Baran, önünde Antep’in eşsiz manzarası serili, yüksek bir tepenin yamacında durmuş, arabasının kaputuna yaslanmış, önündeki şehre bakıyordu. Nefret ediyordu töreden, getirdiği zorluklardan, mecburiyette bırakmasından, söz hakkı bile tanımamasından. Eli istemsizce yüzündeki ize doğru gitti, işaret parmağıyla baştan sona üzerinden geçti. Bir ömür bunu görecekti bir kadın. Kendi bile tiksiniyordu her aynaya baktığında, evleneceği kadın ne yapsın. Yeni bir şeyler düşünmesi gerekiyordu. Bu düğünden sonra bir şekilde evlendiği kadını göndermesi ikisi için de iyi olurdu. Yurt dışında yaşıyor demişlerdi zaten. Yine giderdi oraya. Hayatını karartamazdı masum bir kadının. Başını gökyüzüne doğru kaldırıp, gözlerini kapattı. Derin bir kaç nefes aldı. Aldığı nefesler bile içine batıyordu şimdi.
Yüzü halen gökyüzüne dönükken bir araba sesiyle başını sağ tarafına çevirdi. Firaz, geliyordu. Normalde onun kahve dükkanına giderdi ama bugün nefes almaya ihtiyacı vardı. Kalabalıktan uzak, hem kendini hem de arkadaşının tavsiyelerine daha iyi kulak vereceği, sessiz sakin bir yere gelmek istemişti. Firaz’da ona uymuş, gelmişti. Arabasının yanına yaklaşan arabanın durmasıyla, kapısı açıldı ve içinden Baran’ın yaşlarında zayıf uzun boylu bir adam indi. Baran’a gülerek bakıp, yanına doğru geldi. Baran ise yüzündeki sıkıntılı ifadeyi bozmadan doğrulup, arkadaşına sarıldı. Firaz, Baran’ın yüzüne baktığında anlamıştı bir şeyler olduğunu. Zaten bütün Antep çalkalanıyordu, yakalanan genç aşıkların haberi ile. Alınan kararın Baran’ın canını sıkmış olabileceği geldi anında aklına. Bir müddet bekledikten sonra en nihayetinde dayanamayıp, konuştu.
“Baran, buraya getirdin beni ama susuyorsun. Ne oldu? Alınan kararla mı ilgili? Ölecekler mi?”
“Yok ölmeyecekler. Ama başka bir kadın ölecek onlar yerine. Yani her türlü bir cinayet var.”
Firaz, kaşları çatılarak baktı Baran’a. Dediklerinden hiç bir şey anlamamıştı. “Anlamadım. Ölmeyeceklerse ne cinayeti?” Baran, gözlerini kapatıp tuttuğu nefesini verdi. “Evleniyorum. Sidar’ın kuzeni varmış bir, yurt dışında yaşayan. Onunla. Cinayet, onun cinayeti. Benimle evlenince her gün ölecek çünkü.” Parmağıyla yeniden yanık izinin üzerinden geçti, Firaz’a bakarak. “Bunu görmek, onu her gün öldürecek.” Baran, elini kucağına indirdi. Ceketinin cebinden bir paket sigara çıkardı. Paketin kapağını açıp bir dal aldı, ardından Firaz’a uzattı. Aynı şekilde Firaz’ın da bir dal almasıyla paketin kapağını kapatıp, yaslandıkların kaputun üzerine bıraktı. Çakmağını çıkartıp sigarasını yaktı. Bir nefes zehri ciğerlerine çekti. Firaz’da bir nefes aldıktan sonra, yandan arkadaşına baktı. “Neden öyle söylüyorsun, Baran? Belki her şey çok güzel olur. Belki seversiniz birbirinizi.” Baran’ın dudaklarından alaylı bir gülme döküldü.
“Ben kendimi sevmiyorum, el kızından nasıl sevmesini bekleyeyim? Bir toz zerresi kadar geçmiyor aklımdan o ihtimal.”
“Neden geçmiyor? Bu iz yüzünden mi? Kendine artık haksızlık etme, Baran! Her şeyden ‘ben haketmiyorum’ diye diye uzak duruyorsun. En çok sen hak ediyorsun halbuki. Yüreğin güzel oğlum senin. Bırak dış güzelliği, o elbet bir gün bitecek. Kalp güzelliği bakidir. Gelen kadın belki hiç önem vermeyecek dışına. Yapma böyle.”
“Bu zamanda, önemli olan dış görünüş. Beni koluna takıp gezemez bile. Arkadaşlarıyla tanıştıramaz. Ne hakkım var bunları ona yaşatmaya?”
