“Bazen bir ev, sessiz kaldığında en çok şeyi anlatır.”
Sabah Vera Vox’a her zamanki gibi süzülmedi. Güneş bile içeri girmemekte ısrar etti. Pencere camlarında gri bir buğu vardı; dışarıda sis, içerideyse kıpırtısızlık… Ev, soluk almıyordu.
June terliklerini sürüyerek salona indiğinde, masanın hâlâ dolu olduğunu gördü. Ne demlik buharı, ne çatalla oynanmış bir tabak, ne de kahkaha — olağan sabah karmaşasından hiçbir iz yoktu.
"Garip," diye fısıldadı, ellerini kolunun altına kıstırarak. Üşüyordu. Ev bu sabah daha soğuktu.
Atlas her sabah ilk gelen olurdu, elinde kahve kupasıyla duvar saatine dikilir, bir süre kimseyle konuşmadan etrafı gözlemlerdi. Aren genelde sonra gelirdi; uykulu, ama dikkatli bakışlarla. Eliah…
Eliah. Dün gece...
June'ın karnına bir yumruk gibi bir anı indi. Eliah bayılmıştı. Atlas onu odasına götürmüştü. Peki Aren?
Bir şeyler doğru değildi.
June hızla merdivenlere yöneldi. Ayak sesleri evde yankılanırken, her kapalı kapı arkasından bir soğukluk üflüyordu. Bir tanesi hariç: Atlas’ın odası. Kapısı aralıktı. Ve içeriden hafif bir yanık kokusu geliyordu — tütsüyle karışık, eski şarapla örtülmeye çalışılmış bir şey… bir şeyin kalıntısı gibi.
“Atlas?” diye seslendi June, kapıyı hafifçe itti.
Ve dünya orada durdu.
Atlas yerdeydi, gömleği açık, alnında ter damlaları boncuk boncuk donmuş. Yanında Aren yatıyordu — ama uyanık değildi. Gözleri açık ama boştu. Dudakları titriyor, sanki görünmeyen birine fısıldıyordu. Parmakları istemsizce havayı tırmalıyordu.
Ve Eliah... Eliah hâlâ oradaydı. Bir köşede, duvara yaslanmış, ama yüzü hâlâ bilinçsizliğin gölgesindeydi.
June’ın sesi boğazına düğümlendi. Ama çığlık… çığlık içinden sökülüp geldi.
“YARDIM EDİN!”
Ayağının altındaki tahta çatladı sanki. Ev bir anda sesle doldu. Koşan adımlar, açılan kapılar, yukarıdan gelen panik solukları… Tobias, Raya, Soraya bir bir belirdi merdivenlerde.
Ama o anki görüntüyü hiçbir şey silemezdi.
Aren’in dudaklarından bir kelime döküldü. Zorla, yutkunarak, neredeyse başka birinin ses tonuyla:
“Unutmayın beni…”
---
“Hatırlayan ölür, unutan yok olur. Peki ya arada kalanlar?”
Eliah gözlerini açtığında, dünya hâlâ titriyordu. Gözbebekleri ışığı reddetti, dudakları kıpırdadı ama ses yoktu. Başını çevirdi. Aren’e baktı. Sonra bir anda…
Ayağa kalktı.
Yavaşça… Çok yavaşça… Sanki kendi vücudunu bile tanımıyormuş gibi. Bir kukla gibi. Gölgesi duvara yapıştı, adımları yankılandı. Oda bir an için nefes aldı — sonra tekrar tuttu.
“Aren,” dedi. Sesi kendine ait değil gibiydi. Cam kırığı gibi. Metal soğukluğu gibi.
Aren bir şey demedi. Ama gözleri, Eliah’ın gözlerine çakılmıştı. Boşlukta, görünmeyen bir çağrıyı duymuş gibi. Ve o çağrıya cevap verircesine yürümeye başladı. Eliah’ı takip etti. Geriye dönüp kimseye bakmadı.
June haykırdı, “Aren?! Hayır, nereye gidiyorsun?!”
Ama Aren duymuyordu artık.
Eliah ve Aren... birlikte koridordan süzüldüler. Ayak sesleri yoktu. Sadece... yankılanan bir sessizlik vardı.
Ve birkaç saniye sonra... kapı kapandı.
Kapının üzerinde siyah harflerle parlayan yazı belirdi:
MNEMOS IX.
---
Aşağıda, Atlas kendine gelmişti. Baş ağrısıyla kalktığında June'ın sesi hâlâ kulaklarında çınlıyordu.
“Aren?!”
“Eliah?!”
Ama hiçbir cevap gelmedi.
Atlas ayağa fırladı, dengesini zor toparladı. Kapıya yöneldi ama... çok geçti. O kapı, onlara kapanmıştı. Yine.
Yine birini kaybetmişti.
Daha “lanet olsun” bile diyemeden…
Luca belirdi.
Koridorun ucunda. Üzerinde hâlâ kanlı bir gömlek. Yüzünde o sahte, hafif kıvrımlı, neredeyse alaycı ifade. Elleri ceplerinde.
“Birilerini mi arıyorsunuz?” dedi sessizce. Gözleri pırıl pırıldı. Delilikle parlıyordu. Sanki hiçbir şey olmamış gibiydi.
Atlas, o an başka hiçbir şey düşünmedi. Vücudu önce dondu. Sonra... patladı.
“NEREDESİN SEN?!”
Çığlığı evin duvarlarını yalayıp geçti. Luca şaşırmadı. Hatta kımıldamadı bile. Sadece başını hafifçe yana eğdi, bir kedi gibi.
Atlas saldırdı.
Boğazına yapıştı. Duvara fırlattı. Omuzları çat diye çarptı taş zemine. Luca gülüyordu. Bastırılmış, pis bir gülümsemeyle.
“Camille nerede?! Konuş! Aren nerede?! SEN KİMSİN?!”
Luca, dişlerinin arasından fısıldadı:
“Beni hatırlamıyorsun ama… ben seni hep izledim, Atlas.”
Bir anlığına Atlas’ın yumruğu havada asılı kaldı.
Ve sonra... arka odalardan birinden ince, tiz, cam kırığı gibi bir çığlık duyuldu.
Camille.
Ses, hâlâ yaşıyordu. Ve hâlâ… yardım istiyordu.
---
PART — Aren
Hava, ciğerlerime sanki kurşun dolusuymuş gibi girdi. Uyanmak demekse eğer buna, bunu hiç istemedim. Üzerime çöken loşluk, göz kapaklarımın altına kazınmıştı sanki; soğuk taş zeminin kokusu boğazıma kadar yükseldi. Rutubet ve… metalik bir şey. Kan?
Gözlerimi araladım. Sert bir taşın üstünde yatıyordum. Başım zonkluyordu, zihnimde parçalanmış görüntüler dönüyordu: dudaklar, sıcaklık, bir nefes… Atlas. Onun adı. Onun gözleri. Onun elleri. Onun… tadı.
“Atlas,” dedim, sesim yabancı, sanki başka birinin ağzından çıkmış gibi. Bir hayal gibi gelip geçen bir öpüşme. Dudaklarının şarabın tadıyla karıştığı an. Gecenin karanlığında, onun odasında, onun elleriyle bana dokunduğu… Son hatırladığım şey bu. Geri kalan her şey gri.
Ayağa kalkmaya çalıştım ama dizlerim bana ait değilmiş gibi titredi. Taş zemin, altımda buz gibi, sanki damarlarımın içinden geçip kalbime saplanan bir şeydi. Etrafıma baktım.
Mezarlar.
Yedi tane. Belki sekiz? Hayır—biri boş değil.
Gözlerim Eliah’ı buldu. O, sekizinci mezarın içine çömelmişti. Sanki toprağa karışmaya hazır bir ölüyü andırıyordu. Saçları yüzüne yapışmıştı, kolları bedeni sarmıştı, gözleri boşluğa sabitlenmişti. Ve fısıldıyordu. "Beni neden bıraktınız... beni neden unuttunuz..."
