öldü?"
Cevap vermedi.
Panzehirin olduğu şırıngayı sallayarak ıslık çaldım. " Kurtuluş biletin kaçıyor."
"BEN ÖLDÜRDÜM!" Başını öne eğmiş dayımın adamları kollarından tutmasa yere yığılacaktı. "Sarhoştum ve o da eve yine bir erkek getirmişti... Boğdum."
"Fahişe miydi?" Başını olumlu anlamda salladı. Kadın işime yaramazdı. Nasıl öldüğünü merak etmiyordum. Boktan bir hayat boktan bir ölüm tanıdık bir son gibi geliyordu. "Diğer çocuklar nerede?"
"E-erkek olan yeğenim öldü." dedi. "Aynı hastalıktan ve k-kız olan yeğenim hâlâ şehirde ama nerede yaşadığını bilmiyorum."
"Adı ne?"
"B-bu isim yetimhaneye onu bırakırken annesinin ona koyduğu isimdi. Liana Petit."
"Doğru söylediğini nereden bileceğim?" Tek kaşımı kaldırdım. "Bir kanıtın var mı?"
"E-e-evet. Evimde doğum belgeleri var." Ayağa kalktım, önüne çökmüş başını zar zor kaldırıp bana baktı. "P-panzehir?"
Şırınga elimden düşüp yerde parçalandı. Bıçağı belimdeki kılıftan çıkardım. "Ne panzehiri?" Domuzun kanlı gözlerinden akan yaşlar kanına karıştı. Adamlar kollarını bırakınca ayaklarımın önüne yığıldı ve her biri depoyu terk etti. Dayımın köpekleri çabuk öğreniyordu. Bıçağı hâlâ duyuları canlı olan adamın yüzüne sapladım. Yanağından girip diğer yanağından çıkmış ve acıyla bağırdığı için kanla yıkanan eti yırtılmıştı. "Ölmelerine yakın zamanda yüzlerini çizerken günahkarla hep konuşurum ve seninle epey uzun bir sohbetimiz olacak."
●●●
Hayatımda yaşadığım son iki yılın her günü intikam planlarıyla geçmişti. Yalan söylemeyeceğim on yedime kadar hayatı Ange'ye okuduğum masallardaki gibi tozpembe ve mutlu sonla bitecek sanırdım. Ancak hayat öyle değildi yazar kaderi yazarken faninin gözünün yaşına bakmıyordu. Ufak tefek seçenekler bize bırakılıyordu. Annemin hükmü altında rahat içinde yaşayarak aşkımı ve kızımın unutmayı seçebilir, annemin bana biçtiği kariyerde ilerleyebilirdim. Tekrar aşık olabilir evlenir ve çocuk doğurabilir kendime aile kurabilirdim. Ama bunları yaparsam o ikisine ihanet edeceğimi düşünmüştüm. Kalbim, ruhum, zihnim o şey her neyse ona çelik zincirlerle bağlıydım. Aşık olmayı hiç denememiştim.
Çünkü baktığım her erkeğin yüzünde onun ağaç evde son kez gördüğüm yüzü canlanıyordu. Kızımın mezarını sürekli gidiyordum. Sharon, kızımın mezarının yerini bildiğimi bile bilmiyordu. Yasemin çiçekleri götürüyordum mezarına ve baharları tohum ekiyordum toprağına. Böylelikle kokum asla gitmeyecekti ondan. Mektuplar vardı birde hiç açamamıştım onları. Ne yazdığını okumaktan korkuyordum. Yazdığı kelimelerde benden nefret ettiğini okursam ruhum bu acıya dayanamazdı. Kendim için yeni bir hayat düşünemezken onun için hep en iyisini hayal ediyordum. İyi bir eğitimin hayatından sonra üniversite de tanıştığı kızla evlenecekti. Belki çocukları olurdu. İşinde başarılı olacaktı. Onun için imkansız değildi. Bir hayalden öte olan gerçekti. Ben geçmişe bağlıydım ama o özgürdü istediğini yapabilirdi. Anılarımız hep benimle yaşayacaktı. Önümde, yerde oturan kıza düştü bakışlarım.
"Mrs. E." dedi ürkek bir sesle. Ellerini dizlerine yaslamış yerde oturuyordu. Başını önüne eğmişti. Uzun siyah örgüsü omuzundan aşağı sarkıyordu. Önümde diz çöküp itaat etmeyi beklemesi gerçekten rahatsız ediciydi. "Efendim mi? Sahip mi? Size nasıl sesleneyim?"
"Emelie demeye ne dersin?"
Şaşkın şaşkın bakındı bana. "A-adınızla mı seslenme mi i-istiyorsunuz?" Yüzüme baktığında kekelemeye başlıyordu.
"Emelie demek o kadar zor değil."
"A-ama her zaman e-efendim yada sahip diye s-seslenirdim." diye mırıldandı. Yüzünü tekrar öne eğmişti. "Ben sek-"
"Değilsin." dedim. "Ben o tür bir insan değilim yani bilirsin dominant efendi tarzı." Dilimi ısırdım. Kızın ne yaşadığını kimse bilmiyordu. Gittiği duvar yüzlü, buz sesli psikologların hiçbirine konuşmamıştı. Evet, hayır yada bir kaç kelime dışında benimle de konuşmuyordu. Onun dilini açmak için ilgilenecektim onunla. Ayağa kalktım yanına gelince eğilip ellerinden tuttum"Yanımda rahat ol." Onu kendime çekip kalkması için yardım ettim. Bileğindeki burkulma hâlâ ciddiydi. Elimi beline koyup kolunu omzuma attırdım. Beslenmesi iyiydi, kilo almış yüzüne canlılık ve renk gelmişti. Koltuğa oturduğunda yüzüne yabancı bir his yerleşmişti.
Elini bırakmak istediğimde sıkı sıkı tuttu. "M-mrs E sensin, değil mi?"
"O sadece sahne adı gibi bir şeydi. Gerçek adım Emelie, Emelie Owen." Adını bilmediğim ama aylardır her şeyiyle ilgilendiğim kıza baktım. Bize bir şey söylemiyordu. Kaç yaşında olduğunu bile bilmiyordum. Nate on beş, on altı diye tahmin ediyordu. Vücudunun gördüğü ağza alınmayacak muamelelerden sonra adet olmayı da erken bırakmıştı. Kız için üzülüyordum ama ona karşı mesafemi de koruyacaktım.
Natehaniel fizik tedavisi olduğu için Lisette de Nate'le ilgileniyordu. Doktor tekrar üniversiteye başlıyordu ve Lisette'nin vicdan terazisinde ağır basan suçluluk yüzünden adama yardım ediyordu.
Ona arkadaşımmış gibi hitap etmem aramızın iyi olduğu anlamına gelmiyordu. Bakışlarından bile benden iğrendiğini anlıyordum. Andre onun yüzünden ölmüştü sonuçta. Onu konuşturmalıydım Kara Pazar'a onu kimin sattığını bilmiyordum. Kimse bilmiyordu. Yalnız kalmamalıydı. Hâlâ benim gibi intihar düşünceleri olduğuna emindim. Kim bilir belki ölmesine izin verirdim. Sonuçta köle değildi özgürdü, kendi iradesiyle seçebilirdi.
O zamana kadar ona iyi bırakılmasını sağlayacaktım. Bu yaşında çok yorgun ve ürkek bakıyordu gözleri. Bana, eski beni hatırlatıyordu.
"Ama M-mrs E sarışın ve renkli gözlüydü?" Fazla merak iyi değildi.
"Peruk ve lens." dedim. Anlamayan gözlerle baktı bana. "Gerçekte kumral ve kahverengi gözlüyüm."
"Emelie." dedi aralık dudaklarının arasından. "Güzel bir ismin var Emelie."
"Teşekkür ederim." dedim. "Senin adın-"
"Adım Adele." dedi sevecen bir tavırla. Öldürdüğüm sürtükle adaştılar. Elimi koparırcasına elinden çektiğimde ürkek bakışlarıyla bana baktı ve sordu; "Y-yanlış bir şey mi dedim?"
"Adele, güzel isim." dedim ardından saçlarını okşadım. Yumuşak ve temiz kokuyorlardı. İlk günler kendi yıkanabilecek zinde olmadığı için onu ben yıkamıştım. Soğuk şeylerden ölesiye nefret ediyordu ve sıcak şeyleri seviyordu. Bunu soğuk bir kaç damla tenine değil attığı çığlıkla anlamıştım. Çok acı dolu bir çığlıktı. "Ama ben sana Nana diyeceğim. Sende bana sadece ikimiz varken ilk duyduğun Mrs. E ismiyle seslenebilirsin."
Önünde çömeldim. Kilo almış olsa da bedeni küçük bir kız çocuğuna aitti. "Artık hayatın eskisi gibi zor ve kötü olmayacak Nana. Sana iyi bakacağım." Gözlerini bana bakarken bir kez olsun kırpmıyordu. Korkutucuydu. "Ve sende bana hikayeni anlatacaksın." Masum bir gülümseme ve iyi niyet göstergesi kabuğunu çabucak kırabilirdi. "Eğer anlaşırsak bunları başına getiren kişileri öldürmene yardım ederim. Söz veriyorum. İntikam almayı istemez misin?" Başını olumlu anlamda salladı. "Öyleyse anlaştık mı?"
"A-anlaştık Mrs E."
"Bir ailen var mı Nana?"
Gözleri doldu. "Babam vardı. Öldü."
"Neden öldü?" Sorularımı yumuşatmadan soruyordum çünkü kabuğundan ilk kez bu kadar çıkabilmişti. Fırsatı kaçıramazdım.
"Dolaba saklanmıştım..." Boynumu yana yatırıp kucağında sıktığı ellerinden tuttum. "Onu vurdular, silah sesini duyunca elimde olmadan çığlık attım sonra beni yakaladılar. Başımı bir yere çarptılar..." Bakışları donuklaştı. "Uyandığımda yaşlı bir adamla aynı yataktaydım." Birden biriktirdikleri gibi gözyaşları da boşalmıştı. Başının arkasından kavrayarak yüzünü göğsüme bastırdım. "Lütfen beni bırakmayın Mrs E."
"Bu bana karşı nasıl davrandığına bağlı Nana."
"S-size sadık olacağım."
"Kaç yaşındasın?"
"On altı, sanırım..." dedi tereddüt içinde.
"Seni Kara Pazar'a satan kişinin adını biliyor musun?"
"Moses..." dedi yutkunarak. "Moses Clark."
Bir çok kişiye sözüm vardı. Kızıma Lisette'ye, Eledon'a ve şimdi de Nana'ya.
Siktir.
Karanlık zihnimi köreltiyordu. Kendi intikamım için öldürürdüm, ne yaşarsa yaşasın başkalarının intikamı için değil. Bu acımasızlık değildi sadece belirli kriterlerim vardı.
Üstelik verdiği sözleri tutan biride değildim.