Telefonuma düşen mesajı yeni bir müşteri gelmeden bildirimler kısmından okudum. Bir altmış yedilik boyu serçe parmağım kadar penisiyle kendini adam zanneden geri zekalıdan geldiğini görünce dudağımın kenarını tiksinircesine kaldırdım.
SENİ SÜRTÜK! PARAMI GETİR!
Paran şu ayağımda ayaklarımı soğuktan koruyor yazmak yerine hemen numarasını engelledim. Hattımdaki kara liste baya uzamıştı yeni bir hat almam gerektiğini listeyi kaydırınca fark ettim. Kışı geçirecek montu ve botu avlarıma aldırmıştım ama sağlam bir çantaya da ihtiyacım vardı. Bugünlerde kime göz koysam ikinci dakikada cebi delik bir sapığa denk geldiğimi anlayıp hemen uzaklaşıyordum. Parası olan adamı anladığımda ise telefon numaramı verip mesajlaşmaya hakkı kazandığını telefonunu elime alarak bildiriyordum.
Ben bir fahişe değildim kendimi siktirmiyor sadece onlara o ihtimalin yüksek olduğunu gösterip pahalı ve lüks isteklerimi aldırıyordum. Daha sonra da beklemeden yumuşak kıçlarına tekmeyi basardım. Çok mu hoşuma gidiyordu bu durum? Hmm. Asla. İki yıldır çalıştığım kahve zincirinde asgari maaş kiramıza anca yeterken boğazıma iki üç kuruş kalır ya da kalmazdı. Sağ olsun babam bizi yalımızdan alıp kenar mahallenin birine attığından beri tam bir alkolik olmuş bulduğuyla içerdi. Ne çalışmayı bilir ne de işin ucundan tutarak bize bir yemek yapardı. Eski günlerine saplantılı kalarak devamlı ağlayıp zırlaması artık bezdirmişti. İki ayrık otuna bakmak için kıçımdan ter akıtırken boğazımız için erkek avlıyordum.
“Bir double espresso shot alabilir miyim?”
Başımı telefonumdan kaldırıp tezgahın önünde bekleyen beyaz yakalı günü aydınlanmamış göbekli ve kel adama gülümsedim. “Hoş geldiniz. Adınızı alabilir miyim?”
“Aydın.” dedi kısaca.
“Hemen hazırlıyorum.” Yeni uyandığı için gözleri beni görmüyordu ama çoğu kişi beni ve gülümsememi görür görmez takılı kalır beni hayranlıkla seyretmeye başlardı. Ensem ve boynumun yanı rahatsız verecek şekilde gerilmediğine göre Aydın hala uyuyordu.
Kahvesini el çabukluğuyla hazırladıktan sonra önüne koydum. “Afiyet olsun efendim." Aydınlanmamış Aydın yine yüzüme bakmadan yemek kartını uzatmasıyla yüzüm düştü. Yemek kartıyla beni tavlamaya çalışan adamlara asla bakmazdım. Gördüğüm an bir tiksinme geliyordu.
Adam kahvesinin ödemesini yapıp üstündeki kahve paltosuyla ayrılınca iç çekerek arkasından baktım. Günün ilk bahşişi daha gelmemişti. Sakız parası olmayan beş lira bile iş görürdü. Bahşişlerle market yapar yeni bir ağız kokusu çekmek zorunda kalmazdım diye düşünüyordum bu ay ama ekonomi ama ekonomi…
“Hüma baksana bir buraya.” diye seslenip beni hüsranımdan çekip alan Şirin’e başımı çevirdim. Elindeki ölçü kapları gördüğüm gibi gözlerimi devirip yanına gittim. “Üç yıldır buradasın ve hala ölçüyü tutturamıyor musun Şirin Allah aşkına?”
Ezbere bildiğim karışımları makinelere dökmeye başladığımda Şirin mahcup bir halde kullanmadığım ölçü kaplarını toplamaya başladı. “Hep karıştırıyorum n’pim.”
Kahveleri demlemeye aldığımda Şirin’in boyalı ellerine görür görmez başka bir hayal kırıklığıyla inleyip başımı geriye attım. “Resim yapmışsın yine Şirin. Bak şef geçen sefer çok sert uyardı. Bu ellerle servis yapamazsın dedi. Bu hobini başka bir zamana kaydır lütfen. Bu işe senin de ihtiyacın var.”
Şirin utanarak bakışlarını kaçırdı. Kulaklarına gelen kıvırcık pembe saçları ve küçük berrak yüzüyle masum ve çocuksu bir güzelliği vardı. Kalbi de aynı şekildeydi ama çok dikkatsizdi.
“Bu sefer seni idare etmeye kalkışacağım ama bir sonrakine dikkat et.” dedim haline acıyarak ve yanından ayrılıp kendi tezgahıma döndüm. Dönmemle yeni bir müşteri gelerek sipariş verdi. Genç kız öğrenciye benziyordu. Sırtında çantası kolunda kitapları yorgun gözlerle etrafına bakınıyordu. İstediği kahveyi yaparken gözüm devamlı elindeki kitaplara kaydı. Türkiye’nin en iyi üniversitesine kayıt yaptırıp parasızlık yüzünden kaydını hemen donduran o kız işte bendim. Ne babamı o sefalette bırakabildim ne de okuldaki ihtiyaçlarım için avlanmayı göze alabildim. Okulda adım çıkar zor durumlarda daha kötüsüne el uzatırım diye korkmuş okuyup kendimi kurtarmayı çok istememe rağmen kendimi frenlemiştim. Para biriktirip okula yazılmak ise şimdilik hayaldi. Arkam dönük iç çekerek kahveyi hazır ettim ve döndüğüm gibi Ebru’nun önüne koydum. Öğrenci Ebru çantasındaki bozuklukları çıkarmaya başladığında metal paraların sesiyle kafenin içinde bakışlarımı gezdirmeye başladım.
“Pardon eksik çıktı.”
Kızın sesiyle dönüp utançtan kızaran yüzüyle karşılaştığımda nefesimi vererek omuzlarımı düşürdüm.
“Ne kadar eksik?”
Kız eline bir kez daha bakıp bana kirpiklerinin daha beter bir bakış attı. “On lira eksik. Çok özür dilerim.” dediğinde yuh dememek için kendimi zor tuttum. İnsan bir parasına bakar bir yere girmeye karar verirdi değil mi?
“Peki ben hallederim onu sen kahveni alabilirsin.” dedim sabırlı davranarak. Öğrenci Ebru mahcup bir halde kahvesini alıp başı önde kafeden çıkınca başımı Şirin’e çevirdim. Beni izlediğini hissetmiştim. Her zamanki gibi..
“Eksi ondan başladık iyi mi?” dedim suratsızlığımla.
“Öğrencilere zaafın var Hüma. Yaşlı bir adam içeri girse açım dese başka bir kapıya dersin. Çok aşırı saçma bir insansın.” dedi bilmiş gibi.
Alayla kahkaha atıp bedenimi kendisine doğru çevirdim. “Kafası her daim güzel olan kız mı söylüyor bunu?”
Şirin çocuk gibi burnunu kırıştırıp üstüne kimseye fark ettirmeden dilini çıkartınca en soğuk bakışımı atarak önüme döndüm. Nereden yara almışsam bir başkasındaki aynı yaraya pansuman yapardım benim ki de o hesaptı ama açlıktan da ölemezdim. Kafenin kapısına bakarak içimdeki hırsı sözlerime döktüm. “Bu kapıdan ilk giren erkek müşterinin aklını başından alıp yüz lira bahşiş almazsam bana da Hüma demesinler.”
“Yaparım dediysen yaparsın sen.” dedi Şirin emin bir şekilde. “İnşallah seksen yaşında bir dede gelir de gösterdiğin memelerinle kalp krizinden ölür vicdan azabıyla kıvranırsın.”
“Ah Şirin.” dedim o eski Hüma elitliğiyle. Her zaman birbirimize laf attığımız için taşlarımıza aldırmıyorduk. Ama arkadaşımın sağlam bir derse ihtiyacı vardı. “Ben memelerimi göstermesem bile o bahşişi alırım. Benim sen de olmayan güzellikten var. Ondan en çok bahşişi her zaman ben alıyorum.”
“Hah! Kimse güzel yüze yüz lira baymaz. Ama o kadar eminsen yüz de benden olsun. Alamazsan da yüz liramı alırım.” dediğinde sabah eğlencemi bulduğum için artı bir istekle kapıya bakmaya devam ettim. “Tamam öyle olsun. İki yüz liram cebimde bile.”
“777 yaz götüne.” diye kısık bir sesle konuşan Şirin’e tezgahın üstündeki elimle orta parmağımı armağan ettim.
Kapıdan içeri girecek bir erkek beklerken art arda gelen kadın müşterilerle gereğinden fazla sabırsızlandık. Kadın müşterilerden hiç bahşiş alamıyordum çünkü yüzüme bakıp ya kıskanıyorlardı ya da sevgilisini kocasını ayartmışım gibi kötü kötü bakıyorlardı. Olabilirdi. Sonuçta çıktığım erkeklerin gbtsini almıyordum. Hayatımda kimse yok demeleri yeterliydi.
Adı Başak olan kadının kahvesini önüne koyup temasız kartla ödemesini sağladığımda bu kartlara da kıl olduğumu hatırladım. İnsanlar artık para taşımıyordu.
Kadını “Afiyet olsun.” diyerek yolcu ederken yüzüme bakmayışı sinirlerimi bozmadı sadece tiksindim. Burada ikinci sınıf insan muamelesi görmekten bıkmıştım. On yedi yaşına kadar ben de üst tabakanın ballı insanlarındandım ama böyle yaptığımı da hatırlamıyordum.
“Hüma!”
Şirin nefessiz kalmışçasına adımı ağzına alınca nemrut kadından bakışlarımı alıp hemen kendisine döndüm ama o kapıya gözleri kocaman olmuş bir şekilde bakıyordu. Ünlü biri mi geldi diye kapıya başımı çevirdiğimde gördüğüm yüzle donup kaldığım gibi hızla koca bir fanusa hapsedilmiş gibi her şey silikleşti.
Gelen bir erkekti. Kapıdan giren ilk erkek. Ama ne erkek.
Uzun boyu ve kaslı ince yapısıyla kapıyı kapatıp içeri girdiğinde gözlerimi kırpıştırdım. Parlak geriye doğru taranmış siyah saçları, yüzünü kapatan sakalı ve yeşil gözleriyle nefesimi tutarak izlediğim adamla kalbimde tuhaf sesler yükselmeye başladı. Hasta mı oluyorum diye düşünürken yüzüme çarpan sıcaklıkla hasta olacağıma emin oldum. Boğazım da kurumuştu. Gözlerinin yeşilini tam olarak anlamadığım adam kalın kaşlarını burnunun üstüne düşürüp bir iki müşterinin olduğu kafeyi incelediğinde kalbim yine tuhaflıklarla çırpınmaya başladı. İşe gelmeden bir sağlık ocağına uğrasam iyi olacaktı.
Adamın üzerinde siyah bir sweat ve eşofman altı vardı. Başını çevirip tezgaha yaklaşmaya başladığında gözlerimizin değmesiyle bu sefer mideme bir şeyler oldu. Kusacak mıydım? Adamın yanında kusamazdım! Sanki binlerce küçük şey yukarı çıkmış bütün üst gövdemde özgürce dolaşıyor gibiydi. Karnımda tuhaf bir katlanma hissi gelip geçince ayak parmaklarımı yeni sıcak botumda büzdüm.
Yeşil gözlü avım seçimini benden yana kullanıp gözlerime kilitlendiğinde tezgahıma doğru yürüdü. Buranın sahibi benim der gibi rahat tavrına ve güçlü hissiyatına kendimi kaptırmış izlerken burnumdan titrek bir nefes aldım. Tam önümde durduğunda ona av demek istemediğimi fark ettim. İlk defa bir erkeğe av gözüyle bakmamamın nedeni… İçimden gelmiyordu işte.
Çok yakışıklı bir adamdı. Yakından bakmak uzaktan görmekten daha dehşet vericiydi. Sakalına rağmen geniş çenesi ve çıkık elmacık kemikleri bütün asaletiyle meydanda hayranlarına kendini sunmuştu. Gözleri ise açıktan koyuya en güzel tonlarını taşıyordu. Karanlıkta parça paça kalan yeşillerindeki ifade net ve keskindi.