1.Bölüm
Tepedeki Ev
Leylin sabahların erken saatlerinde kalkar kendi kahvaltısını hazırlar, kendi başına yedikten sonra okula gitmek için yola koyulurdu.
Kasaba sabahları bile sisli ve gri tonlarındaydı. İnsanların az olduğu bu kasaba da mutlulukta en az insanlar kadar göze çarpmıyordu. Leylin korkak ufak tefek henüz on üçüne yeni basacak olan genç bir kızdı. Okul yolu onu korkutur, tırnağını yemesine sebep olurdu. Öylesine strese girerdi ki yol boyunca parmaklarında tırnak bırakmaz, ayağı bazen düz yolda bile takılır düşer bazense ağlardı. Böyle korkak bir kızın bu kasabada ne işi vardı?
Genç öğretmen Noah, Leylin’i her zaman diğer öğrencilerinden ayırt ederdi. Leylin korkak ve saf olmasına rağmen çok çalışkan bir kızdı. Noah ona karşı sempati beslemiyordu. Sadece çalışkan olduğu için daha katlanılabilir buluyordu. Diğer öğrenciler ise ruh gibiydiler. Bazıları hayattan zevk almayan ruhlara, bazıları ise tarifi olmayan, kendilerinin bile neden bu halde olduklarını düşünmelerine sebep olan kişilerdi. Dediğim gibi henüz on üç yaşlarına basmamış çocuklardı bunlar.
Derslere katılır, bir robot gibi her denileni yazar daha sonra elleri titreye titreye tahtaya soruları çözmeye giderdi. Yanlış yaptığında ise ağlamaya başlardı. Sınıfa renk katan tek şey Leylin’in ağlayan sesiydi. Şüphesiz o olmasa sınıfın sessizliği, ölüm sessizliğiyle kapışabilirdi.
Öğretmen Noah, kasabaya henüz üç yıldır gelmişti. Geldiği dönemlerde çocukları sevmeyen hatta olabildiğince sinirli bir insandı. Yine de kendi çevresine sempatiyle yaklaşıp şakalar yapardı. Şimdi ise sanki yılların tükettiği, hevessiz bir öğretmene dönüşmüştü.
Leylin’in okuldan arkadaşları yoktu. Okuldakiler için Leylin, fazla gürültülü ve canlıydı. Oysa ki herkes depresyon halindeydi ve bu onlara Leylin’in tavırlarından daha normal geliyordu. Fakat kimsenin bilmediği bir sırrı vardı. Leylin’in hiç arkadaşı yok değildi. Sadece okuldan arkadaşı yoktu. Okuldaki insanların cansızlığı Leylin’in onlarla arkadaş olma isteğini köreltmişti. Neyse ki onlarda Leylin’i gürültülü olmasından dolayı istemiyorlardı. Karşılıklı bir tiksinme yüzünden okula başladığında beri hiç arkadaş edinememişti. Tek bir arkadaşı vardı ve kimsenin onun varlığından haberi bile yoktu.
Okuldaki dersler bittikten sonra çocuklar evlerine dağılmaya başladılar. Daha yolun yarısındayken yağmur çiselemeye başlamıştı. Ne çabuk kararmıştı kasaba. Ne çabuk çiseleyen yağmur hızlanmıştı. Çocuklar buna hazırlıklıymışçasına şemsiyelerini açtılar. Leylin’in ise bir şemsiyesi yoktu. Leylin çantasını kafasına koyarak eve koştu. Evde kimse yoktu. Ablası öylesine sıkı çalışıyordu ki kolay kolay birbirlerini göremiyorlardı. Babası ile annesi ise daha doğduğu yıl ölmüştü.
Çantasını kuruması için balkona bıraktı. Güzel bir banyodan sonra ablasının kendisi için sakladığı yemekleri ısıtıp yedi. Leylin fakir bir kızdı. Evinin karanlık olması yetmiyormuş gibi yıkık dökük bir haldeydi. Siyaha boyanmış duvarlar evi daha kasvetli hale getiriyordu. Leylin ise kasabadaki bütün evleri zaten böyle görüyordu. Bu yüzden onu rahatsız etmiyordu. Akşam Leylin odasına gidip uyuyormuş gibi yaptı.
