Gökyüzü içimde olup biteni yansıtırcasına gri ve kasvetli bir renge bürünmüştü.
Soğuk, montumdan içeri sızıp bütün gece soğuktan taş kesilen kemiklerime çarpınca dişlerimi sıktım ve hızlı hızlı yürüyerek metroya doğru ilerledim. Şennaz’ın beni görüp elime çikolatalı ekmek tutuşturmaması için de ekstra hızlı yürümek zorunda kaldım.
Aklımda yine her zaman ki gibi hesap kitaplar dolanmaya başladı. Market artı ödenmemiş bir elektrik faturam vardı ve benim param anca markete yeterdi. Yanlış söylemiştim bu hava içime göre günlük güneşlikti.
Evden çıkarken babamı salonun koltuğunda sızmış bir halde bulduğumdan beri sinirlerim bozuktu. Keki ve bir bardak suyu midesine indirmiş ve kırıntıları umursamadan üstüne yatmıştı. Michelin beş yıldızlı restoranlarından yemek yiyen babamın kabarmamış keki ve suyu gömmesini hazmedemiyorum o nasıl kendini böyle düşürebiliyordu anlayamıyordum. Elli beş yaşında gücü kuvveti yerinde bir adamken çalışmayıp elime bakması utanç vericiydi. Lanet olsun son bir yıldır da hem faturaların parasını harcıyor hem de cüzdanımdan para alıyordu. Çalıyor demek ağırdı. Hem de çok. İstanbul’un en iyi yalılarında doğup büyümüş adamın düştü hal içimi sızlatıyordu. Ben de ömrünü geçirdiği yalıda doğdum büyüdüm ama bir yanım eksikti. Annem ben daha bebekken trafik kazasında ölmüştü ama babam beni daha çok pamuklara sararak sevmişti. Yüksek yerlerdeki adamlar çok çalışır çocuklarını ihmal ederlerdi ama benim babam ben on iki yaşıma girene kadar beni okula götürüp getirir devamlı varlığını hissettirirdi. Bana bir insanın hayal edemeyeceği güzel bir çocukluk yaşatmıştı sevgisiyle. İşte bu yüzden kendimi borçlu hissediyor bırakıp gidemiyordum. Gidersem sokakta kalacağına emindim.
İş saatinde bu semtteki metro sessizdi ama ilerleyen duraklarda yoğunluk arttı ve boğucu bir hava küçük kutulara hakim oldu. İner inmez kafeye kadar olan yolda temiz havanın keyfini çıkardım. Işıkları yanan ışıl ışıl kafeye girdiğim gibi arka tarafa geçip montumu çıkarttım ve üstümdeki kafenin krem rengindeki tişörtünün yakasını düzeltip kendimi tezgahımın önüne attım.
“Günaydın.” dedi Şirin elindeki ölçü kaplarıyla.
Kahveleri demlemek için çalışmaya başladığımda göz ucuyla Şirin’e baktım. Pembe kargocu pantolonu ve yüksek platformlu mor converseleriyle yine farklıydı. Makyajını da sim kullanırdı ama iş yerinde yasaktı. Ben ise siyah bir kotla her zaman ki gibiydim.
“Günaydın.” diye mırıldandım.
“Keyfin yok. Tam tersi olması gerekmiyor mu?” diye konuştuğunda makinedeki işimi bitip tezgahımı silmeye başladım. “Neden keyfim olsun Şirin?”
Ne ima ettiğini anlamıştım ama dün gece yüzleştiklerimle hayal kurmanın bana göre olmadığını anlamıştım.
Şirin “Seninki geleceğim demişti. Belki bu sefer fikrini değiştirir şans verirsin.” diye mırıldanınca hayatımı sindirmek istercesine gözlerimi kapatıp açtım ve tezgahı daha sert silmeye başladım. “Neden kabul etmeyeceğimi sen de çok iyi biliyorsun Şirin. Kapat artık konuyu ben kapattım çünkü.”
Yanımdan geçip bir kutu karton bardağı benim tezgahın altından aldığında tavır yaparak yüzüme baktı. “Kendini böyle küçük görmenden nefret ediyorum. Herkes sütten çıkmış ak kaşık değil belki Bora’nın da hataları vardır nereden biliyorsun?”
Dudaklarımı haklılığıyla birbirine bastırıp gözlerimi başka bir yöne kaydırdım. Kafenin kapısına… “Beni kabul etti diyelim babamı da kabul etmesi gerekiyor. Babamın bensiz öleceğini biliyorsun Şirin. Kimse alkolik bir babanın sorumluluğunu alamaz.” Kaderimi on yedi yaşında hastane odasında günlerce tek başıma kaldığım günlerde kabul etmiştim hayal kurarak kurak hayatımı daha da çöle çeviremezdim.
“Böyle düşündü-“
“Şirin birazdan müşteriler gelecek yerine geçer misin?” diye sertçe Şirin’in sözünü kesip elimdeki bezi kirli sepetine fırlattım. Bana hayal aşılayarak beni çıldırttığının farkında değil miydi bu kız?
Şirin tek kelime etmeden küskün bir tavırla yerine geçtiğinde kırdığım için üzüldüm ama konuşarak beni çileden çıkartan oydu.
