GECE 4

1801 Words
“Çığlık, Unutulmuşun Gölgesidir” Sabah… ya da ona benzeyen şey. Vera Vox’ta güneş doğmazdı. Sadece karanlığın tonu açılırdı — o kadar. Atlas sabahın ilk saatlerinde uyanmıştı. Aren hâlâ uyuyordu, alnı terli ama teni sıcaktı. En azından nefes alıyordu. Bu, malikâne için büyük bir mucizeydi. Alt kattaki dev çan – ya da o lanetli ses aygıtı – yine çalmaya başladı. Yemek saatiydi. Ama artık kimsenin acıktığı falan yoktu. Yine de o çan... her sabah çalıyor, tıpkı malikânenin yaşayan bir ritüeliymiş gibi herkesi sürüklüyordu salona. Atlas göz ucuyla Aren’e baktı. O da kalkmaya çalışıyordu, gözleri hâlâ puslu. "İyiyim," demişti yalandan. Ama sesi... buz gibiydi. Alt kata indiklerinde ilk gördükleri şey Luca oldu. Köşede duruyordu. Üstü başı düzgün, saçları geriye taranmış. Sanki dün gece ortadan kaybolan o değilmiş gibi. “Günaydın.” Sesi pürüzsüz, burnunun üstünde o her zamanki küçümseyici gülümseme. Sanki gece yarısı kimse onun Camille’in odasından sürünüp çıktığını görmemişti. Sanki gölgeler arasında gezinirken kendi hayaletiyle karşılaşmamıştı. June kıkırdadı. “Oo Luca Bey geri döndü, çok özlemiştik.” Ama sesinde sinirli bir titreşim vardı. June, Luca’yı severdi. Eskiden. Ama artık… o anıların altı kırılmıştı. Tam herkes sofranın etrafına oturmuş, sessizliği çorba kaşıklarıyla delmeye başlamışken… Çığlık. Boğuk, tiz, hırçın. Bir kadına aitti. Hayır, bir kıza — yaşını unuttukları o 17’lik bedene sıkışmış Camille’e. Aren anında yerinden fırladı. June sandalyesini devirerek ayağa kalktı. Tobias elindeki bardağı düşürdü. “Duymadınız mı?” Aren’in sesi buz gibi. Gözleri büyümüş. “Hâlâ içeride. Camille içeride!” Raya kapıya yöneldi. “Odada yoktu! Aradık her yeri!” “Hayır,” dedi Atlas. Sesi garipti, sanki bir şey fark etmişti. O an herkes fark etti: Camille’in çığlığı… Duvarların ardından geliyordu. Sanki evi bıçak gibi kesip geçen bir ses dalgasıydı bu. Birisi yardım istiyordu. Ama kapı yoktu. Duvar yoktu. Yön yoktu. Sadece ses. Aren ellerini başına götürdü. “Bu sesi hatırlıyorum… Bu ses… o günkü gibi.” “Ne günü?” diye sordu Tobias. Ama cevap gelmedi. Çünkü birdenbire… o ses kesildi. Sanki bıçakla doğranmış gibi. Ve ardından... sessizlik. Hiçbir şey yoktu artık. Ne çığlık, ne fısıltı, ne umut. Atlas gözlerini kısmıştı. “Onu bulmamız lazım. Artık zaman kalmadı.” --- “Kimse Birden Kaybolmaz... Eğer Zaten Hiç Gerçek Olmadıysa” Camille’in çığlığı kesildi. Herkes olduğu yerde kaldı. Sanki biri odanın üstüne büyük, ağır bir anafor örtmüştü. Sonra… Fısıltılar. İlk Aren duydu. Ya da öyle sandı. Ama gözleriyle birini aramıyordu — çünkü ses bir yerden gelmiyordu. Ses... bir şeyin içinden çıkıyordu. Duvarlardan değil. Zihinlerden. "Beni unutmadınız mı?" "Yalan söylediniz." "Yine bırakacaksınız." Aren’in göz bebekleri büyüdü. Tobias yere eğilmiş, kulaklarını kapatmıştı. June gözyaşı döküyordu. Soraya yere çöküp dua eder gibi mırıldanıyordu. Atlas, derin bir nefes aldı. Onlara yaklaşmadı. Çünkü biliyordu: bu, sadece ses değildi. Bu, bir