“Sen bu kızı gördün mü? Yurt dışında yaşıyor demiştin. Buralara geldiğinde falan, hiç gördün mü?”
Biraz düşündü Baran, görmemişti. Başını iki yanına salladı. “Yok görmedim.” Firaz, hemen konuşmasına devam etti. “Belki onun da sen gibi yüreği güzeldir. Ha ne bileyim vardır bir kusuru.” Baran bu sözlerle bir kahkaha attı. “Bir kör bir ayvaz yaşar gidersiniz diyorsun yani.” Firaz, sinirle homurdandı. “Ne söylesek tersine alıyorsun oğlum. Sadece, belki tahmin ettiğin gibi olmaz hiç bir şey diyorum. Dünya hali belli mi olur?” Bu cevapla Baran’ın kalbine bir kaç umut kırıntısı salındı. Belki, dedi içinden, belki. Konuşmadan şehrin manzarasına daldılar, Baran içine salınan kırıntılara fazla bel bağlamak istemiyordu ama bir an düşlemek güzel gelmişti.
******
Adar ağa ve ailesi, kendi konaklarına geçtiklerinde, Zişan hanım hemen oğlunun pansumanını yapmak için odasına çıkartmıştı. Avludaki sedirin birine çöktü, Adar ağa. Eline telefonunu aldı, saati kontrol etti. On ikiye geliyordu. Yani yeğeninin olduğu yerde on bire gelmek üzereydi. Der bir kaç soluk alıp verdi. Telefonunu açıp kağıtlı tek yurtdışı numarasını bulup arama tuşuna bastı. Kulağına götürüp açılmasını beklerken, kalbi hızla atıyordu. Dört beş çalıştan sonra açıldı telefon.
“Alo.” Yeğeninin uykulu sesi kulaklarına dolduğunda gülümsedi, Adar ağa. “Günaydın güzel kızım.” Telefonun diğer ucundan bir kaç hışırtı sesi geldi. “Dayım, günaydın. Uykulu uykulu açınca bilemedim sen olduğunu.” Adar ağanın gülümsemesi yüzüne yayıldı. “Önemli değil güzel kızım. Eğer uykun varsa sonra konuşalım, uyu sen.” Telefonun diğer ucundaki sesler bir anlık kesildi, ardından bir kaç bardak sesi geldi. “Yok dayım. Bir kahve yapayım kendime ayılırım. Nasılsınız bu arada yengemle, Sidar nasıl?” Adar ağanın yeğeniyle konuşurken bir kaç dakikalığına unuttuğu gerçekler, yeniden aklına doluştu. Nasıl söyleyecekti şimdi, seni evlendiriyorum diye? “Dayım, orada mısın? Sesin kesildi.” Meryemce’nin sesiyle kendine geldi, Adar ağa. Bir şekilde söylemesi gerekiyordu. “Güzel kızım, başımıza bir iş geldi. Aslında hayırlı bir iş olacakken, yokuşa sürüldü, bu da bir çok olaya sebep oldu.” Telefonun diğer ucundaki ses kesildi, düşünüyordu yeğeni büyük ihtimalle. “Anlamıyorum, dayım. Düzgünce anlat. Sidar’a bir şey mi oldu yoksa?” Adar ağa, birden söylemenin en iyisi olacağına karar verdi. Uzattıkça söyleyebilecek gücü de gidiyordu.
“Sidar’ın sevdiği bir kız vardı. Pek anlaşamadığımız bir aileden. Kızın ağabeyi bunları öğrenince, kız kardeşini zorla başkasına vermeye çalışmış. Bizim deli oğlanda bunu haber alınca…kaçmışlar. Şehirden çıkamadan da yakalanmışlar. Öldüreceklerdi; Sidar’ı da o kızı da. Ben bir teklif yaptım Meryemce. Seni de kattım işin içine. Berdel kararı verildi. Gelmezsen, evlenmezsen, Sidar ölecek.”
Uzun bir sessizlik oldu, telefonun her iki ucunda da. Ardından, Meryemce’nin sesi duyuldu. “Evleneceğim adam, kızın ağabeyi mi?” Adar ağanın bu soruyu algılaması biraz uzun sürdü. Bağırır çağırır sanıyordu yeğeni. “Yok güzel kızım. O değil. Onun kuzeni, Baran adında biri.” Yine kısa bir sessizlik girdi aralarına. “Tamam o değilse olur. Ben birazdan hazırlanıp yola çıkarım. Tabii bilet falan da bakmam lazım. Gelmem iki günü bulur.” Yeğeninin sesinin soğukluğu canını sıkmıştı yaşlı adamın. “Ben dedim onlara sen rahat rahat gel. Acele etme. Güzelim, emanetim özür dilerim. Bir evladımın yaşaması için bir evladımdan vazgeçtim. Annenin yüzüne nasıl bakarım bilmiyorum. Affet beni.” Bir gülme sesi geldi karşı taraftan.
“Dayım, benim merhametli dayım. Senin benim üzerimdeki hakkın bir ömür ödenmez. Nasıl olsa evleneceğim bir gün, ha şimdi ha sonra, ha görücü usulü ha görüşerek, ne fark eder? Evleneceğim kişi merhametliyse benim için sorun yok!”
“Merhametli merak etme, çok da mert bir adam. Yalnız….yalnız yüzünde bir kusuru var. Küçükken yanmıştı yüzü. Sol tarafında. Bir iz var geçmeyen. Ama çok iyi bir adamdır.”
“Sorun yok dayım. Neyse ben kapatıyorum, hazırlanıp bilet bakmam lazım. Fazla kıyafet almayacağım yanıma, taşıyamam, oraya geldiğimde sen alacaksın bana ona göre.”
“Sen iste ben sana mağaza alırım, güzel kızım.”
Telefonu kapattıklarında, rahat bir nefes aldı Adar ağa. Yeğeni kötü bir şey söylememişti. Kabul etmişti. Ne kadar içi rahatlasa da bir yanı da huzursuzdu işte. Biricik kardeşinin emanetine düzgün sahip çıkamamıştı. Konağın çalışanı önündeki sehpaya bir fincan Türk kahvesi bırakıp gitti. Hafifçe titreyen eliyle fincana uzanıp bir yudum aldı. Damatlarını aramaya karar verdi. Herkesin burada olması en iyisi olurdu. Kızlarını ararsa kendilerini telaşa vereceklerini biliyordu. Bir yudum daha kahvesinden içip yeniden telefonunu açtı, bir numaranın üzerine basıp kulağına götürdü.
Yaklaşık yarım saat sonra her iki damadını da aramış, olayları özetlemiş, gelmelerini söylemişti. Arkasına doğru yaslandı, aklı sürekli yeğenine gidiyordu. Duyduğu adım sesleriyle balını kaldırdı, Zişan hanım yavaş yavaş yanına geliyordu. Oturduğu yerde biraz kayıp, eliyle yanını pat patladı. Zişan hanım gelip eşinin dibine oturdu. Bir süre konuşmadan yeri baktılar. Zişan hanım, başını kaldırıp eşine baktı. “Durgunsun. Ne oldu? Meryemce ile nasıl konuşacağını mı düşünüyorsun?” Adar ağa başını iki yanına salladı. “Konuştum bile, gelecek.” Zişan hanım, eliyle ağzını kapattı. Gözleri dolmuştu. “Kesin bize çok kırılacak, konuşmayacak belki.” Adar ağa başını yerden kaldırıp karşısındaki duvara bakmaya başladı. “Yok, neşeli neşeli konuştu yine. Nasılsa evleneceğim sorun yok dedi. Ben asıl kardeşimle mahşerde karşılaşınca ne diyeceğim onu düşünüyorum.” Zişan hanımın dolu gözlerinden taşan taneler yanaklarına süzüldü. Kendisi de bunu düşünüyordu, karar verildiğinden beri.
Oğluna pansuman yaparken pek konuşmamışlardı ama o da Meryemce için çok pişmandı, üzgündü. Tek bir şey demişti annesine, ‘ben ölümü göze aldığım için kaçırdım, Azade’yi. Ölüme bile onunla gitmek için. Ama yanan, Meryemce oldu. Bizim yüzümüzden. Ben onun yüzüne bakamam artık.’ Hiç bir şey dememişti Zişan hanım. Diyecek bir şey de kalmamıştı zaten. Hüküm verilmiş, hazırlıklar başlamıştı. Elden bir şey gelmedi bu saatten sonra.
Zişan hanım, başını eşinin omzuna yasladı. Öylece durdular. Tek duaları her şeyin güzel gitmesiydi. İki aile arasında yıllar sonra bir barışın temelleri atılmıştı ama bunun olması için iki cana verilen hüküm, kendilerini yaralamıştı. Bile bile Adar ağanın kendisi istemişti bunu, oğlunun canı için yüreği yana yana ama vicdan mahkemesinde sürükleniyordu halen. Bir yetimin hakkına girmişti. Yeğeninden olumlu bir cevap almasına rağmen, kendi kendini yiyip bitiriyordu. Kızları gelene kadar, içeri hiç girmeden o avludaki sedirde oturmaya devam etti karı-koca. İkisinin düşünceleri de aynıydı, konuşmasalar bile.