Bölüm 40: İyileşmek

1247 Words
Simya gözlerini araladığında, çevresini kuşatan bembeyaz odanın parlaklığı gözlerini kamaştırdı. Tavandaki soğuk florasan ışığı, neredeyse bir rüyanın içindeymiş gibi hissediyordu. Beyaz duvarlar, beyaz çarşaflar, beyaz tavan... Her şey boğucu bir saflık içindeydi. Nerede olduğunu anlamaya çalıştı ama zihni bulanıktı. Hafızası, su yüzüne çıkmaya çalışan ama hemen ardından dibe çekilen görüntüler gibi parçalıydı. Neler olduğunu hatırlamak için çabalarken, içinde bir yerlerde korku ve huzursuzluğun kımıldandığını hissetti. Kapının açılmasıyla Simya düşüncelerinden sıyrıldı. İnce, uzun boylu, güzel genç bir hemşire içeri girdi. Yüzünde nazik bir tebessüm vardı. "Merhaba," dedi yumuşak bir sesle, yaklaşırken. "Bugün kendinizi nasıl hissediyorsunuz?" Simya, ona bir süre bakakaldı. Soruyu cevaplamadan önce vücudunu hareket ettirmeyi denedi ve bu deneme, bir yerlerde gizlenen acıyı yeniden açığa çıkardı. Kadınlığında ve arkasında dayanılmaz bir zonklama yankılandı. Soluk bir sesle, titreyerek, "Daha iyi... sanırım," diyebildi. Ama bu basit cümlenin bile ona ne kadar zor geldiğini hissetti. Hemşire bir süre bekledi, ardından başını sallayarak odadan çıktı. Simya, genç kadının ardından bakarken zihninde başka birinin görüntüsü belirdi. İbrahim... Neden burada değildi? Burada olmaması ne anlama geliyordu? Bunu düşünmek istemiyordu ama zihni durmadan bu soruların peşinden gidiyordu. İbrahim geldiğinde ne olacaktı? Ona ne yapacaktı? Düşünceleri bir uçuruma yuvarlanıyordu, her şeyin daha kötüye gideceği korkusu ciğerlerini sıkıştırıyordu. Acısını bastırmak için dikkatini başka bir yere yönlendirmeye çalıştı. Solgun ellerine baktı. Parmaklarının ne kadar titrediğini fark etti. Bu titreme sadece acının değil, korkunun da iziydi. Korku, damarlarında dolaşıyordu. Kapı tekrar açıldı. İçeri babacan bir tavırla yürüyen bir doktor girdi. Doktor, yaşlı ve güler yüzlüydü. Bir elinde stetoskop, diğer elinde birkaç kağıt vardı. "Simya Hanım," dedi neşeli bir tonla. "Bugün biraz daha iyi görünüyor gibisiniz. Bakalım, gerçekten öyle mi?" Doktor yatağın yanına oturup nabzını ölçtü, ardından tansiyonunu kontrol etti. Hareketleri öylesine alışılmış ve güven vericiydi ki, Simya kendini bir an rahatlamış hissetti. “Görünüşe göre toparlanıyorsunuz. Ama dinlenmeye devam etmelisiniz,” diye ekledi doktor, hafif bir gülümsemeyle. “Başka bir şikayetiniz var mı?” Simya, bir an İbrahim’i sormayı düşündü. Ona ne olduğunu, neden burada olmadığını sormak istedi. Ama sonra bu düşünce hızla geri çekildi. Bunun yerine, başını iki yana sallayarak, “Hayır,” dedi kısık bir sesle. Doktor ona cesaret veren bir bakış attı ve ardından hemşireye bir şeyler not etmesini söyleyerek odadan çıktı. Simya yalnız kaldığında yeniden düşünceleriyle baş başaydı. İçindeki boşluk ve korku büyüyordu. Gözlerini kapadı, zihnindeki karmaşadan uzaklaşmaya çalıştı. Acısını, korkularını ve İbrahim’i düşünmemek için kendini zorladı. Ama bu, bir taşın suyun dibine batmasını izlemek gibi bir şeydi. Ne kadar uğraşsa da her şey geri dönüp yüzeye çıkıyordu. Yavaşça göz