Her gece ablası eve geldiğinde Leylin’in başından öper, üstünü örterdi. Bu Leylin’in en sevdiği zamanlardı. Yine bir akşam ablası odasına gelip başını öptü. Üstünü örttükten sonra da banyo yapmaya gitti. Her banyodan sonra direkt odasına gider ve ağır bir uykuya daldığını bilen Leylin hemen üstüne bir palto, ayağına da bir bot çekip tepeye doğru koştu.
Tepe öylesine dikine, öylesine karanlığa gömülmüştü ki insanlar oraya doğru hiç yürümez hatta tepenin yanından geçmekten korkarlardı. Fakat Leylin her gece ablasının öpücüğünden sonra bu tepeyi aşmak için yola koyulurdu. Elindeki ufak tefek bir fenerle, ayakkabıları çamur olmuş bir halde tepeye doğru koşardı.
Öylesine korkutucuydu ki tepe bazen tilki veya benzer hayvanların sesleri duyulurdu. Bazense yılanlar görülürdü. Tepede kimse yaşamaz hatta orada ev bile dikilemezdi. Öylesine dikti ki ev yaptırmaya kalksalar bir güne kalmaz ya hayvan saldırısından ölürlerdi ya da evin asimetrik bozukluğundan rahat yaşayamazlardı.
Fakat Leylin tepedeki eve sonunda varmıştı. Kapının önünde hızlıca soluklandıktan sonra kapıya hafifçe üç kez vurup durdu. Daha sonra iki kez daha hafifçe vurdu. Kapıyı bir delikanlı açtı. Tepede yaşamayı başarmış, ev dikebilmiş bir ailenin on dört yaşındaki oğlu kapıyı açmıştı. Leylin’in kapıya vurma şekli şifreliydi. Delikanlı babası uyanmasın diye böyle bir yöntem bulmuştu. Aynı zamanda güvenilir bir misafir olduğunun da işaretiydi.
Delikanlı hızlı bir şekilde kızın kollarından tutup içeri soktu. Hemen ayakkabılarını çıkarmasını söyleyip terlik uzattı. Kız bunlara daha önceden beri maruz kaldığını belli edercesine her dediğini anında yapıyordu. Leylin heyecanla cebinden bir kağıt çıkardı.
- Baksana Michael, bugün sınav olduk ve ben en yüksek notu alan kişiyim.
- Madem öylesin. Neden gülümsemiyorsun? Mutsuz görünüyorsun.. her zamanki gibi.
-Hayır! Mutsuz değilim sadece endişeliyim. Ya ikinci sınavda başarısız olursam? Ablamı bu kadar çalışırken görmek üzücü. Ona yardım etmek istiyorum. İyi bir mesleğim olursa ona rahat bir hayat sunabilirim.
- Haklısın ama ikinci sınavlara daha var. Mutlu olman gerekirdi. Yine de kaygılı olman diğer çocuklar gibi depresyonda olmandan iyi.
Michael son derece hayattan zevk almasını bilen biri olsada zamanla hevesi karanlığa gömülmüş, mutluluğu kendi yüzünde değilde başkalarında arar olmuştu. Elbette kasabadaki diğerlerinden daha canlıydı, bu haline rağmen. Leylin ile dört yaşlarından beri arkadaşlardı. Kasabadakilerin Michael’in varlığından haberi yoktu. Daha önce tepeye tırmanan olmadığı içindi. Michael balkona iki sandalye koyup Leylin’i çağırdı. Birlikte balkonda fısır fısır konuştular.
Ay, yüzsüzlüğüyle güneşin bütün ışığını arkasına almış tanrıça gibi parlıyordu. Caddeler bomboş, ışıklar kapalı, güneşin güzel ışınları, ayın gölgesi olsa da heybetli bir şekilde kasabayı aydınlatıyordu. Leylin hazırlanıp yavaşça ayakkabılarını değiştirdi. Michael’e iyi geceler dedikten sonra hızlı bir şekilde evine koştu. Koşarken korkudan ağlıyordu. Michael’in yanına gittiğinde korkusuz olup, dönerken bu kadar çok korkması onun elindeki tek şey cazibesiydi.
Leylin eve vardığında rüzgar öylesine sert esiyordu ki az daha kapı sert bir şekilde kapanıp, ablasının uyanmasına sebep olacaktı. Neyse ki rüzgardan önce kapıyı kapatmayı başarmıştı. Botlarını ayakkabılığa yavaşça koyduktan sonra odasına gidip, derin bir uyku çekti.
Sabahleyin ablası Abigail erkenden işe gitmek için çıkmıştı. Masanın üstüne ise kardeşi için küçük bir not bırakmıştı. Her zamanki ritüellerini yapmak için kalkan Leylin notu görmüştü. Notta “Leyl, bugün eve gelmeyeceğim tatlım. Umarım bensiz bir günlüğüne idare edebilirsin. Senin için erkenden yemek hazırladım, dolapta. Okul çıkışı hızlı bir şekilde eve gelmeni ve ardından kapıyı kilitlemeni istiyorum. Umarım ablana içerlenmezsin. Seni seviyorum.”
Ablası dönem dönem ortadan kaybolurdu. Sebebini ise asla Leylin’e söylemezdi. Abigail, kardeşinden daha sert mizaçlı fakat diğer öğrenciler gibi ruhsuzdu. Sevgisini belli etmeyi herkesten daha çok bilir yine de özünde bir kuru öpücükten fazlası olmazdı. Leylin, kendisi için yemek yapmasını ve not bırakmasını bile sevgiye yorumlardı. Derin bir “ah” çektikten sonra çantasını hazırlayıp bir tabak lapa yedikten sonra okula doğru koşmaya başladı.
Güneş gökyüzünde göz kamaştırıcı bir şekilde parlamasına rağmen, sanki bir bariyer kasabayı sarıyormuşçasına içeri girmesini engelliyordu. Olsun, geceden aydınlıktı. Leylin ne geceyi, ne de Ay’ı severdi. Annesiyle babası bir dolunay vakti ölmüştü.
Okula vardığında ön sıradaki öğrencilerin çoktan gelip sıraya kafalarını gömdükten sonra uyuya kaldıklarını gördü. Arka sırada oturanlar ise kendi eşyalarını çıkarıp öğretmenlerini bekliyorlardı. Cam kenarındakiler dışarıya özlemle, kederli gözlerle bakıyorlardı. Her zamanki gibiydi sınıf. Öğretmen Noah derse girdiğinde soğuk bir karşılamadan sonra derse başladı. Dersin konusu resimdi. Öğretmenleri onlara ödevler vermişti. Çoğu kişi paranormal olayları çizmişti. Bu da öğretmenin daha çok sinirlenmesine neden oluyordu. Leylin ise kilisede ağlayan çocuklar çizmişti. Konu Leylin olunca her şeyin içinde ağlamak oluyordu. Öğretmen bu sefer Leylin’e torpil geçmeden herkesin böyle karanlık resimler çizmesine kızdı. Ellerine yeni kağıtlar dağıtarak konusu olan bir tema verdi. Leylin azarlandığı için yine ağlamaya başlamıştı. Sürekli ağlaması sonunda sınıfa cinnet geçirtebilirdi.
Leylin elindeki boş kağıda bakıp temayı düşündü. Temanın adı “sevgi” olması onda hiçbir şey çağrıştırmıyordu. Sınıftaki diğer öğrenciler çoktan çizmeye başlamışlardı. Gerçekten sevgi neydi? Leylin böyle bir duyguyu sadece ablası başını öptüğünde hissettiğini düşündü. Bu yüzden gece uyurken birinin alnından öpmesini resmetmeye karar verdi. İyi bir çizer olmasa da kendi çapında çabalıyordu.