Kafenin açılış saati geldiği gibi müşteriler gelmeye ve kahvelerini söylemeye başladılar. Kimileri geç kalarak aceleyle çıktı kimileri oturup günü sakince karşıladı kimileri ise bir köşeye geçip bilgisayarlarının başında çalışmaya başladı. Her günümüz birbirinin aynısıydı. Ve daha bahşiş alamamıştım.
Biten karton bardaklarıyla aşağı baktım ancak Şirin yedeklerimi aldığı için koşar adımlarla arka tarafa geçip bir koli alıp geldim. Elimde koli kendi tezgahımın önüne geçtiğimde ilk sırada bekleyen adamla cam bir duvara çarpmış gibi duraksadım ve titrek bir nefes çekerek Bora’nın yeşillerine daldım. Yine o fanusun içine çekiliyor sadece Bora’ya doğru akıyordum. Her gördüğümde aynı etkiyle mi sarsılacaktım?
“Umarım hafiftir o koli.” dedi dudağının tek bir yanını yukarı doğru çekip.
Boş midemdeki kıpırtılarla koliyi tezgahın altındaki dolaba koyup doğruldum. Gözlerimi bugün ki yakışıklılığıyla kırpmamak için direnirken “Bardaklar.” diye belirttim ama yine sesim içime kaçmıştı. Lanet olsun bugün siyah uzun bir kaban giyerek boyunu ve fiziğini gözümü sokuyordu. Saçlarını klasik bir şekilde taramış parlatmıştı. Ve yeşil gözleri yine bana yoğun bir merakla bakıyordu. Kendime çeki düzen vermeye çalışarak her zaman ki gülümsememi yüzüme yapıştırdım. “Günaydın ne alırdınız?”
Ellerini kabanının cebine atıp çenesini kaldırdı. “Ayılmış ve güzel günü gittikçe güzelleşen bir adam için filtre kahve alayım lütfen.”
Elimin ve ayağımın yaklaşık beş saniye boyunca tutmadığı bir zaman olamazdı. Kalbimin kaburgalarıma vura vura çatlattığı göğsüme akan sıcaklıkla elimi sonunda orta boy karton bardağa atıp adını yazdım ama adının altına titreyen elimle geçip bekledim. Daha önce hiçbir adama bu kadar erken numaramı vermemiştim. Ama ona bir şey verme isteği kıvrandırıcıydı. Kalbim ekstra korkuyla tekleyince saçma fikirden vazgeçip hemen arkamı dönerek kahveyi dökmeye başladım.
“Eline dikkat et.”
Sakin ol Hüma! Sakin ol! Bora’nın beni düşünerek her bir hareketimi incelemesi göğsüme sızan sıcaklığın daha bir derecesini yükseltiyordu. Yüzümdeki gülüş solmuş endişenin kırıntıları düşmüştü.
Kahveyi alıp önüne bıraktığımda bakışlarından kaçındım ve “Seksen lira. Başka bir şey ister misiniz?” diyerek resmiyetimi sağlamlaştırdım. Ama bakışlarımın düştüğü tezgahta bir eczane poşeti görünce elimi kalbime koyup sakinleşip tezgahın altına girmemek için burnumdan titrek nefesler almaya başladım.
“Bu yanık kremi yanında bulunsun. Zor bir iş yapıyorsun.” dediğinde mecbur gözlerimi yüzüne çıkardım. Beni kıstığı yeşil gözleriyle sakinlikle izliyordu. Yutkunup başımı salladım ya da öyle bir şey denedim. “Teşekkür ederim. Burada kutularca bulunuyor.”
Elini kabanının cebinden çıkartıp cüzdanından bir yüzlük çekti ve tebessüm ederek tezgahta sürükledi. “Bu küçük boy cebine koy. Ve diğerlerinden iyi olduğuna eminim.” diyerek sıradan ayrıldı ve dün oturduğu masaya doğru yürümeye başladı. Dizleri tutmayan, nefes almayı unutan ve aklı bir karış havada kızı arkasında bıraktığını bilmeden aynı masaya geçti ve bardağı dudaklarına götürmeden önce buharı tüten kahvesinin arkasında gözleri gözlerimi buldu. Kalbim yine göğsümde titredi atışlarıyla deli etti. Yine beni çekip almak istercesine bakıyordu ve bu sefer daha kararlı gözüküyordu. Bora’ya bakmaya devam ederken bıraktığı poşeti alıp kremi çıkardım ve arka cebime attım.
Ve o kahvenin arkasında gözlerini kısarak tüylerimi diken diken eden gülüşüyle kazandığını ilan etti. Lanet olsun kazanmıştı. Avıma ilk kez av olmuştum. Ve bundan büyük bir heyecan duyuyordum.
O eli tutup yanmaktan başka bir çarem yokmuş gibi hissetmek… Aklımı kaçırmıştım. Hanemde binlerce eksi varken Bora’nın da olması için dua ettim. Yoksa ilgisi ve şefkati altında ezilecektim.
Kalbini kırdığım Şirin’den özür diyecektim çünkü az önce doğru söylemişti hak etmediğim konusunda. Hak etmiyordum ama deli gibi de istiyordum işte.
Şarkı: Bedelini Ödedim -Melike Şahin