kapaklarının ağırlaştığını hissetti. Gözlerini kapadı. Karanlık, onun için bir sığınak gibiydi. Gözlerinin önüne huzurlu bir sahne getirmeye çalıştı. Ama bu sahne birden bozuldu, yerini karanlık ve bulanık bir geçmişin kırıntılarına bıraktı. Simya kendini uykunun koruyucu kollarına bırakmaya karar verdi. Bu, acının ve üzüntünün sesi kesildiği tek yerdi. Gözleri kapanırken, zihni karanlık bir sisle örtüldü. Ve o sisin içinde kaybolarak bir süreliğine de olsa her şeyi unutmayı başardı. ... Simya, odadaki loş ışığın altında yatağında doğrulmaya çalıştı. Günlerdir buradaydı ve her geçen gün biraz daha toparlandığını hissediyordu. Ama iyileşmek sadece bedenindeki yaralardan ibaret değildi; zihni hâlâ aynı kaosun içinde dolanıyordu. İbrahim’in şoförü Yusuf, sessiz ve ölçülü tavırlarıyla, bir süredir Simya’yı her sabah ziyaret ediyor, ona bir ihtiyacı olup olmadığını soruyordu. Yine bir sabah Yusuf, odasına girdi. Elinde her zamanki gibi bir çanta ve bir şişe su vardı. Gözleri Simya’nın yüzünü dikkatle taradı. "Bugün nasılsınız?" diye sordu yumuşak bir sesle. Yusuf’un dev cüssesiyle tezat oluşturan sakin bir hali vardı. Simya, sesinde beliren ince bir kırılmayla, "Daha iyiyim," dedi. Ama içinde hâlâ bir boşluk, bir tedirginlik vardı. Yusuf, cevabın ardındaki duyguları çözmeye çalışır gibi baksa da bir şey söylemedi. Bunun yerine çantasından çıkardığı birkaç meyve ve bir kitapla Simya’nın masasına yöneldi. "Bir şeye ihtiyacınız olursa söylemekten çekinmeyin," dedi ve birkaç saniye duraksadı. Simya, Yusuf’un bıraktığı yiyeceklere ve kitaplara baktı. İbrahim’in neden gelmediğini hiç sormamıştı ama yokluğunu her an hissediyordu ve korkuyordu. İyileştikten sonra ne olacaktı? Bu düşünceyle korkunun ve öfkenin iç içe geçtiği bir duyguyla başını eğdi. Yusuf’un sessizliği bir süre daha odada asılı kaldıktan sonra, “Yarın büyük gün,” dedi ve kapıya yöneldi. Simya ne demek istediğini hemen anlamadı. “Ne büyük günü?” diye sormak üzereydi ki Yusuf gitmişti bile. Ertesi sabah kapı erken saatlerde çalındığında, Simya hala yatağında oturuyordu. Yusuf içeri girdiğinde elinde bir çanta taşıyordu. Çantanın fermuarını açıp içinden tertemiz kıyafetler çıkardı. Siyah bir elbise, beyaz bir gömlek ve sade bir çift ayakkabı... Her şey özenle seçilmişti. "Bugün taburcu oluyorsunuz," dedi Yusuf sakin bir sesle. Simya bir an şaşırdı. Bu kadar çabuk beklemiyordu. "Gerçekten mi?" diye mırıldandı. Yusuf başını salladı. "Doktorunuz her şeyin yolunda olduğunu söyledi. Artık buradan çıkabilirsiniz." Simya çantadaki kıyafetlere baktı. Elbiseye dokunurken içinde bir huzursuzluk büyüdü. Bu, bir kurtuluş muydu, yoksa yeni bir esaretin başlangıcı mıydı? Yusuf dışarda beklerken kıyafetlerini değiştirdi. Aynadaki yansımasına baktığında kendini tanıyamadı. Odaya geldiği ilk günü hatırladı; yıpranmış, korku dolu bir kadındı o zaman. Şimdi ise yüzünde biraz renk, gözlerinde biraz güç vardı ama kalbindeki korku hala yerli yerindeydi. "Her şey tamamsa çıkalım," dedi Yusuf, Simya’nın kararsız bakışlarını görmezden gelerek. Simya sessizce başını salladı ve onun peşinden koridora çıktı. Koridor, klinikte geçirdiği günlerin tüm anılarını canlandırıyordu. Kapının önüne geldiklerinde, Simya dışarıdaki siyah Jeep’i gördü. Jeep, İbrahim’in varlığını hissettiren tek şeydi; hem tehditkar hem de güçlü görünüyordu. Yusuf, arabanın kapısını açarak Simya’ya oturması için işaret etti. Simya, derin bir nefes aldı ve bir an tereddüt etti. İçeri girdiğinde, koltuğun sertliği ona kendini küçük ve savunmasız hissettirdi. Kapı kapandı, Yusuf sürücü koltuğuna geçti ve motoru çalıştırdı. Jeep’in içindeki sessizlik, motorun homurtusuyla birleşerek huzursuz edici bir atmosfer yaratıyordu. Yusuf dikkatle yola odaklanmıştı. Direksiyonun üzerindeki elleri, kararını çoktan vermiş birinin elleriydi. Simya ise koltukta sessizce oturuyor, ne söyleyeceğini ya da söyleyip söylemeyeceğini bilemiyordu. Gözleri, arabanın camından dışarıya, hızla geride kalan manzaralara kayıyordu. Şehir yavaş yavaş arkada kalıyordu. Yollar boşalmış, çevre sessizleşmişti. Bu belirsizlik, Simya’nın içindeki korkuyu daha da büyütüyordu. "Nereye gidiyoruz?" diye sormaya cesaret etti sonunda. Yusuf bir an duraksadı, ardından yavaşça cevap verdi. "Merak etmeyin, az kaldı." Simya bu sözlerle rahatlayamadı. Yusuf’un sesindeki durgunluk bir şeylerin yolunda olmadığını hissettiriyordu. İbrahim’in planladığı şey neydi? Onu nereye götürüyordu? Ve belki de en önemlisi ona ne olacaktı? Bu sorular zihnini kemirirken, Jeep yavaş yavaş şehirden uzaklaşarak ıssız bir yola girdi. Simya camdan dışarı bakmaya devam etti, ama gördüğü şeyler zihnindeki karmaşayı dağıtamıyordu. Kalbi sıkışıyordu. İbrahim neden gelmemişti? Kendisiyle yüzleşmekten mi kaçıyordu, yoksa başka bir sebep mi vardı? Ya da onu tenha bir ormanda öldürmek için mi bekliyordu? Arabada ilerleyen her dakika, içinde bir başka endişeyi büyütüyordu. Yusuf’un tavrı değişmiyordu. Sessiz, soğukkanlı ve kararlıydı. Simya, onunla konuşmak istedi ama ne diyeceğini bilmiyordu. Sadece korkuyla ellerini birbirine kenetledi ve olan biteni anlamaya çalıştı. Bir süre sonra, Jeep asfalt yoldan çıkıp toprak bir yola sapınca Simya’nın kalbi daha hızlı atmaya başladı. Toprak yol dar ve çalılıklarla çevriliydi. Bu yol nereye gidiyordu? İçindeki korkuyu bastırmaya çalışarak Yusuf’a tekrar baktı. Ama Yusuf hâlâ ifadesiz bir şekilde sürmeye devam ediyordu. "Nereye gidiyoruz?" diye tekrarladı, sesi bu kez biraz daha yüksek ve titrek çıkmıştı. Yusuf, bu kez dönüp ona baktı. Gözlerinde bir tür anlayış ve derinlik vardı. Ama yine de net bir cevap vermedi. "Az kaldı," dedi sadece. Bu belirsizlik Simya’nın içindeki gerilimi daha da artırdı. Nefesi daralmaya başladı, kalbinin atışlarını göğsünde hissediyordu. Gidecekleri yer neresi olursa olsun, orada onu ne beklediğini bilmiyordu. İbrahim, onun için ne planlamış olabilirdi? Yeni bir ceza mı? Ölüm mü? Yoksa daha kötüsü mü? Bu belirsizlik onu yiyip bitiriyordu. Araba ilerlemeye devam etti, Simya’nın zihnindeki korku ve endişe de onunla birlikte büyüyordu. Şimdi tek yapabileceği şey, ne olursa olsun, kendini güçlü tutmaya çalışmaktı...
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD