1.HAYALET ŞEHİT
Merhaba benim eski ve bu kitapla tanış olan okurlarım. Öncesinde bir açıklama yapmak istiyorum.Bu benim askeri kurguda ilk deneyimimdir. Normalde edebiyat öğretmeni olduğumdan savaşla ilgili çoğu kitap okudum. Ama Dreame uygulamasında hiç askeri kurgu okumadım. Başka uygulamalardan da kitap okumadığım için rica ediyorum kimse sonradan benzer hikaye olduğunu söylemesin. Yani okumadım, bilgim de yok. Ben kendi öğretmen duyularım ve hayal dünyamla bu kitabı yazacağım kısmetse.
Şimdi gelelim can alıcı konuya. Konu nerede geçiyor? Bilindiği gibi ben Azərbaycan vatandaşıyım ve orada yaşıyorum. 8 yıldır da Azərbaycan dili ve ədəbiyyatı öğretmeni olarak düzenli olarak çalışıyorum. Ve 2020 yılında İkinci Qarabağ savaşında biz ermenilerde olan topraklarımızı geri aldık. Zor oldu ama bir millet iki devlet olan sizlerin de yardımıyla birlikte o topraklar geri kazanıldı. Benim yazmış olacağım konu topraklar geri alındıktan sonra orada geçen yaşamı konu alacak. Ama şehir ismi vermeyeceğim. Çünkü Vatan konusu hepimiz için zayıf bir noktadır. Ve onu korumak için her hangi bir şehir ismine gerek yoktur diye düşünüyorum. O yüzden keyifli okumalar dilerim.
Yazar anlatımı...
Genç kadın bu şehre yeni gelmişti. Aslında şehrin kalabalık merkezine değil, sınır hattına yakın, savaşın ve yeniden varoluşun izlerini hâlâ taşıyan sessiz bir ilçeye göç etmişti. Bu topraklar yıllardır düşman işgali altında kalmış ve düşman canice bu toprakları ve onun nimetlerini harebeye çevirmişti. Ve bir asır gibi uzun görünen bu yılların sonunda Vatan toprakları cesur askerler ve halk tarafından kurtarılmıştı. Vatan toprakları düşman işgalinden kurtarıldıktan sonra burada yeniden bir hayat kurulacaktı. Ancak bunun için sadece umut yetmiyordu; gönüllü doktorlara ve hemşirelere ve nice çalışanlara ihtiyaç vardı. İşte Derya Türkmen de o cesur hemşirelerden biriydi.
Annesi ve babası, gitmeden önce defalarca uyarmıştı:
“Yavrum, oralar hâlâ tehlikeli... Başına bir iş gelir. Düşman hâlâ toprakları geri kazanmak istiyor,” demişti annesi, gözyaşlarıyla. Ama Derya dinlememişti. İçinde büyüttüğü vatan aşkı, korkuların çok ötesindeydi. Gönüllü olarak çıktığı bu yolculuk, yaklaşık altı ay sürecek bir görevdi ama Derya için bu yalnızca bir görev değil; yüreğini koyduğu bir mücadeleydi. Neden mi? Çünkü Derya hayatı anlamaya başladığı o küçük yaşlarında ailesinden duymuştu: Vatan toprakları nasıl vahşi düşman esaretine maruz kalmış ve yıllarca hunharca kullanılmıştı. Tam da bu yüzden bir şeyler yapmak, uğrunda kanlar akan bu topraklar için "ben de çalıştım" demek istiyordu.
İlçede yalnız sayılmazdı elbette. İlçenin yarısı öncesinde düşman işgalindeydi, yarısında ise insanlar yaşıyordu. Düşmandan alınan yarısı ise yeniden inşa edilmeye başlamıştı. Burası, işgalden kurtarıldıktan sonra geri dönen sivillerin, geçmişin küllerinden yeni bir yaşam kurmaya çalıştığı bir yerdi. Herkesin hikâyesi vardı, kimi bir evladını kaybetmişti, kimi eşini, kiminin evi darmadağın edilmiş, yerine yenisi inşa edilmişti.. Ama hepsi aynı sessiz acıyı taşıyor, aynı umutla direniyordu: Toprak uğrunda ölen varsa Vatandır.