Sonunda Noah herkesin önündeki kağıtları toplayıp, resimlerini incelemeye başladı. Bazıları uyuyan insanlar çizmişti. Bazıları ise kasabanın çıkışında duran bavullu bir insan çizmişlerdi. Bunlar sevgiyi pek çağrıştırmıyordu. Fakat Noah resimlerden etkilenip tam puan verdi. Diğerlerine bakmaya devam etti. Birileri kilisede tanrının parlayan heykelini çizmişti ve bu Noah’ın ağlamasına sebep olmuştu. Neden ağlıyordu? Tanrı onlara yüz çevirmişçesine neden insanlar onu kırgın ve özlemle anıyorlardı. Noah son kalan Leylin’in resmine baktı ve boşluğa düşercesine gözleri daldı. Öylesine daldı ki, sonunda Leylin’in sesiyle kendine geldi.
- Öğretmenim, beğenmediniz mi?
- Leylin, ben resmini pek anlayamadım. Birinin öpmesi neden seni mutlu eder ki? Neden sevgi diye yorumlarsın ki?
- Çünkü öğretmenim, o benim ablam ve ben onu seviyorum.
Bütün sınıf ilk defa dikkatli bir şekilde onları dinliyorlardı. Aralarından biri;
- Leylin, sonunda kafayı yemişsin. Ablanın eve hiç uğramadığını biliyoruz. Böyle sevgi olmaz.
Leylin ağlamaya başlamıştı. Kimse onu sakinleştirecek havada değildi. Herkes uyuşuk bir şekilde uyumaya ve uzaklara dalmaya devam etti. Tuma adında tombul, kızıl saçlı, yeşil gözlü bir çocuk pencereye yaklaşıp;
- Tanrım..kar yağıyor. Lanet olsun! Hava sanki yeterince soğuk değilmiş gibi.
Diğer çocuklar da Tuma’nın dediklerini duyunca öfkelendiler. Leylin ise kardan rahatsız değildi. Öğretmen sınıfa geldiğinde herkesin toparlanabileceğini, karın şiddetlenmeye başlayacağını söylemişti.
Öğrenciler hızla atkılarını takıp, montlarını giydiler. Leylin de arkalarından çıkmıştı. Karı severdi Leylin. Karanlık kasabanın beyaz bir çarşafa bürünmesi ona hep hoş gelirdi. Bir yandan da “o” günün yaklaştığını hissedip ürkerdi. Ayaklarını kara batırdıkça çıkan ses Leylin’i eğlendirirdi. Fakat Leylin hiç bir zaman mutluluğunu yüzüne yansıtmayı başaramamıştı.
Eve vardığında ablasının onun için sakladığı yemekleri her zamanki gibi ısıtıp yedi. Camdan karın yağışını izleyip Michael’i düşündü. “Acaba yanına gitsem kızar mı?” Bunu düşünmeden edemiyordu, çünkü Michael’le hangi gün buluşursa buluşsun gece olması şartı konulmuştu.
Leylin sebebini babasına bağlıyordu. Bir kere bile görmemişti. Michael, babasından bahsederken gözleri titreyen bir çocuktu ve Leylin onun babasından korktuğunu düşünüyordu. Karı izlerken yemeğini yemeyi ihmal etmiyordu. Daha sonra ödevlerini tek tek yapmaya başlayan Leylin, doğum günün çabuk yaklaştığını hatırladı. “Bu sefer ablam kutlayacak” diyerek umutlanmayı da unutmadı. Çabucak akşam olmuştu. Fırtınanın şiddetinden insanlar evinden çıkamıyor, pencerelerin kenarlarından rüzgarın sesi geliyordu. İnsanlar sıcak yataklarında bile üşüyorken Leylin, botunu ve montunu alıp tepeye çıkmaya başladı. Rüzgarın onu sürekli geriye itmesi yüzünden normalde olduğundan daha geç varmıştı eve. Yüzü soğuktan felç olmuş, pantolonu kardan ıslanmış ve kafasındaki şapka ise kar dolmuştu. Kapıyı açan Michael, gördüğü manzaraya tepkisiz kalamamıştı. Michael, sakin bir ses tonuyla;
- Tanrım Leylin! bu saatte ve bu havada aklını mı kaçırdın da geldin?
- seni merak ettim.
Ellerini nefesinin sıcaklığıyla ısıtan Leylin Michael’e bakıp;
- beni içeri almayacak mısın? Onca yoku geldim.
- Neden geldin?
- Nasıl neden? Arkadaşız çünkü. Hep geliyorum ya.
- Leylin hep gelmek zorunda değilsin. Bunu sen de biliyorsun. Neden geldiğini hala bilmiyor musun?
Leylin afallamıştı. Başka bir sebebi yoktu gelişinin. En azından Leylin öyle düşünüyordu. Michael onu içeri alıp ısınması için sıcak çay getirdi. Battaniyeyle sardıktan sonra da;
- Ben herkesten farklı olduğunu biliyorum. Ama sen nasıl olurda bu kadar salak olabilirsin?
- Salak değilim. Sadece arkadaş olduğumuz için geldim. Ne var bunda? Herkes arkadaşı için böyle bir şey yapar.
Michael biraz kendini geriye doğru yasladıktan sonra sessizce “böyle bir kasabada değil” diye mırıldandı. Leylin duymamıştı. Öylesine üşümüştü ki, ellerini birbirine sürtüp ısıtıyordu. Michael, yaptığı küçük gösterisini izledikten sonra ona acıdı. Gidip şömineyi yaktı. Sonra da kendi elleriyle Leylin’in elini ısıtmaya çalıştı. On dört yaşındaki çocuğun elleri ne kadar da büyüktü.
Leylin gece vakti şiddetini arttıran rüzgardan ürkmüştü. Camların kenarından içeri giren rüzgar yaptığı gürültü bir yana evi en az dışarısı kadar soğuk hale getiriyordu. Rüzgar bir anlığına durdu. Kar şiddetlenmeye başladı. Daha sonra karla beraber rüzgar sert şekilde esmeye başladı. Michael, Leylin’in kolundan tutup;
- Artık gitmen gerek. Görüyorsun kar çok şiddetlenmeye başladı. Biraz daha kalırsan evin yolunu bulamadan karda kaybolur gidersin.
- Anladım..Peki yarın da geleyim mi?
- Niye soruyorsun ki?
- Çünkü bana her gün gelmene gerek yok dedin.
- aptal bir kızsın Leylin. İstediğin zaman gel. Kendini zorundaymış gibi hissetme diye öyle söyledim.
- Tamam. Yarın görüşürüz.
Leyin atkısını da iyice sardıktan sonra dışarıya çıktı. Rüzgarın etkisiyle savrulan Leylin tekrar ayağa kalkıp, Michael’e döndü. Ona el salladıktan sonra tepeden inmeye başladı. Kar yeri uzuncasına kaplamıştı. Leylin’in her adımı karın altında kalıyordu. Ayakkabısı karla dolmuş, kuruyan pantolonu tekrar ıslanmaya başlamıştı. Leylin’in bacakları hem yanıyor hem de üşüyordu. Bu yüzden elinden geldiğince hızlanmaya başladı. Tepeden biraz daha aşağıya ulaştığında, uzaktan kırmızı gözler gördü. İçinden “ tanrım bu tilki olmalı” diyerek daha hızlı aşağıya indi. Nasıl tepeyi aşmıştı da caddeye ulaşmıştı? Leylin bile bilmiyordu. Ağlayarak tilkiden kaçan Leylin evini görebilecek mesafeye gelmeyi başarmıştı. Leylin gökyüzüne baktığında Ay’ı gördü. Ellerini anne ve babasından kalan kolyeye koyarak eve koşmaya devam etti.
Eve vardığında ablası evdeydi. Masada oturmuş, ruhsuz be bakış atarak “sen nereden geliyorsun böyle?” diye sordu. Leylin ürkmüştü. Ablası geceye kadar onu beklemiş olmalıydı. Ne diyeceğini bilmiyordu. Ablasına doğru söylemenin en iyisi olacağını düşünerek ;
- Tepedeki evdeydim.