Boğazım düğümlendi.
Diğer mezarlara yöneldim, istemeden. Ayaklarım beni çekti. Her birinde paslanmış bir plaka. Üzerine yazılmış isimler. Tanıdık isimler. Bize ait isimler.
Raya.
June.
Tobias.
Camille.
Eliah.
Ben.
Aren.
Ve biri daha... Atlas.
Kalbim, kaburgalarımı kırarak dışarı çıkacakmış gibi çarptı. Ne yapıyorlar burada? Bu… bu bizim için hazırlanmış bir tören mi? Bir son mu? Yoksa bir başlangıç mı?
"Atlas," dedim tekrar. Bu kez nefesim buz gibi çıktı ağzımdan. Neredeydi? Beni neden yalnız bırakmıştı?
“Burası…” dedim, sanki biri yanımdaymış gibi, “Burası bir tür—mezarlık. Ama yaşayanlara ait.” Sesim titredi.
Eliah aniden başını kaldırdı. Gözleri karanlıkta yandılar.
“Hatırlamak demek… ölmeyi seçmek demektir,” dedi. “Sen seçtin. Şimdi diğerleri sırada.”
---
PART — Atlas
Aren yoktu.
Oda boştu. Şarabın yarısı dolu, sigara kül olmuştu. Ama o… o artık burada değildi. Parmaklarım hâlâ onun sıcaklığını hissediyordu sanki, dudaklarımda o son öpücüğün hayaleti… ama hepsi bu. Sadece hayal. Gerçek olan şey: onun kaybolmuş olmasıydı.
“Aren!” diye bağırdım, sesim malikânenin taş duvarlarında yankılanırken boğazımı yırttım. “Aren nerdesin, lanet olsun!”
Ayaklarım yere çarptıkça ev homurdanır gibi ses çıkardı. June yoktu, Raya yoktu, Eliah yoktu—ama asıl eksik olan oydu. Gözlerimin gördüğü her gölgeye saldırmak istiyordum. Kalbim kaburgalarımdan dışarı çıkmaya çalışıyordu. O bir rüyaydı belki. Belki delirmiştim. Belki...
Tam köşeyi dönerken, Tobias karşıma çıktı. Elinde eski, tozlu, derisi çatlamış bir kitap tutuyordu. Gözleri ürkekti ama kararlı.
“Onu kurtarmanın yolu Hafıza Odası,” dedi. “Eliah onu geçmişin içine çekti. Senin oraya girmen lazım, Atlas.”
“Neyin içine çektiğini bile bilmiyorum. Siktir boktan bir mezarlıkta kayboldu çocuk resmen!” diye kükredim. Elim istemsizce duvara çarptı, eklemlerim acıdı ama o acı bana hiçbir şey hissettirmedi.
Tobias titredi ama geri adım atmadı. “Bu kitapta yazıyor… yıllar önce hepimiz bir şey yaşadık. Bize ait olmayan anılar, mezar taşlarına kazınmış. Aren geri çağrıldı. Hafıza Odası ona cevap verdi. Ama o orada uzun süre kalamaz—kanı çekilir, zihni parçalanır.”
Kitabı elimden kapar gibi aldım. Sayfalarına göz attım. Çizimler. Kodlar. Semboller. Ve… Luca'nın adını gördüm. Ama gerçek ismi değil.
"Carsten Mühr."
Altında bir ibare: "Deney 7: Gölge Beden – Psikoseksüel Sapmalar ve Zihin Transferi."
Karnım burkuldu.
“Luca… bu piç bir gölgeydi,” dedim, sesimi tanımadım. “O bizimle aynı değildi.”
Tobias başını eğdi. “Şimdi sıradaki kişi Camille’di. Ama artık o da yok. Ve Luca... yeni birini seçti.”
Ağzımdan bir lanet daha döküldü. Aklım Aren’deydi ama içimde başka bir savaş da vardı. Camille’nin çığlıkları hâlâ kulaklarımda yankılanıyordu. Raya mı? June mu? Sıradaki kim?