çağrıydı. “Duymayın,” dedi. Sesi alçak ama sertti. “Ne derse desin, dinlemeyin. Bunlar Camille değil.” Ama çok geçti. Raya'nın gözleri boşlukta bir noktaya kilitlenmişti. “Elimi tutmuştu. Hatırlıyorum,” dedi. “Elimi tutmuştu, ama buz gibiydi… Buz gibi...” Bir sandalye gıcırdadı. June arkasına döndü. Ve herkes aynı anda fark etti: Luca yoktu. Bir saniye önce arka duvara yaslanmıştı. Kadehini döndürüyordu. O alaycı bakışıyla Aren’i süzüyordu. Ama şimdi? Hiçbir iz yoktu. Sandalyede vücut ağırlığına dair en ufak bir iz yoktu. Zeminde ayak sesi, duvarda gölge yoktu. June ağzını eliyle kapattı. “Hayır… Hayır, bu bir oyun değil. Değil mi?” Atlas’ın eli belindeki bıçağa gitti. Kafasını çevirdi ama yüzündeki ifade anlaşılmıyordu. “Sessiz olun. Dinleyin.” Herkes sustu. O anda... başka bir fısıltı duyuldu. Bu sefer, yukarıdan. "Beni bulacaksınız. Ya da... ben sizi bulacağım." Atlas gözlerini yukarı kaldırdı. Bakışları, ikinci kattaki koridora takıldı. Tam o anda orada bir gölge geçti — ince, kıvrak bir hareket. Bir insan olamayacak kadar sessizdi. Ama bir hayalet için fazla bedenliydi. Aren bir adım geri çekildi. “Yukarıda biri var. Camille mi?” “Hayır,” dedi Atlas. “Camille’in sesi bu değil.” Tobias ellerini dizlerine koydu. “Peki o zaman… bu ne?” Hiç kimse cevap veremedi. Çünkü Luca yoktu. Ve Vera Vox susmuyordu. O sadece sıradaki oyunu hazırlıyordu. --- “TUNA YINI” Zemin hafifçe sarsıldı. Tavana gömülü taş mekanizma bir iç çekiş gibi ses çıkardı — Sonra metalik bir klik. Ve karanlık koridorun sonunda, yeni bir kapı açıldı. Kapı değil… Bir yara gibi. Vera Vox’un duvarları bu kez kapı açmamıştı, içini yırtmıştı. Atlas önde yürüdü. Eliah sessizce ardından. Diğerleri, sanki görünmez bir el onları itiyormuş gibi, tek tek içeri girdi. Aren... sonuncu adımı atmadan önce tereddüt etti. Ama içeride bekleyen şey tereddütü affetmeyecekti. --- TUNA YINI yazıyordu duvara kazınmış harflerle. Eğri büğrüydü. Bir çocuğun tırnağıyla yazılmış gibiydi. Ama harflerin kenarından kan sızıyordu. Henüz kurumamıştı. June arkasına döndü, hemen geri çıkmak ister gibi. Ama kapı kapanmadı. Vera bu sefer kimseyi hapsedecek kadar nazik değildi. Sadece izletiyordu. Duvarlar... mezbaha gibiydi. Zemin yapış yapıştı. Kimi yerde kurumuş kan, kimi yerde ise parmakla yazılmış cümleler: > “GÖZÜNÜN İÇİNE BAKTIĞIMDA BENİ DE GÖRDÜ.” > “ANNE, NEFESİNİ GERİ VER.” > “HAFIZA BİR HAYVANDIR.” Tobias’ın dizleri titredi. Raya sessizce kusmak için bir köşeye çekildi. Soraya dua etmiyordu artık, sadece gözlerini yumdu. Eliah… durdu. Ve o ana kadar hiç konuşmamış biri dile geldi: Eliah. “Burası... ilk yankı odası.” Sesi boğuktu. Sanki yıllardır konuşmamış birinin sesi gibiydi. Ya da kendi sesini tanımayan birinin. Atlas döndü, kaşları çatık. “Eliah, bu oda da neyin yankısı?” Eliah, duvardaki bir cümleye baktı. Orada, kurumuş kanla şu yazıyordu: > “UNUTMAYIN DİYE KAYDETTİK.” Ve o anda... Luca içeri girdi. Ama yürüyerek değil. Sanki sürükleniyordu. Adımları kendi kontrolünde değilmiş gibi. Gözleri açık ama boştu. Bedeninde bir titreme vardı—içine çekilmiş bir karanlık gibi. June bir çığlık attı. “LUCA! Hey, iyi misin? LUCA?” Luca cevap vermedi. Ama bir kelime mırıldandı. O kadar sessizdi ki ancak Atlas duyabildi: > “Yüzü yoktu…” Atlas hemen Aren’in önüne geçti. “Eliah, bu da ne demek oluyor?” Eliah, başını kaldırdı. Bir mezar taşı gibi ifadesizdi. “Luca bizden değil artık.” Sesi sanki başka bir yerden geliyordu. “Onu içeriye aldığınızda... dışarıda bıraktığınız şey fark edilmedi.” “Ne bıraktık?” “Bir gölge. Ama bu gölge, birini seçerse, geri kalan herkes sadece izler.” Ve o anda... Tavandan bir damla kan düştü. Tam Aren’in omzuna. --- “Bazı geceler, hatırlamak için fazla geçtir; ama unutmamak için fazla derin.” Atlas kapıyı açtığında, odanın loşluğunda yalnızca şarabın bordo kırmızısı parlıyordu. Elinde iki kadeh vardı, biri çatlak ama hâlâ sağlam. Diğeri… Aren için ayrılmış gibiydi, yıllardır hiç dokunulmamış bir köşe gibi. “Aren,” dedi sessizce. “İçeri gel.” Aren’in adımları tereddütle başladı ama zemine değdiği anda ağırlık kazandı. Oda, Atlas’ın kokusuyla doluydu. Hafif odunsu, karanfil gibi... ve derinlerde bir yerde küf tutmuş anılar gibi keskin bir şey daha. Duvarda asılı eski bir harita, yırtık koltuk, yarısı erimiş bir mum. Zaman burada durmuştu — ve birileri onu kurban etmiş gibiydi. Atlas bir kadehi uzattı, sesi alçak ama tok: “Bu gece hiç kimseyi kurtarmak zorunda değilsin. Sadece kendini bırak.” Aren önce bakışlarını kaçırdı. Sonra bir yudum aldı. Sonra bir tane daha. İçindeki titrek suskunluk, alkollü bir cesaretle çatlamaya başladı. Sigara tutuşturuldu, dumana karışan suskunluk, yavaşça yerini kelimelere bırakıyordu. “Burası beni boğuyor,” dedi Aren, dudakları sigara filtresine değmişken. “Camille'in sesi hâlâ kulağımda. Luca’nın... bakışları. Ve bu evin duvarları. Sanki her yer beni izliyor.” Atlas bir şey demedi. Sadece kadehini kaldırdı ve ona eşlik etti. Sonra sandalyesini Aren’e yaklaştırdı. “Unutmak istersin. Biliyorum. Ama bazı anılar... hatırlanmak için savaşır.” Aren bir an sustu. Sonra sanki kelimeler boğazına düğümlenmiş gibi, kadehini masaya bıraktı ve başını Atlas’ın omzuna yasladı. “Ben seni hatırlıyorum,” dedi bir fısıltıyla. “Ama nasıl olduğunu değil... sadece his gibi. İlk defa birine bakıp... kendimden korkmamıştım. Hatırlıyor musun o günü? Bahçedeydik. Üzerime su dökülmüştü ve sen... gülmüştün.” Atlas'ın gözleri kısıldı. Bu cümleyle gelen sızı, yılların küfünü kazıdı. “Sana o gün aşık olmuştum,” dedi sadece. Bir sessizlik. Aren başını kaldırdı. Gözleri parlıyordu; alkolle, anıyla, bastırılmış özlemle. Ve sonra... bir kırılma noktası. Aren yavaşça onun kucağına oturdu. Bir an için hiçbir şey söylemediler. Sadece birbirlerinin nefesini duydular. O anın çıplak gerçeği ikisine de yeterdi. Atlas başını eğdi. Dudakları Aren’in dudağına dokunduğunda zaman çözüldü. Bu öpücükte yılların suskunluğu, ihanetin araladığı korku ve gölgelerle çevrili bir evin ortasında bile hâlâ umut edebilme inadı vardı. Aren’in elleri Atlas’ın gömleğinin içine kaydı. Parmak uçları sanki harf harf geçmişi hatırlıyordu. Kalbinin üzerindeki yara izi... zamanla değil, susarak geçirdiği yıllarla iyileşmişti. Öpücük derinleşti. Dudakları, nefesi, parmakları. Hiçbiri sabırlı değildi. Çünkü ikisi de biliyordu: her şey yarım kalabilir bu evde. Her şey… “Kal,” dedi Atlas. “Bu gece, yanımda uyu. Seni koruyacağım.” Aren bir şey demedi. Yalnızca başını onun göğsüne yasladı. Gözleri kapanırken bir fısıltı döküldü dudaklarından: “Zaten hatırladığım tek yer burası.” --- “Bazen bir anı, yalnızca tenin değil, ölümün de habercisi olur.” Atlas’ın dudakları, Aren’in boynunda nefes alıyordu. Öpücükleri sigaranın dumanına, şarabın yanığına karışmıştı. Elinde, sanki yıllar boyunca dokunmaya cesaret edemediği bir heykeli hisseder gibi, Aren’in sırtını izliyordu. Titreyen eller, çekilen t-shirtler, dudaklarının kenarında iç geçirilen yıllar. Aren parmak uçlarını Atlas’ın omzundan kalbine doğru sürükledi. Tırnakları, tenine kazınan geçmişi hisseder gibiydi. Karanlıkta, tek bir mum alevi vardı; titrek, sabırsız ama inatla yanıyordu. O sırada… Kapı gıcırdadı. Bir soğukluk çöktü odaya. Hissedilir, mideyi burkan, omurgaya tırmanan türden bir soğuk. Atlas bir anda yerinden sıyrıldı, Aren’i korur gibi göğsüne çekti. Kapının eşiğinde, gölgelerden daha eski görünen bir figür belirdi. Eliah. Ayakta duruyor ama ayakta değilmiş gibiydi. Yüzü terliydi, ama üşüyormuş gibiydi. Gözleri büyümüştü. Ve sesi — sanki bir mezarın içinden yankılanıyormuş gibi: “Hatırlayan ölür.” Sessizlik. Saat bile tiktak etmiyordu. Aren ürperdi. Atlas ayağa kalktı ama ilk defa, ne söyleyeceğini bilmiyordu. Eliah içeri bir adım attı, ayağının altındaki tahta gıcırdadı. Üzerinde başka birinin ceketi vardı. Kanlı mıydı? Yoksa sadece gölge mi? Seçilemiyordu. “Ne diyorsun Eliah?” Atlas’ın sesi hem öfkeli hem boğuk çıktı. Eliah gözlerini Aren’e çevirdi. Bu bakışta bir uyarı değil, sanki yas vardı. Ağlamayı bile unutmuş birinin bakışıydı. “Hatırlarsan... seni alma hakları olur,” dedi yavaşça. “O gün sandığı açtık. Hepimiz. Sen, ben, Camille... Luca bile... ama o bizim gibi değildi. O buraya ait değildi. Ve Aren...” Eliah bir adım daha attı. Atlas önüne geçti. “Dokunma ona.” Eliah gülümsedi. Ama bu gülümseme, dudakla değil, bir kabusun kıvrımıyla yapılmış gibiydi. “Onu almazlar. Ama hatırlarsa... kendisi gider.” Bir anda Eliah’nın gözleri yuvalarında döndü. Dizlerinin bağı çözüldü, yere yığıldı. Atlas hemen yanına eğildi, ama Eliah’ın bilinci yerinde değildi artık. Dudakları kıpırdıyordu ama ses çıkmıyordu. Bir tek kelime, fısıltı halinde duyuldu: “MNEMOS…” Aren yatağın ucunda donmuş gibiydi. Parmakları titriyor, bakışları sabitlenmişti. “Atlas… ben... bir şey hatırladım,” dedi, sesi zorla çıktı. “Seninle… o sandığı birlikte açtığımızı... kan vardı. Biri bağırmıştı. Ve... biri... bizim dışımızda biri daha vardı.” Atlas başını kaldırdı. Gözleri koyulaştı. “Artık çok geç.” ---
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD