SAVAŞCI

1830 Words
Lia’dan bu yana içimde biriken sorular, şimdi yaşananların karmaşasında daha da boğucu bir hâl almıştı. Bu kadar önemli bir olayın, tam da bugün yaşanıyor olması hiç de iyi değildi. Kalbim sıkışıyor, mideme oturan gerginlik her an daha da büyüyordu. Ama tüm bu yaşananlara rağmen, şu anda olanlara tam anlamıyla odaklanamıyordum. Dikkatim, zihnimden çok burnuma dolan o keskin, tanıdık ve bir o kadar da tedirgin edici kokuya kaymıştı. O koku... Aklımı allak bullak eden, içimi titreten o koku… Kime aitti? Aklımdan geçen isim mi? Yoksa... yoksa o mu? Eşim mi? Bu düşünce, iliklerime kadar işleyen derin bir korkuyla dolmam için yeterliydi. Eğer gerçekten eşimse… hazır mıydım? Ya değilse ve sadece zihnimin bana oynadığı bir oyun olsaydı? Cevabını bilemediğim bu sorular zihnime çığlık gibi düşerken, etrafımda olup bitenler adeta silinmişti. Gözüm hiçbir şeyi net görmüyor, kulaklarım sesleri boğuk bir uğultu gibi algılıyordu. Karşımda duran kalabalık, bana yabancılaşmış gibiydi. Onlarca çift göz, heyecan ve endişeyle ileriye bakarken, ben kendi iç savaşımda kaybolmuştum. Derin bir nefes alarak kendimi toparlamaya çalıştım. Zihnimi susturmalıydım. Bu anda güçlü olmam gerekiyordu. Gözlerimi kırpıştırıp odağımı toparladığımda, Liam ve Arven’in ortadaki açık alana doğru ilerlediğini fark ettim. O ana kadar fark etmediğim şekilde çevre sessizleşmiş, herkes nefesini tutmuştu. Alanın ortasında oluşan o açıklık, sanki iki büyük gücün hesaplaşmasını bekliyordu. Gerilim, havayı keskin bir bıçak gibi kesiyor, toprağın bile bu savaşı hissettiği belli oluyordu. Liam ve Arven... Gözleri kararlılıkla birbirine kilitlenmişti. Her ikisi de yavaş ama kendinden emin adımlarla yürüyordu. Adeta zaman ağırlaşmış, saniyeler dakikalara dönüşmüştü. Bu bir düello değildi sadece. Bu bir kader savaşıydı. Ve herkes bunun farkındaydı. Bu sadece fiziksel bir mücadele değil, aynı zamanda iradenin, liderliğin ve bağlılıkların sınandığı bir andı. Bir an için Liam’ın gözleri benim gözlerime takıldı. Zaman, o kısa anda durdu sanki. Ona içimde taşıdığım tüm güveni, tüm sevgiyi bir bakışla aktarmaya çalıştım. Gururla, sarsılmaz bir inançla baktım ona. O da aynı şekilde karşılık verdi. Gözlerindeki sıcaklık ve kararlılık içimi rahatlattı. Artık emindim; Liam bu savaşa hazırdı. Her adımı, her duruşu bunun kanıtıydı. Kalabalık sessizliğini korurken, Liam ağır ama kararlı adımlarla alana doğru yürümeye devam etti. Etrafımızdaki herkes, adeta nefes almayı unutmuş gibiydi. Kalpler hızla atıyor, gözler bu büyük karşılaşmaya kilitlenmişti. Ve sonunda, Liam ve Arven açık alanın tam ortasında karşı karşıya geldiler. Aralarındaki mesafe birkaç adımı geçmezdi artık. İkisinin de yüzünde ince bir gülümseme belirdi. Bu bir küçümseme değildi; bu, birbirlerinin gücüne ve iradesine duydukları saygının ifadesiydi. Her ne kadar bir savaş başlayacak olsa da, bu bir nefretin değil, bir düzenin ve kaderin getirdiği zorunlu çatışmanın sonucu olacaktı. Ve o anda, içimdeki korkular, sorular ve belirsizliklerin yerini tek bir duygu aldı: inanç. Çünkü artık biliyordum ki, ne olursa olsun Liam savaşacaktı. Kendisi, çevresi ve belki de geleceğimiz için. İlk hamle karşı taraftan gelmişti. Rakibinin öfkeyle, gözünü karartarak saldırması an meselesiydi. Ancak Liam için bu beklenmedik değildi. Her hareketini önceden hesaplamış, rakibinin yıllardır değişmeyen dövüş stilini ezbere biliyordu. Saldırganın hızla savurduğu yumruk, Liam’ın gözünde yavaşlamış gibiydi. Hafifçe yana çekilerek saldırıyı kolaylıkla savuşturdu. Ardından sıra ona gelmişti. Artık bu dövüşün kontrolü tamamen Liam’ın elindeydi. Hiç vakit kaybetmeden karşısındaki adamın gardındaki boşluğu gördü. Önce rakibinin boğazına doğru sert ama ölçülü bir hamleyle uzandı, onu nefessiz bırakacak kadar güçlü ama öldürmeyecek kadar kontrollüydü. Diğer eliyle ise rakibinin dizlerine doğru ani bir tekme savurdu. Sarsılan adam, dengesini kaybederek Liam’ın önünde diz çökmek zorunda kaldı. Seyirciler arasında bir uğultu yükseldi. Tozlu arenada yankılanan nefesler, gerilimle karışıyordu. Liam, karşısındaki adamın başını tutarken eğildi ve alçak ama tehdit dolu bir sesle fısıldadı: "Demiştim, değil mi? Bu savaş benim için zor olmayacaktı." Rakibinin yüzü ter ve toz içindeydi. Gururu kırılmış, bakışlarındaki kibir yok olmuştu. Artık yalnızca korku ve pişmanlık vardı. Liam ağır ağır doğruldu. Elini geri çekerken hâlâ dizlerinin üstünde titreyen adama baktı. Sonra başını kaldırdı, çevresini saran kalabalığa göz gezdirdi. Halk, nefesini tutmuş, olacakları bekliyordu. Bu gün, Liam’ın hayatındaki en önemli gündü. Belki de liderliğini taçlandıracağı, saygının zirvesine çıkacağı andı. Ve tam da o gün, karşısındaki adam ona meydan okumuştu. Herkesin önünde, gururunu hiçe saymıştı. Liam sesini yükseltti, sesi meydanı doldurdu: "Şimdi söyle bana…" dedi, yüzünü yeniden rakibine çevirerek, "Seni öldürmemem için bana bir neden ver. Bugün, burada… herkesin önünde… benim için en özel, en önemli günde bana meydan okudun. Onurumu çiğnemeye kalkıştın. Ve şimdi burada, tam şu noktada, seni öldürebilirim." Birkaç adım geriye çekildi ve ellerini iki yana açarak halkına döndü. Bakışları tek tek kalabalığın yüzlerinde gezindi. Herkes susuyordu. Herkes Liam’ın kararını bekliyordu. Ama Liam son sözü halka bırakmak istedi. "Şimdi size soruyorum!" dedi yüksek sesle, sesi kararlılıkla yankılandı. "Ne yapmamı istersiniz? Onu öldüreyim mi, yoksa canını bağışlayayım mı? Söyleyin bana!" Kalabalığın arasından bazıları öfkeyle bağırmaya başlamıştı. "Onu cezalandır!", "Liam’ın onuru korunmalı!" diyen sesler duyuldu. Ama bazıları sessizdi. Kimileri affetmenin gücünü görmek istiyordu. Arena bir anda kararın eşiğinde, gerilimle dolmuştu. Ve Liam, halkının tepkisini ölçerken, gözlerini rakibinden bir an olsun ayırmadı. Dudaklarında ince, tehditkâr bir gülümseme belirmişti. Karar anı yaklaşıyordu. Liam, halkının tepkilerini dikkatle dinledi. Bir yanda öfke, diğer yanda merhamet fısıltıları vardı. Ama kararı kendi içinde çoktan vermişti. Derin bir nefes aldı. Gözleri hâlâ önünde diz çöken adama kilitlenmişti. Dizlerinin üzerine çökmüş, hâlsiz, yenilgiyle yüzleşen bir adamdan daha acınası ne olabilirdi? Onuru yerle bir olmuş, gözlerindeki kibir sönmüş, çaresizlikle yere bakan bu adamı öldürmek… ona zafer kazandırmazdı. Hayır, Liam’ın gözünde gerçek güç merhametle sınanırdı. Başını hafifçe salladı. "Bugün seni bağışlıyorum," dedi alçak ama tok bir sesle. "Ama unutma... bu ikinci bir şansı hak ettiğin anlamına gelmez." Halk bir an sessiz kaldı. Sonra bazıları alkışladı, bazıları tepki gösterdi ama Liam umursamadı. Gururla arkasını döndü, kalabalığın arasından ayrılmak üzere birkaç adım attı. Her şeyin sona erdiğini düşünüyordu. Ancak olanlar saniyeler içinde gerçekleşti. Tam sırtını döndüğü anda, diz çöken adam yüzünde sinsi bir gülümsemeyle doğruldu. Gömleğinin altından gizlice sakladığı kısa ama keskin bıçağı çıkararak sessizce yaklaştı. Hiç kimse, hatta Liam bile, bunu beklememişti. Halk bile şaşkınlıkla olanları izliyordu ama tehlikeyi fark ettiklerinde artık çok geçti. Bıçağın ucu Liam’ın sırtına, kürek kemiğinin altına doğru saplandı. Liam’ın yüzü acıyla buruştu, adımlarını tamamlayamadan sendeledi. Acı bedenine yayılırken dizleri çözüldü, bir eliyle yarasına bastı ama kan parmaklarının arasından sızıp yere damlamaya başlamıştı. Saldırgan, gözlerinde vahşi bir öfke ve zehirli bir kararlılıkla Liam’ın üstüne eğildi. "Zayıflar merhamet eder, güçlüyse öldürür!" diye tısladı. Elindeki bıçağı bu kez Liam’ın boğazına doğrultmuştu. Halk donmuştu. Kimse ne yapacağını bilemiyor, dehşet içinde bakıyordu. Tam o anda, kalabalığın içinden biri öfkeyle bağırarak fırladı. Uzun koyu saçları rüzgârda savrulurken gözleri ateş gibi yanıyordu. O, Liam’ın küçük kız kardeşi, Lia’ydı. "Yeter!" diye haykırdı, sesi meydanı çınlattı. O an her şey hızlandı. Lia, saldırganın üstüne yıldırım gibi atıldı. Onun arkasında olduğunu fark eden adam dönmeye çalıştı ama geç kalmıştı. Lia’nın yumruğu adamın çenesine sert bir şekilde çarptı. Ardından bir diz darbesiyle saldırganı yere serdi. Bıçak yere düştü, metal sesi tozlu arenada yankılandı. Ama Lia durmadı. Yılların eğitimi, öfkenin kontrolsüz gücüyle birleşti. Lia kardeşine yapılan ihaneti affetmeyecekti. Saldırgan yere düşmüş olsa da, Lia’nın darbeleri kesilmedi. Yumruk, tekme, diz darbesi… Adam artık kendini savunamayacak hale geldiğinde Lia bir an durdu. Nefes nefese kalmıştı, gözleri öfkeyle doluydu. Yerde acı içinde kıvranan adama yaklaştı, bıçağı yerden aldı. Gözleri karardı, sadece tek bir şey düşünüyordu: Kardeşi. "Senin gibi bir hainin yaşamasına izin veremem," dedi soğuk bir sesle. Ve bıçağı, saldırganın kalbine tek hamlede sapladı. Adamın gözleri bir anlık korkuyla açıldı, sonra hareketsiz kaldı. Her şey sessizleşti. Halk susmuştu. Sadece rüzgârın uğultusu ve Liam’ın kısık nefesi duyuluyordu. Lia hemen kardeşinin yanına diz çöktü. Ellerini Liam’ın göğsüne bastırdı, kanı durdurmaya çalıştı. Gözleri dolmuştu ama güçlü kalmak zorundaydı. "Liam, dayan! Yardım geliyor," dedi, sesi titriyordu ama kararlıydı. "Sana bir şey olmasına izin vermeyeceğim." Liam güçlükle başını çevirdi, zorlukla gülümsedi. "Sen... zamanında geldin..." dedi kısık bir sesle. Lia başını eğdi, alnını kardeşinin alnına dayadı. "Her zaman," diye fısıldadı. "Ben buradayım. Hep yanında olacağım." Kalabalıkta bir hareketlenme başladı. İyileştiriciler sahaya koşarken, halk hem yaşananlara tanıklık etmiş hem de bir kardeşin sevgisinin ne kadar güçlü olabileceğini görmüştü. Ve o gün, sadece bir ihanete değil, bir sadakate de şahit oldular.Elbette, verdiğin olay akışına sadık kalarak metni daha uzun, detaylı ve duygusal yoğunlukla geliştirdim. İşte sahnenin genişletilmiş versiyonu: Şifacılar halkın şaşkın bakışları arasında hızla sahneye atıldılar. Yılların deneyimiyle hareket ediyorlardı ama yüzlerindeki ifade endişeliydi. Liam’ın yarasına eğildiklerinde, ilk anda fark ettikleri şey bıçağın sıradan bir bıçak olmadığıydı. Ucu hâlâ Liam’ın kürek kemiğinin hemen altına saplanmış olan silah, gümüşten yapılmıştı. Parlaklığı hâlâ göz alıyor, etrafa hafif bir yanık metal kokusu yayıyordu. En yaşlı şifacı olan Marella, titreyen parmaklarını Liam’ın sırtına götürdü. Diğerleri onu çevrelemiş, izliyordu. Gümüş, kurt adamların doğasına karşı işlenmiş lanetli bir elementti. Normalde, Liam gibi güçlü bir kurt adam böyle bir yaradan saniyeler içinde iyileşirdi. Ama gümüş... Gümüş bıçak vücuda işlediğinde iyileşme yavaşlar, hatta dururdu. Hatta zamanında müdahale edilmezse ölüm kaçınılmaz olurdu. Marella, kısık bir sesle ama kararlı bir şekilde konuştu: "Bu sıradan bir yara değil... Bıçak gümüşten yapılmış. Bu nedenle hâlâ iyileşemiyor. Hemen müdahale etmemiz gerek." Yardımcılarından biri öne çıktı ve dikkatli bir hareketle bıçağı olduğu yerden çekip çıkardı. Liam’ın yüzü acıyla buruştu, boğazından boğuk bir inleme çıktı. Kan, bıçağın çekilmesiyle birlikte daha hızlı akmaya başladı. Lia, kardeşinin bu haline dayanamayıp çığlık atacak gibi oldu, ama elleriyle ağzını kapatarak kendini tuttu. Gözyaşları kontrolsüzce yanaklarından süzülüyordu. Kardeşinin ölümle burun buruna geldiğini ilk kez böyle görüyordu. Şifacılar hızla Liam’ın yarasını sarmaya ve kanı durdurmaya çalışırken, Marella doğrulup yüzünü alfalara —yani Liam’ın babası olan lider Kurt’a— çevirdi. Kalabalığın ortasında durmakta olan Alfa'nın yüzü taş gibi sertti ama gözlerinde bir baba olarak taşıdığı korku gizlenemiyordu. “Alfa,” dedi Marella, sesi ciddiyetle doluydu, “Oğlunuzun durumu kritik. Gümüş, bedenine yayıldı. Bu şekilde daha fazla vakit kaybedersek...” Bir an duraksadı, sonra sözlerini tamamladı: “Sürü hastanesine gitmesi gerek. Orada müdahale edilmezse... yaşama şansı azalır.” Bu sözler arenanın üstüne bir karabulut gibi çöktü. Kalabalık nefesini tutmuştu. Alfa derin bir nefes aldı, gözlerini bir an yere indirip sonra tekrar Marella’ya çevirdi. Başını ağır ağır sallayarak onlara izin verdi. "Vakit kaybetmeyin," dedi. "O benim oğlum… Alfa Liam’ı yaşatın." O anda Lia, Liam’ın yanına diz çökmüştü. Ellerini kardeşinin buz gibi alnına koydu. Liam’ın göz kapakları yarı aralıktı, bilinci gidip geliyordu. Lia’nın gözyaşları kardeşinin yüzüne damlıyordu ama artık farkında bile değildi. "Liam… dayan lütfen. Biraz daha… az kaldı," diye fısıldadı. "Sakın beni burada bırakma…" Şifacılar hızlıca sedyeye benzer özel bir taşıma tahtası getirdiler. İki kişi dikkatlice Liam’ı kollarından ve bacaklarından tutup tahtaya yerleştirirken, bir diğer şifacı elindeki özel bitki özlerini yaranın çevresine sürüyor, gümüşün yayılmasını yavaşlatmaya çalışıyordu. “Hadi,” dedi Marella, şifacıları komuta edercesine. “Hemen yola çıkıyoruz. Lia, bizimle gel!” Lia başını kaldırdı, gözyaşları hâlâ dinmemişti. Bir anlık tereddütten sonra başını salladı ve hızla ayağa kalkarak şifacıların peşinden koştu. Liam, elleriyle hayatının kayıp gitmesini engellemeye çalışır gibi sedyenin kenarını kavramıştı ama gözleri hâlâ bulanıktı. Lia onun elini tuttu, sımsıkı. “Hâlâ buradayım,” dedi fısıltıyla. “Ve sen de burada kalacaksın. Söz veriyorum.” Kalabalık, sedyenin geçebilmesi için aralandı. Sessizliğin içinde sadece şifacıların ayak sesleri ve aceleci nefes alış verişleri duyuluyordu. Alfa, oğlunun gözden kaybolan siluetine uzun uzun baktı. Omuzları düşmüş, içindeki fırtına dışına yansımıştı ama halkının önünde yıkılmayacaktı. Liam’ın hayatı, şimdi sürü hastanesinin güçlü şifacılarına emanetti. Ve Lia... artık sadece bir kız kardeş değil, kardeşini ölümden çekip çıkaran bir savaşçıydı.
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD