Sabahın ilk ışıkları pencereden süzülürken gözlerimi açtım. Alnımda soğuk ter damlaları, kalbim hızla çarpıyordu. Yine aynı rüya. İki kadın, sislerin arasından bana bakıyor, dudaklarını kıpırdatıyorlardı. Seslerini duyamıyordum ama çağrıları içimi kemiriyordu. Sanki unuttuğum bir şey vardı... ya da hatırlamam gereken. Yataktan doğrulup oturdum. Ahşap sedirin üzerinde derin bir nefes aldım. "Neden her gece aynı şey?" diye düşündüm, avuçlarımı yüzüme kapattım. Esaretten kurtulalı aylar olmuştu ama zihnim hâlâ zincirliydi. Dışarıda, kuşların cıvıltısı ve yaprakların hışırtısı duyuluyordu. Burası bizim sığınağımızdı - ormanın derinliklerinde, kimsenin bulamayacağı bir kulübe. Atilla, Berk ve Hakan'la birlikte burada yaşıyorduk. Bana özgürlüğü öğretiyorlardı. Ama bazı şeyler öğrenmekle bitmiyordu. Kapı hafifçe gıcırdadı. Atilla içeri girdi, elinde taze avlanmış bir tavşan vardı. "Yine uyanmışsın," dedi, sesi sıcak ama endişeli. "Rüyalar devam ediyor, değil mi?" Başımı salladım. "Evet. Bu sefer daha netti. Sanki... beni bir yere çağırıyorlar." Atilla tavşanı masaya bırakıp yanıma oturdu. Gözlerindeki bilgelik, yılların deneyimiyle parlıyordu. "Rüyalar boşuna değildir," dedi yavaşça. "Özellikle bizim gibi olanlar için." Bizim gibi olanlar. Kurtadamlar. Ama ben... farklıydım. Hakan ve Berk de uyanmış, kulübenin dışında ateş yakıyorlardı. Havanın serinliği tenimi okşarken, onlara katıldım. Hakan, her zamanki gibi ciddi ifadesiyle odunları düzenliyor, Berk ise mırıldanarak bir şarkı söylüyordu. "Bugün taşınıyoruz, değil mi?" diye sordum, ateşin ısısına ellerimi uzatarak. Hakan başını salladı. "Evet. Artık burada güvende değiliz. Duyduğuma göre, avcılar bölgeyi tarıyormuş." İçimde bir ürperti hissettim. Avcılar. Geçmişte bize zulmeden, bizi kafeslere tıkan insanlar. Kurtboğan zehriyle zayıf düşürülmüş, bir laboratuvarda yıllarca tutulmuştum. Ama şimdi... bedenim onu atıyordu. Ve her geçen gün daha da güçleniyordum. Berk bana bir kase sıcak çorba uzattı. "İç, kendine gelirsin," dedi gülümseyerek. Çorbayı yudumlarken, Atilla yanıma çömelmişti. "Hakan senin için bir şey söyledi mi?" diye sordu alçak sesle. "Ne gibi?" "Sende gördüğü aura hakkında." Duraksadım. Birkaç hafta önce, Hakan bana garip bir şey demişti: "Sen sıradan bir kurtadam değilsin. Auran... farklı. Eski bir güç gibi." "Söyledi," diye mırıldandım. "Ama ne demek istediğini anlamadım." Atilla düşünceli bir ifadeyle baktı. "Belki de rüyaların bununla bağlantılıdır." Yol hazırlıkları tamamlanmıştı. Sırt çantalarımızı topladık, izlerimizi örttük. Ormanın içinden geçen gizli bir patikaya saptık. Ayaklarımın altındaki toprak, her adımda bana güç veriyor gibiydi. Özgürdüm. Ama hâlâ tam değildim. Akşam olduğunda, yeni bir kamp kurduk. Ateşin etrafında otururken, Hakan bana döndü: "Bugün avlanırken seni izledim," dedi. "Hareketlerin... doğal değil. Fazla hızlısın. Fazla güçlü." Berk heyecanla atıldı: "Belki de efsanelerdeki gibi bir Alfasındır!" Hakan kaşlarını çattı. "Alfa değil. Daha eski bir şey." Gözlerini ateşe dikti, derin düşüncelere dalmış gibiydi. "Baban kimdi?" diye sordu aniden. Şaşırdım. "Bilmiyorum. Beni hep laboratuvarda tuttular. Ailemi hiç tanımadım." Hakan'ın gözlerinde bir şimşek çaktı. "O zaman belki de... sen onlardan birisin." "Kimlerden?" "Rüyalarındaki kadınlar," dedi ciddiyetle. "Belki de seni çağıran, gerçek ailen." Kalp atışlarım hızlandı. Ailem mi? O gece yine uyuyamadım. Ateşin karşısında oturup yıldızları izledim. Rüyalarımın sırrı neydi? Neden bu kadar güçlüydüm? Ve... o kadınlar gerçekten kimdi? Atilla yanıma geldi, omzuma dokundu. "Endişelenme," dedi. "Yakında cevapları bulacağız." Başımı salladım. Belki de yolculuğumuz sadece bir kaçış değil, bir keşifti. Ve ben, sonunda kim olduğumu öğrenecektim.