Hayır. Yeterdi. Bu iş burada bitecekti.
Hafıza Odası'nın demir kapısı önümdeydi şimdi. Kapı, soluk soluk alıyor gibiydi. Sanki canlıydı. Sanki beni çağırıyordu.
“Aren, beni bekle. Seni o karanlıktan geri çekeceğim,” dedim. Ellerim kitaba, sırtım kapıya yaslandı. Son kez soluklandım.
Ardından içeri adım attım.
---
Vera Vox’un taş duvarları sabaha kadar inledi. Ama kimse duymadı.
Atlas, Aren’in yokluğuyla baş başa, dizlerinin üstünde zamanın boğazına çökmüş gibi bekledi. Herkes uyumuştu ya da öyle sanılmıştı. Ama o biliyordu. Aren gitmişti. Eliah’ın peşinden. Gözleri bomboş bir boşluğa takılı şekilde odadan çıkarken Atlas onu tutamamıştı. Teni ürpermişti yalnızca — kalbinin çarpmayı unuttuğu bir anda.
O şimdi nerede?
Elini kapkara olmuş şöminenin içindeki küle uzattı. Parmaklarına yapışan sıcak is, içinde biriken öfkenin rengiydi sanki. Derisini kazısa bile geçmeyecek türden bir iz. Aren’siz geçen her saniye, göğsünü açılmamış yara gibi genişletiyordu.
Ve o an… bir şey oldu.
Zihnine, yıllar önceye ait bir sahne saplandı. O kadar keskin, o kadar canlıydı ki… boğazına kadar doldu. Kusacak gibiydi.
Bir salon. Sekiz çocuk. Atlas da onlardan biri. Camille de. Tobias. Raya. June. Hepsi orada. Dizlerinin üzerinde. Ortalarında paslı bir zincirle kapatılmış eski, garip şekilli bir sandık. Aileleri bu yerin varisleriymiş gibi davranmıştı o zaman. Ama aslında... kurbanlarıydılar.
O sandık açıldığında, yalnızca bir nesne değil… bir lanet dışarı süzülmüştü. Gözle görülmeyen, ama her nefese sinen bir karanlık. O an… Camille çığlık atmıştı. Sandığın başına ilk o eğilmişti. Sonrası bulanıktı. Atlas’ın hafızası o noktadan sonra kar gibi olmuştu: sessiz, soğuk ve kör edici.
Ama şimdi her şey geri dönüyordu.
Ve bir kişi… bir kişi asla unutmamıştı.
Luca.
Atlas yere kapaklandı. Gözlerinin önünden geçen anılar gerçeklik gibi üstüne çöktü. Çürümüş bir odada… küçük bir beden. Camille. Elinde bebeğiyle kıvrılmış, köşede, korkuyla titreyen gözleriyle yukarı bakan. Ve karşısında duran adam… artık insan olmayan bir varlık. “Kimse seni bulamaz burada,” diyor. Ve Camille çığlık atıyor. Sonrası... sis. Ama kan var. Bebeği paramparça. Bir başka çığlık. Ve sonra sessizlik. Sessizlik… en son o bağırıyor.
Atlas kustu. Yerde öylece kaldı, dizleri taş zemine gömülmüş, parmakları titreyerek kapının eşiğine tutunmuş halde.
Camille ölmüştü.
Ve Luca? O, başından beri ait değildi bu gruba. Yüzüne takılan maskenin altında hiç değişmemiş bir canavar yatıyordu. Gölgeydi o. Ruhunu kaybetmiş, başka bir bedeni ele geçirmiş, geçmişin çamurunda gömülmüş bir varlık.
Atlas doğruldu. Soluğu düzensizdi. Eli titreyerek şöminedeki boş şarap şişesine uzandı, ama vazgeçti.
“Lanet olsun sana Luca,” diye fısıldadı. “Ama daha çok… lanet olsun bana. Onu koruyamadım.”
Aren hâlâ kayıptı.
Camille ölmüştü.
Ve Vera Vox, içindeki ruhları yavaşça açığa çıkarıyordu.
---