Derya, bir haftadır taşınmıştı buraya, ilçede meydana yakın, yeni evlerden birinde kiracıydı. Yalnız yaşıyordu, evet… Ama bir hemşire olarak gün içinde yalnız kalmaya fırsatı yoktu. Yaralı askerler, hastalıklı çocuklar, çaresiz analar, babalar arasında koşturuyordu. Neden mi yaralı askerler? Çünkü düşman kaybettiği toprakları hâlâ geri kazanmaya çalışıyor, ittifakı bozmaya can atıyordu. Bazen bundan yerli ahali de nasibini alabiliyordu. Devlet her ne kadar kan dökmeden toprakları geri almaya çalıştısa da başarılı olmamış ve bir gün sınır ihlali sonucunda çıkan savaşla kimse geri durmamış ve galibiyet kazanılmıştı.
Bu ilçe diğer azat edilen şehirler gibi geçmişin karanlığından çıkmaya çalışırken; Derya, bu topraklarda yeniden doğan yaşamın bir parçası olmayı seçmişti. Ve henüz bilmiyordu… Bu topraklar ona yalnızca görev değil, kaderini de sunacaktı.
*****
“Merkez 1, burası Hayalet. Sınır hattına yakınım. İki düşman unsurunun peşindeyim. Etkisiz hâle getirip bilgi vereceğim. Beklemede kalın,” dedi Astsubay Kaya Soykan, telsizi kısık sesle konuşarak kapattı.
Telsizden gelen net yanıt gecikmedi:
“Anlaşıldı Hayalet, takipteyiz.”
Tim telsizcisi frekansı sessize alırken Kaya, dizlerinin üzerinde çömelmiş, gözlerini karşı yamacın çalılıklarına dikmişti. İki hedefi de gözlemişti. Dikkatliydi. Onları kaybetmeyi göze alamazdı. Kaçmalarına izin verirse, daha büyük bir sızıntı, daha ağır bir bedel demekti. Ama onları vurmak da seçenek değildi. Diriyken konuşurlardı. Diriyken anlatırlardı. Onun buradaki görevi yalnızca vurmak değil; öğrenmek, anlamak, çözmekti.
Çalılıklardan sıyrılarak nehri gören açıktan sızmaya başladı. Suya paralel ilerliyordu ki... bir ses duydu. Ani bir çırpınma, ardından dalga kıyıya vurdu. Kaya başını çevirdi. Birkaç metre ileride, nehrin açık noktasında... bir kadın yüzüyordu. Sırtüstü, gözleri kapalı, suda süzülüyordu. Umursamaz ve savunmasızdı.
Gözlerini hızla düşmanlara çevirdi. Henüz kadını görmemişlerdi. Ama bir az ileri gelseler bu genç kadın açık hedefti. Görmeleri an meselesiydi. Şimdi karar zamanıydı. Ya izini sürdüğü düşmanları salacak, bu tanımadığı kadını koruyacaktı… ya da gözlerini kaçırıp görevine devam edecekti. Ama yapamadı. O bir askerdi. Ama aynı zamanda bir insandı.
Bir nefeste kendini suya bıraktı. Nehrin hafif akıntısında sessizce, gölge gibi yüzdü. Su ona çocukluğundan kalma bir sığınaktı. Sessizlikte bile güven verdiği tek yerdi. Kadına yaklaştığında sesi alçaktı ama netti.
“Hanımefendi,” dedi, suyun yüzeyinde yanına yanaşarak. “Buradan hemen çıkmanız gerekiyor.”
Derya bir anda irkildi. Suyun içinde gözlerini açtı, önce nerede olduğunu, sonra onu çağıranın olduğunu anlamaya çalıştı. Kaya'nın yüzüne baktı, sonra geri çekilerek söylendi. Üniformalı olsa da korktu bir anda.
“Sen de kimsin?”
Kaya cevap vermedi. Ardı sıra göz ucuyla nehrin kıyısına baktı. Düşmanların adımları çok yakındaydı artık.
“Poseidon’um ben,” dedi boğuk bir sesle. “Sularımdan çıkmanı emrediyorum.”
Derya, şaşkınlıktan daha çok öfkeye kapıldı.
“Deli midir nedir? Sapık! Ne Poseidon’u? Hadi işine!”
“Bak, zamanımız yok. Çıkmamız gerek. Hayatın tehlikede!”
“Ben burada yüzüyorum kardeşim. Sana mı kaldı benim hayatım!”
Kaya gözlerini kıstı. Tehlike artık açık ve gerçekti. Saniyeler vardı. Düşman kıyıya ulaşırsa, ikisi de açık hedef hâline gelirdi. Bir astsubay için ölüm yani şehit olmak bir olasılık ve gururvericiydi. Ama bu, öyle saçma bir boktan sebepten ölüm olmamalıydı.
“Sen kaşındın,” dedi Kaya ve tereddütsüzce iki eliyle Derya’nın kollarını kavrayarak onu aniden suyun altına çekti. Nehrin serinliği göğüs kafeslerine keskin bir darbe gibi çarptı. Su, bir anlığına her şeyi susturdu. Gözlerini açmakla açmamak arasında kalan Kaya için tek gerçek vardı: Hayatta kalmak. Ama Derya için durum bambaşkaydı.
Şokla bir anda nefesini yitiren genç kadının boğazına dolan su, panikle çırpınmasına neden oldu. Kaya’nın nefesini tutma konusundaki askeri eğitimi ona avantaj sağlıyordu ama Derya’nın her saniye daha da panikleyerek onu yumruklaması tehlikenin büyüdüğünü gösteriyordu. Kaya göz ucuyla yukarıya baktı. Su yüzeyine çıkmak için çok erkendi, yukarıda düşman olma ihtimali hâlâ yüksekti. Ama altındaki kadının bedeni hızla gevşemeye başlamıştı.
Derya’nın göğsüne inen yumrukları birden zayıfladı, parmak uçları bile Kaya’nın göğsüne yetemiyordu. Bilinci kapanıyordu. Kaya onu kollarında daha sıkı kavradığında kalbinin ritmi değişmişti artık—çünkü şimdi sadece kaçmak değil, yaşatmak da sorumluluğuydu. “Dayan,” dedi içinden, “dayan.”
Zaman daralıyordu. Suyun direncini kırarak yüzeye fırladı. Gözleri kıyıyı taradı—ne bir hareket ne bir gölge. Düşmanlar ya uzaklaşmış ya da saklanmışlardı ama şu an asıl önceliği yabancı genç kadındı. Onu kucağına alıp nehrin kenarına kadar taşıdı. Yumuşak kumlu zemine bıraktığında panik damarlarına kadar işlemişti.
“Kendine gel,” dedi, sesi çatallaşmıştı. “Lütfen…”
Ama Derya kıpırdamıyordu. Kaya zamanla yarıştığını biliyordu. Onu hemen yan çevirip sırtına birkaç kez sertçe vurdu ama suyu boşaltmadığını görünce hızlıca suni teneffüse geçti. Burnunu kapattı, başını geriye eğdi. Dudaklarını onun dudaklarına bastırdı ve nefes verdi. Göğsünün yükselmesini izledi. Ardından tekrar… Yine…
Nabzına baktı. Çok zayıftı. Bu sefer ellerini göğsüne yerleştirdi, bastırdı, bastırdı… Kalp masajı yaparken içinden dua ediyordu. “Dayan, lütfen...”
Bir kes daha suni teneffüs yaptı. Dudakları dudaklarına dokunup nefesini üfledi ve o an sanki zaman durdu. Sonra Derya’nın göğsü hafifçe yükseldi ve dudaklarından bir öksürükle birlikte su boşaldı. Kaya hemen onu yana çevirdi. Derya kusar gibi yaparak ciğerlerindeki suyu çıkarırken boğazından çıkan boğuk ses Kaya’nın içini rahatlattı. Hayattaydı.
Derin bir nefes aldı genç adam. Dizlerinin üzerinde doğrulurken gözleri Derya’ya kilitlendi. Nefes alıyordu… Yaşıyordu. O an kalbinin en derin kıvrımına çöken bir sessizlik oldu; savaşın ortasında, silah seslerinin, barut kokusunun içinde bile içinden taşan tek şey o anın mucizesiydi. Kaya, genç kadının başına düşen ıslak saçları nazikçe geriye itti. Yüzüne dokunmaya cesaret edemedi…
İlk kez birini bu kadar yaşatmak istemişti. Kaç hayat son bulmuştu ellerinde, kaç can silinmişti gözlerinin önünden... Ama bu sefer farklıydı. Derya’nın yaşaması, kendi hayatından bile kıymetliydi adeta. Gözleriyle onun nefes alışını izlerken, içine çöken korku hafiflemeye başlamıştı ki... O an duyulan silah sesi tüm sessizliği parçaladı. Bir çatırtı, ardından gelen bir acı...
Kaya ayakta durmakta zorlandı. Göğsünü eliyle kavradı, gözleri büyüdü. Vurulmuştu. Hem de kalbinden. Derya gözlerini araladığında ilk gördüğü şey, üzerinde üniformayla diz çökmüş olan adamın yüzündeki solgunluk oldu. “Hayır… Hayır!” diye haykırdı. Gözlerinin önünde eğilen bedenin yere düşüşünü izleyemedi. İçinden yükselen o tarifsiz çığlıkla beraber haykırdı, sonra bir anda… Uyandı.
Nefes nefeseydi. Odasında, ter içinde. Kalbi hâlâ deli gibi atıyor, rüyasında gördüğü her saniye gerçek gibi zihnine kazınıyordu. “Anne! Anne!” diye bağıran sesi duyunca başını kaldırdı. Yan odadan gelen küçük ayak sesleriyle, minik bedeniyle oğlunun kapıdan odaya koşuşunu gördü. Derya, oğlu Deniz’in kendisine sarılışını hissedince kalbindeki o buz parçası bir nebze çözüldü.
Kucağındaki çocuğa, tüm içgüdüleriyle sarıldı. “Kabus gördüm, Deniz’im… İyiyim ben,” dedi. Ama ne gözleri saklayabildi yaşlarını, ne sesi titremeden söyleyebildi bu cümleyi. Deniz’in yüzüne baktı, uzun uzun… Bu bakışta yılların hüznü vardı. Oğlunun gözleri, burun şekli, gülümsemesi… Hepsi Kaya’nın kopyasıydı. Onun kanı, onun yüzüydü bu çocuk.
“Anne, neden öyle bakıyorsun bana?” diye sordu saf bir merakla.
“Babana çok benziyorsun,” dedi usulca. “Sana her baktığımda… babana baktığımı düşünüyorum.”
Kaya… Altı yıl önce şehit olmuştu. Hiçbir zaman Derya'ya bir mezar gösterilmemişti. Cesedi bulunamamıştı çünkü. Sadece gitmeden önce boynundaki künyesini çıkarıp avucuna sıkıştırmıştı. "Bana bir şey olursa benden hatıra sakla, " demişti. O günkü uğurlamayı, o kucaklaşmayı, son bakışı… Derya’nın yüreği bir daha aynı olmamıştı.
“Anne, babamın mezarına neden hiç gitmedik?” Deniz’in bu sorusu Derya’nın yüreğini paramparça etti. Küçük çocuk ilk kez sormuştu bunu. Yıllardır sorulmayan bir soruydu bu… Ama cevabı hiç kolay değildi. Çünkü Kaya'nın uçakla nereye düştüğü, gerçekten o uçakta olup olmadığı bile öğrenilmemişti.
"Anne," tekrardan sordu meraklanarak.
Tam konuşmaya hazırlanıyordu ki telefon çaldı. Komodinin üzerindeki ekran ışığı gözlerini aldı. Tanımadığı bir numaraydı. Ama devlet kurumunda çalıştığı için bu çok olağan bir durumdu. Derin bir iç çekip açtı. Telefondaki ses… Soğuk, sert ama bir o kadar da gerçekti.
Ve o anda duyduğu haberle telefon elinden kayıp yere düştü. Gözleri komodinin üzerindeki fotoğrafa takıldı. Evlendikleri gün, Kaya üniformasıyla gülümsüyordu. Derya'nın başı aşık olduğu adamın omzundaydı. Her şey çok uzaktı o ana. Ama o karede, sanki zaman durmuştu.
6 yıl önceki anlar bir anda film şeridi gibi gözünün önünden geçmeye başladı. Kaya’nın onu 6 yıl önce ilk gördüğü an, o savaşın ortasında tanışmaları, imkânsızlıklar arasında evlenmeleri… Onu uğurlarken kalbinin nasıl titrediği. İçine doğmuştu sanki. Gitmemeliydi. Ama o "Bu millet, bu vatan için şehit olmak bir onurdur," demişti. Derya o günden beri bir mezar taşına bile sarılamamıştı. Şimdi duyduğu haberle gözlerinden dökülen yaşlar, yıllarca oğluna göstermemek için içinde tuttuğu tüm acının dışavurumuydu.