GECE 3

1581 Words
Sabah… Yani sabaha benzeyen bir şeydi bu. Güneş doğmamıştı. Belki de doğmak istememişti. Pencere kenarından içeri süzülen ışık, gri bir pus gibi odaya yayılıyor; duvarlara, tavanlara, hatta insanların içlerine bile siniyordu. Sessizlik, artık tanıdık bir şeydi bu evde. Ama bu sabah... daha iç karartıcı, daha uğursuzdu. Vera Vox’un taş duvarları, bir şey fısıldıyordu sanki. Duyulmayan ama hissedilen bir uğultu, insanın boğazına kadar tırmanan görünmez bir su gibi. Herkes, sanki aynı kâbustan uyanmış gibiydi. Ya da belki hiç uyanamamışlardı. Aren, sabahı ilk fark edenlerden oldu. Yatakta doğrulurken, alnındaki ter donmuştu. Geceden kalma kabus, hala sırtında bir tül gibi sürünüyordu. Rüyasında Camille vardı — kollarında taşıdığı o eski bez bebekle duvarlara sürtünerek yürüyordu. Sonra… sonra bir çığlık. Kapkaranlık. Ve boşluk. --- Kapının eşiğindeki gri ışık, odanın içine ancak ürkek bir dille sızıyordu. Masanın etrafında toplanan yedi kişi –her biri eksikliğin farklı bir yankısıyla boğulmuş halde– başlarını kaldırmamaya yeminli gibiydi. Sadece bir sandalye fazlaydı. Camille’inki. June, hâlâ kolundaki tüyleri yoluyordu, gözleri boşluğa kaymıştı. Tobias, gözlüğünü siliyor ama camın üstünden bakmıyordu. Soraya’nın gözleri kapalıydı. Belki dua ediyordu. Belki de yalnızca hatırlamaktan korkuyordu. Atlas’ın sesi sabahı böldü. “Konuşması gereken biri var.” O an Eliah, derin bir nefes aldı. Sanki ciğerlerinde yüzyıllık toz birikmişti. Ayağa kalktı. Üzerindeki gri gömlek hâlâ dün geceki gibi nemliydi. Gözleri kıpkırmızıydı. Ama içinde bir başka renk vardı. Hangi renk olduğunu hiçbiri tanımlayamadı. “Beni unuttunuz,” dedi. “Beni burada bıraktınız. Her gün… aynı şeyleri yaşayıp durdum. Aynı çığlıkları… aynı gölgeleri…” June başını kaldırdı. “Gölgeler mi dedin? Hani karanlıktaki… göz gibi olanlar?” Eliah başını yavaşça salladı. “Onlar sandığı koruyor. Hepimizi unutturdular çünkü gerçeği hatırlarsak… tekrar başa döneriz. Ama biri hala hatırlıyor. Ve o kişi yok. Camille... ya da Luca... ikisinden biri... hâlâ hatırlıyor.” Tobias’ın yüzü düşmüştü. Raya’nın eli titredi. David başını öne eğdi. Aren konuşmak için ağzını açtı ama tam o anda, bir ses, malikânenin içinden geldi. Tık. Bir kapı. Uzak bir koridordan… kilidi olmayan bir kapının kendiliğinden açılma sesi. Atlas yerinden kalktı. “Bu… başka bir oda.” Eliah gözlerini kısmıştı. “Orası… orası ‘Hafıza Odası’. MNEMOS’dan daha tehlikeli. Çünkü o sadece hatırlatmaz… şekillendirir.” June koltuğa iyice gömüldü. “Şekillendirir derken?” Eliah’ın gözleri Aren’in gözlerine saplandı. “Girdiğinde... senin olmayan şeyleri de hatırlamaya başlarsın. Yani... sen olduğunu sandığın kişiyle, gerçekten kim olduğunu ayırt edemezsin.” Odada bir uğultu yükseldi. İçlerinden biri hafifçe titredi. Sadece Aren fark etti. Tobias’tı bu. Parmağı masaya vuruyordu. Ritimli, hızlı. Sanki duyduğu bir melodiyi bastırmaya çalışıyormuş gibi. Soraya, gözlerini ilk kez açtı. “Girmemiz gerekecek, değil mi?” Atlas cevap vermedi. Sadece başını çevirdi ve kapıdan çıktı. Geriye kalan herkes, tek tek peşinden yürüdü. Eliah en sonda. Ama Aren çıkmadan önce masada Camille’in eksik sandalyesine baktı. Üzerinde küçük bir kırmızı toka vardı. Camille’in. Ama onun saçında değil. Sadece, boşluğun ortasında, bir anıya saplanmış gibiydi. Ve Aren, kalbinin sol yanında hafif bir yanma hissetti. Sanki biri onu oradan tutup çekmeye çalışıyordu. --- Kapının ardındaki oda… karanlık değildi. Ama ışık da yoktu. Bir yerin bu kadar gri olabilmesi için ya Tanrı’nın pigmenti unutması gerekirdi, ya da burada zaman kendini yırtmış olmalıydı. Duvarlar nefes alıyordu. Ya da öyle görünüyordu. Ve içeride... bir uğultu vardı. June, “Ben girerim,” dedi. Güldü sonra. Çok kısa. Gergin. “Ne olabilir ki? Hatırlayacak bir bokum yok zaten.” Adımını attı. Odadaki hava onu içine çekti. Sanki rüzgâr yoktu ama etekleri bir anda uçuştu. Sanki sıcak değildi ama alnından damla damla ter süzüldü. Ve sonra… “AAAHHH! AAHH! ÇIKAR BENİ!” June fırladı içeriden. Saçları darmadağın, gözleri kararmış. Ağzı köpük içindeydi. Yere düştü. Kıvrandı. Kendi adını mırıldanıyordu ama o bile kendine inanmıyordu artık. Kimse konuşmadı. Raya, hiçbir şey demeden yürüdü kapıya. Gözlerinde bir kararlılık yoktu. Ama bir meydan okuma da yoktu. Sadece… boşluk. Kapıdan girdi. Ve yine birkaç saniye. Bu seferki çığlık, içeride bir şeyin kırıldığını söylüyordu. Bir kemik mi? Hafıza mı? Gerçeklik mi? Raya dışarı fırladı. Nefes alamıyordu. Saçlarını yoldu. Gözyaşı dökmedi. Ama sesi... “Ben... ben ben değilim…!” Atlas, başını çevirdi. Aren’in yüzüne baktı. Gözlerinin altı mor. Ellerinde titrek bir kararsızlık. “Ben de gireceğim,” dedi Aren. Atlas karşı çıkmadı. Sadece kolunu uzattı. “Yalnız değilsin.” Kapıya birlikte yürüdüler. Aren’in kalbi, kaburgalarının arasına sığmıyor gibiydi. Ve odanın eşiğinden içeri adımını attığında... geçmişten gelen bir nefes, burnuna çarptı. Lavanta ve küf. Kan ve anne sütü. Yalnızlık ve… bir şey daha. Kendi sesi. “Atlas...” Atlas onun yanında kalmıştı. Odanın içinde zaman kıvrıldı. Zemin düz değildi ama düşmüyorlardı. Duvarlar kapı gibiydi ama açılmıyordu. Ve tam ortada… eski bir masa. Üstünde bir not defteri. Aren’in çocukluğundan kalma. Ama buraya hiç getirmediğinden emindi. Sayfalar açılmaya başladı. Kendiliğinden. Ve orada yazanlar… onun değildi. Ya da belki de öyleydi. Ama hiçbirini hatırlamıyordu. “Ben Atlas’ı çocukken de tanıyordum. O gün sandığı bulduğumuzda herkes kaçtı ama o benim elimden tutmuştu. Sonra karanlık geldi. Hepimiz unuttuk. Ama onu asla unutmadım…” Aren’in boğazı kurudu. Atlas ise o deftere bakmıyordu. Yüzü Aren’e dönüktü. Sadece onu izliyordu. “Bu oda... bizi yeniden yazıyor,” dedi Atlas. “Ve bazı şeyleri... silmeyi reddediyor.” Aren başını eğdi. Elleri titriyordu. Ama Atlas’ın eli, onun ellerini tuttu. “Bitti mi?” diye fısıldadı Aren. Atlas başını salladı. “Hayır. Yeni başlıyor.” --- Aren’in gözleri açık ama görmüyordu. Sanki göz kapaklarının arkasında başka bir dünya açılmıştı. Ruhu bir yerlere çekiliyor, bedeni ise yavaş yavaş… soluyordu. Atlas ilk başta bunun bir tür halüsinasyon olduğunu sandı. Ama Aren’in dudakları morarmaya, parmakları buz kesmeye başlayınca gerçekliği delip geçen o panik hissi, göğsüne balyoz gibi indi. “Aren?” Eli Aren’in yanağına uzandı, ama deri… buz gibiydi. Nabız yoktu. Ya da çok derindeydi. Odanın içinde aniden bir vızıltı başladı. Metalik. Sanki bir elektrik kablosu kısaca kıvılcımlanmıştı. Sonra o sesi duydu. "ÇEKİL BURADAN." Atlas gözlerini kısmaya çalıştı. Ses bir yerden gelmiyordu. Odanın içinden, duvarlardan, belki de Aren’in içinden. Masanın arkasındaki duvarda bir çıkıntı. Minik, neredeyse görünmeyen bir kol. Paslı ama hâlâ çalışıyor gibi. Ve üstünde tek bir kelime: “DURDUR”. Atlas gözünü kırpmadan yürüdü. Aren’in dudaklarından küçük bir kan çizgisi sızmaya başlamıştı. “Hayır,” dedi kendi kendine. “Bunu bir daha yaşamayacağım.” Kolu tuttu. Bastı. İçerideki hava bir anda boşaldı. Duvarlar sanki içlerine çekilmişti. Odanın uğultusu bıçak gibi kesildi. Aren’in bedeni, dizlerinin üstüne yığıldı. Atlas onu tam zamanında yakaladı. “Ben buradayım,” dedi. “Duyuyor musun beni, Aren? Gözlerini aç. Hayır… hayır, hayır. Lütfen…” Ama Aren’in gözleri hâlâ başka bir dünyaya bakıyordu. Sadece nefesi vardı. Soluk, zayıf. Ama en azından yaşıyordu. Atlas onu kucağına aldı. Hafıza Odası artık hiçbir şey söylemiyordu. Sadece kapı ağır ağır kapanırken içeriden gelen son şey… yumuşak bir kahkahaydı. Sanki bir çocuk gülüyordu. Ya da bir gölge. Koridor… sessizdi. Kimse yoktu. Zemin hâlâ soğuktu. Atlas’ın çizmeleri ıslak taşları ezerek ilerliyordu. Aren’in başı omzuna yaslanmıştı. Vücut ağırlıksızdı. Ya da Atlas’ın öfkesi, onun ağırlığını unutmuştu. Kendi odasına getirdi Aren’i. Kapıyı kapattı. Kilitledi. Yatağın üzerine yatırırken dikkatliydi. Aren’in yüzü hâlâ renksizdi. Ama parmakları hafif kıpırdadı. Atlas oturdu, başını ellerinin arasına aldı. “Bu yer… lanetli. Hepimiz…” Cümle tamamlanmadı. Çünkü Aren birden iç çekti. Derin, yırtılmış bir iç çekiş. Atlas hemen eğildi, gözlerinin içine baktı. Aren’in göz bebekleri titriyordu. Dudakları kıpırdadı. “O sandık… hâlâ orada. Ben onu… açtım.” --- “Gece, Hatırlayanlara Kapanmaz” Atlas, Aren’in yanına çökmüştü. Yatağın kenarında, başı Aren’in karın boşluğuna yaslanmıştı. Kendi kalp atışını duyuyordu ama Aren’inkini duymak için kulağını neredeyse gövdesine bastırmak zorunda kalmıştı. Oysa dışarıda gece sürüyordu. Gölge dolu bir malikâne, her odası başka bir bilinmezlik. Ama burada, bu odada… zaman durmuştu. Tıpkı bir fotoğraf gibi. Soluğu çekilmiş, hareketi dondurulmuş bir kare. Aren’in kirpikleri titrediğinde, Atlas neredeyse ağlayacaktı. “Dönüyorsun…” Fısıltısı boğazına düğümlendi. Bir yanı onun uyanmasını bekliyor, diğer yanı hâlâ hafıza odasının karanlık duvarlarında takılı kalmıştı. Aren’in gözleri aralandı. Ama baktığı şey Atlas değildi. Boşluğa, daha önce hiç girmediği bir karanlığa bakar gibiydi. Gözbebekleri büyüktü. Teni hâlâ beyaz ama canlıydı artık. Solukları kesik, kırık döküktü. Konuşacak gibi oldu. Dilini ıslatamadı. Atlas su getirdi. Ama Aren suyu içmek yerine cama dokundu. Pencerenin buğulu yüzeyine parmak uçlarını değdirdi. “Ben… ben orayı gördüm,” dedi. Atlas irkildi. “Neresi?” Aren başını çevirmeden konuştu. “Gölgelerden önceki yeri. Sandığın olduğu zamanı.” Sonra dudakları titredi. “Küçüktük. Sen de vardın. Luca… Camille… hepimiz. Ama... bir şey oldu. Ben o gün kan kokusu duydum.” Atlas, ayakta kalan bir duvar gibi yanında durdu. Ama içinden çökmemek için savaş veriyordu. Yıllar önce hatırlayamadığı o günü… biri ilk kez bu kadar net anlatıyordu. “Bir şey bizi izliyordu, değil mi?” Aren soruyu sorduğunun farkında değildi. Daha çok bir iç sesin yankısı gibiydi bu. “Sandığın içinden… gelen bir şey.” Atlas başını salladı. Yutkundu. Yalan söyleyemeyecek kadar yorgundu. “Evet. Ve seni koruyamamıştım.” O cümle odanın içine asılı kaldı. Ne duvarlar cevap verdi, ne de Aren. Sadece rüzgar… kırık camlardan bir inilti gibi içeri sızdı. Atlas usulca battaniyeyi Aren’in omuzlarına çekti. Kendi montunu da üstüne attı. Yatağın kenarına oturdu, ayakkabılarını çıkardı. Ve, hiçbir şey demeden Aren’in yanına uzandı. Onu sırtından sararak, alnını saçlarının arasına gömdü. “Bu sefer izin vermeyeceğim,” diye fısıldadı. “Kimse seni bir daha çekip alamayacak elimden.” Aren’in gözleri kapanıyordu ama uykuya değil. Bir tür… bilinç bulanıklığına. Biraz hafıza, biraz karanlık, biraz koku. O günün kokusu: toprak, pas ve kan. Ve şimdi Atlas’ın teninden gelen şey: sıcaklık, kül ve… güven. O gece böyle geçti. Zaman sarkacı saatler boyunca sadece bir odanın içinde salındı. Kimse uyanmadı. Kimse çığlık atmadı. Ama duvarlar hafifçe titriyordu. Çünkü malikâne, birinin hatırlamaya başladığını fark etmişti. Ve Vox Memoriam bunu affetmezdi. ---
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD