17. Bölüm

3392 Kelimeler
Anıdan uzaklaştığımda başım çok feci bir şekilde ağrıyordu. Ferih, bana bakarken kaşları endişe ile çatılmıştı. Acaba gördüklerimi o da görmüş müydü? Görmemiş olmasını umdum. Nihayetinde ben, onu bulmasam, başına gelecek olan tam da buydu. Serap, salona girip bana bakınca çığlığı bastı. Attığı çığlık üzerine yerimden sıçradım. Ne oluyordu? Hemen mutfağa koşup elinde mendille geri döndü. Mendili ikiye katlayıp burnuma dayadığında acıdan inledim. Fark edememiştim ama burnum kanıyordu. Islaklığı yeni yeni hissediyordum. Burnuma bastırdığı mendili elinden alıp bulaşmış kanı inceledim, temiz kandı. Mendili tekrar burnuma bastırıp kanamanın durmasını bekledim. Hâlâ beni kaşları çatık bir şekilde izleyen Ferih’e döndüm. “Yaptığımızla bir ilgisi var mı?” bunu sorarken gözlerimi burnumun ucuna diktim. Başını sallayıp onayladığında bunu bir daha tekrarlayamayacağımızı da anlamış oldum. Çok yazık… Bir dahaki sefer beyin hücrelerimi öldürebilir ya da kalbimin atmamasına sebep olabilirdi. Kanamanın durduğunu hissettiğimde lavaboya gitmek için ayaklandım ancak bedenim sanki bana ait değilmiş gibi yere yığılırken gözlerimin önünde uçuşan altın halkalar, görüşümü engelliyordu. Acı hissetmiyordum hayır, bedenim benimle değildi şu an, uyuşmuştum. Gözlerimin önündeki altın halkalar bulanıklaşmaya başlayınca gözlerimi kapattım… Gözlerimi açtığımda tavandaki leke bana sırıtıyordu. Hayır, tavandaki leke değildi, Semih ile Baha idi. Gözlerim, yavaşça işlevine kavuşunca tam olarak ne gördüğümü anlayabildim. Üstüme eğilmişlerdi. Tavandaki leke de aralarındaydı. Bulunduğum yerden bulanık bakıldığında gülen emoji gibi görünüyordu. Gözlerimi birkaç kez kırpıştırıp ellerimle örttüm. Işık, gözlerime çok fazla geliyordu. “İyi misin?” Baha’nın sesi. Her şeyi güzel olmak zorunda mıydı? En kötü anımda bile böyle düşündüğüm için aptalın teki olmalıydım. Ellerimi indirmedim, çünkü indirdiğimde yine gözleriyle karşılaşmak istemiyordum. Benim için her şey zordu zaten. Derin bir iç çektiğimde elbisem göğsümü sıktı. Dizimi biraz kendime çekerek, “Evet, daha iyiyim,” dedim. Ellerimi indirip bir gözümü açtım. Semih’e bakarak, “Neden buradasınız?” dediğimde Baha öfkeyle iç çekip uzaklaştı. Bu halde dahi tribimi atarım kusura bakmasın elin kızına ondan hoşlandığını söylüyor sonrada hiçbir şey olmamış gibi gelip beni öpüyordu. Hatalı olan oydu, ben değildim. Ayaklarımı koltuktan sarkıtıp kalkmaya çalıştığımda başım tekrar döndü. Dirseklerimi dizime yaslayıp başımı ellerimi arasına aldım. Baha sinirle odayı arşınlıyordu. Eli, çenesinde yeni çıkmaya başlayan sakallarını kaşıyordu. Ferih’in önünde durunca ona sinirle baktı. Ferih ise başı dik bir şekilde bakışlarına karşılık verdi. Aferin benim oğluma! Bakışlarını ondan çekip bana döndü. Bana daha kızgın bir şekilde bakıp, “Nereden buldunuz onu?” dedi. Söylediği kelimeler karşısında Ferih’in yüzü düşünce sinirlendim. Ona ne oluyordu ki? “Onunla ilgili konuştuğunda daha özenli cümleler kur!” Daha fazla sinirleneceğini sanmıyordum ama verdiğim tepki tam da buna neden olunca sindim. “Kendi başına bir haltlar çeviriyorsun ve başın dertten kurtulmuyor. Önce yanıklar sonra bir cinayet…” Cinayet kelimesi beni de Serap’ı da irkiltti. Sözlerinin devamında sinirden köpürüyordum. “… Şimdi ise seni, burnun kanlar içinde baygın buluyoruz. Sırada ne var?” parmağını bana doğru sallayarak, “Bana neler yaptığınızı anlatacaksın!” dedi. Semih, Serap’ın kulağına eğilip bir şeyler fısıldadığında üçü kalkıp bizi yalnız bıraktılar. Serap, salondan çıkarken benden özür diler gibi baktı, omuz silkip gözümü halıya diktim. Benden tek bir cevap dahi alamayacaktı. Beni uzaklaştıran oydu sonuçta. Şimdi sorular sormasına hakkı yoktu. Kollarını göğsünde birleştirip konuşmamı bekledi. Çok beklerdi… Eh, tabii ki de bekletmedim… Her şeyi babama söylemekle tehdit edince Ferih’in de Erva gibi listede olduğunu söylemek zorunda kaldım. Nevena veya kitaptan bahsetmedim. Sonuçta o da bir şeyler saklıyordu, gayet adildi yani. Anlatmayı bitirdiğimde bana inanmayan gözlerle bakıyordu. “Onu kaçırman mümkün değil. Eninde sonunda bulacaklar!” Hayır, onun ayindeki diğer çocuklar gibi olmasına izin vermeyecektim. Kollarımı göğsümde kavuşturup ifadesiz gözlerle ona baktım. Yüzümdeki kararlılığı gördüğünde ellerini saçlarının arasından geçirdi. Bunu yapmasaydı olmaz mıydı? Çok dikkat dağıtıcı bir hareket… “Başıma dert açıyorsun,” dediğinde daha fazla dayanamadım. “Kendi başıma idare edebiliyorum. Hiçbir şeyi dert etme…” ayağa kalkmayı başarıp önünde dikildim. Yeterince umursamaz bir tavır takındığımdan emin olmayarak, “… Sen git Hira ile ilgilen…” cebini işaret ederek, “… Belki mesaj falan atmıştır,” dedim. Sözlerim onu güldürdü. Onu gülerken görmek güzeldi tabii ancak o benim aptallığıma gülüyordu. İstemeden de olsa kendimi küçük düşürmüştüm. Sonunda gülmeyi kestiğinde, “Çok tatlısın!” dedi. Ben somurtmaya devam edince kollarımdan tutup kalktığım koltuğa tekrar oturttu. Yanıma oturup iç çekti. Rahatsız olduğumdan biraz uzaklaştım. “Erva için onunla görüşüyorum. Başka yol yoktu inan...” bu sözler üzerine ferahladım. En azından kullanılan ben değildim. Yine de bu, benden bir şey saklamadığı anlamına gelmiyordu. Kolunu koltuğa dayayıp bana yaklaşınca gerildim. Sıcaklığı yerimden kımıldamama sebep oluyordu. “…Konseydeki üyeden birinin kızı o. Beni, Erva’ya ulaştıracağını umuyorum.” Bir süre dediklerini sindirmem için bekledi sonra kaşlarını çatıp öne eğildi. “Peki, sen ne yaptın? Başını derde sokup duruyorsun. Ya o yangından kurtulamasaydın!” elbette bunu çok düşünmüştüm. Ancak yine de pişman değildim. Sonuçta Ferih’i kazanmıştım. Aklıma Ferih’in gösterdikleri geldi. Başımı ona çevirip, “Daha önce bir ayinde bulunduk değil mi? Erva’yı da bu yüzden kurtarmaya çalışıyorsun. Ben de Ferih’i koruyacağım. Ne pahasına olursa olsun,” dedim. Oldukça kararlı konuşmuştum. Pes etti. Derin bir nefes aldı. “Peki, tamam ama daha fazla bela yok. O çocuğu, onların önüne atacak değiliz.” Çoğul konuşuyordu. İşime karışmasını istemiyordum. Yine de ses çıkarmadım. Daha fazla tartışma yaşamak istemiyordum çünkü. Başını koltuğa dayayıp tavanı izledi. Lekeye bakıyor olmalıydı. Aramızda uzun bir sessizlik yaşandı. Bu anı, onu incelemekle geçirdim. Yüzündeki yara, pembe bir iz halindeydi. O günü hatırlayıp ürperdim. Anılarımı o gün kaybetmiştim. “Ne kadarını hatırlıyorsun?” dediğinde bir an soruyu anlayamadım. Daha sonra bakışlarımı elime indirip, “Aramızda olanları anlayacak kadarını… Benim ayine geldiğimi babaannem biliyor muydu?” diye sordum. Başını, hayır anlamında salladı. Demek ben de bir şeyler karıştırmıştım. Tekrar ona döndüm. “Unuttuklarımı istiyorum. Bana anlatmak zorundasın. Ferih ile olmayacak gibi görünüyor.” Son cümlemi vurgulamak için kandan ıslanmış burnumu gösterdim. Islaklığı hâlâ rahatsızlık veriyordu. Kollarını göğsünde kavuşturarak dikleşti. Bana baktığında bir şeye karar vereye çalışıyormuş gibi görünüyordu. Sağ elinin tersiyle çenesinin altına dokunup konuştu. “Sanırım baştan başlamalıyım. Seninle bir rüyada karşılaştık… Üç yıl önce…” Üç yıl! Benden çalınan üç yıl. Sözlerine devam ettikçe içimdeki öfke kabarıyordu. Hayır, ona değil aileme. “… Duygusal olarak tanıştıktan beş ay sonra başladık. O zamanlar annen ya da ailenin geri kalanı hakkında bir şey bilmiyordun. Bir gün anneni görmek istedin, sanırım yapmaman gereken şey oydu. Ben konseyle ilgili pek bir şey bilmiyordum. Bu yüzden araştırdık. Annen, o zamanlar konsey üyesinden biri olan başkanın kızıydı…” Arada bir bana bakıyor anlayıp anlamadığımı görmeye çalışıyordu. Bense dinlediğimi, başımı sallamaktan başka bir şey yapmadan gösteriyordum. “… Konsey yedi kişiden oluşuyor. Bu yedi kişi 10 yılda bir aralarından bir aileyi seçip başkan olmasını sağlıyor. Konseydeki yedi kişi sadece danışman görevinde. Dört yıl önce başkanlık, annenin ailesine geçti ve deden şu an başkan. Yerine danışman olarak annen geçti…” Annem o konseydeydi. Onu fark edememiştim bile. Hâlâ resimlerinde olduğu kadar güzel miydi acaba? “… Ancak annene güvenemiyorlar. Daha önce yaptığı asiliklerden dolayı…” Ben ona inanmayan gözlerle bakınca, “Bakma öyle. Ne yapmış olduğunu bilmiyorum. Ben normal biri ile evlendiği için sanıyordum ama öyle değilmiş.” Değildi, çünkü babam da ailesi de normallikten uzaktı. Devam etmesini isteyerek başımı salladım. “Her yıl, bir aile, ayin için kullanılacak çocukları bulur getirir. Bu yıl sıra annende ve kardeşim onda. Kardeşim ve altı çocuk daha…” ayağa kalkıp odada gezinmeye başladı. “…Her konsey üyesi için bir çocuk. Ancak aralarından bazıları bunu kendi yapmaz, adamlarına yaptırır. Bağımlı olmaktan korktukları için olabilir.” Önümde durup yüzüme baktı. “Dediklerimi anlayabiliyorsun değil mi?” “Tabii ki anlıyorum. Aptal değilim!” bana sevimli bir şekilde gülümsedikten sonra devam etti. “Tarihleri biliyorsun. Her dönemde yedi çocuk. Bu bir yıl içinde on dört çocuk eder. Bazı önemli aileler, bu durumun değişmesini istiyor, muhtemelen ucunun kendilerine dokunmasını istemediklerindendir, ancak gelenekleri devam ettirilmekte inat eden bazı kesimler var.” Konuştukça hararetleniyordu. Ondan iyi bir politikacı olurdu doğrusu. Etrafındaki insanları etkilemekte zorlanacağını sanmam. Beden diline oldukça hâkimdi. Arada ellerini iki yana açıyor, parmaklarını gevşetip sıkarak konuşmasına canlılık katıyordu. O an ondan neden etkilenmiş olabileceğimi kavradım. Fikirlerini anlatmak için her şeyini ortaya koyuyordu. Tutkulu biri olduğunu buradan anlayabilirdiniz. Eh tabii yüzünün ve bedeninin güzelliğini de katarsak etkilenmeyecek insan yok gibi. Yaşadığımız dünya, bildiğimiz dünyadan çok farklıydı. Kim bilir daha bilmediğim ne vardı… *** Serap’ın anne ve babası geldiği için onu bırakmakta sakınca görmedim. Eve Ferih ile gittiğimizde banyomun tadilatı, çok şükür ki bitmişti. Artık banyomu temizleyip içim rahat bir şekilde kullanabilirdim. Bugün de birçok şey öğrenmiştim. Daha doğrusu daha önce öğrenip unuttuklarımı öğrendim. Hafıza kaybını yaşayanlar bilir, kendinizi bir tuhaf hissedersiniz, yaşadıklarınızı birinin aracılığıyla öğrenmek kendinizi çaresiz hissetmenize sebep olurdu. Düşünsenize bildiğiniz birini unutmak hem de çok yakın birini… Bilmiyorum umarım atlatırım… Akşam yemeği olaysız geçti. Yemeği yedikten sonra hep birlikte televizyon izledik. Saat 10 olduğunda babam herkesi yatağa gönderdi. Daha doğrusu beni gönderdi, çünkü salon, Ferih’e aitti. Yatağa girmeden önce tamamlanmış banyoya girdim. Yeni fayanslarla daha iyi görünüyordu. Aynada yüzüme bakınca morlukların yerini yeşile bıraktığını gördüm. Birkaç gün sonra sarıya çalacaktı. Sonrada yüzüm kendi rengine kavuşup fondötene gerek duymayacaktı. Dişlerimi fırçalayıp pijamalarımı giydim. Yatağa girmeden önce telefonuma son kez baktım. Belki bir umut diye ancak kimseden mesaj yoktu. Örtüyü üstüme çekip uykunun beni sarmalamasına izin verdim… “Şşş!” esmer aşığım başparmağını dudağına dayamış sessiz olmamı istiyordu. Onu ilk defa görüyordum. Daha doğrusu, flu bir görüntüye sahipti. Gözleri siyahtı, teni ise saçlarıyla tezat oluşturacak derecede beyazdı. Hoş karanlıkta o kadar da belli olmuyordu. Net olarak görebildiğim tek şey alt dudağı ile çenesi arasındaki küçük ben… Elimdeki bidonu almak için uzandı, geri çekildim. Kaşlarını çatarak ona itaat etmem gerektiğini belli edercesine burnundan soludu. Onu daha fazla sinirlendirmek istemiyordum. E tabii saklandığımızdan bu pek akıllıca da değildi. Ona boyun eğip bidonu uzattım. Bidonu alırken arkasında kalmam için önüme geçti. Başını çevirip bana baktığında dudakları oynadı ama sesini duyamadım. Benden gittikçe uzaklaşıp karanlığa karıştı. Rüyam yine bölünmüştü. Telefonuma uzanırken sıkıntıyla ofladım. Telefonu kendimden uzak tutup alarmı kapattım. Kalkmam gerekiyordu ama vücudum öyle yorgundu ki kendimi yatağa yapıştırasım geliyordu. Örtüye ayaklarımla vurup üzerimden atım. Ellerimi başımın altında kavuşturup tavanı izlemeye koyuldum. Öyle belli bir şeyi düşünmüyordum. Zaten sabah sabah kafamı tam olarak toplayabildiğim de söylenemezdi. Şimdilik düşüncelerimde bugün neler yapacağım vardı. Bir an önce harekete geçmeliydim. Ancak önce ilgilenmem gereken rutin işler vardı… Evi ak pak hâle getirene kadar temizlik yaptım. Tabii ki Ferih, bana yardımcı oldu. Sonuçta o da bu evin bir bireyiydi… Öğleye doğru yemek yapmak için mutfağa girdim. Kısır yapacaktım ancak ince bulgur bitmişti. Diğer tüm malzemeleri doğradığımdan vazgeçmekte olmazdı. En iyisi Ayşen teyzemden bir bardak alayım diye düşünüp evine doğru yollandım. Kapıyı çaldığımda beni, Semih karşıladı. Kapıya yaslanıp, “Bu aralar ne çok görüşüyoruz. Biraz ara verelim olur mu?” dedi. Dilimi çıkarıp buyur etmesine izin vermeden içeriye geçtim. Parmak arası terliklerimi çıkarıp salona geçtiğimde Ayşen teyzeyi namaz kılarken gördüm. Namazı genelde salonda kılardı. Onunkisi alışkanlıktandı. Önünden geçmemek için bir süre bekledim. Rükuya geçince arkasından dolanıp koltuğa oturdum. Semih ise kapının kirişine yaslandı. Namazını bitirene kadar sessizce bekledik. Sonunda selamını verip elini yüzüne götürdüğünde, “Allah kabul etsin Ayşen teyzem,” dedim. Seccadesini toplayıp gülümsedi. “Âmin kızım. Hayrola sen pek uğramazdın, hangi dağda kurt öldü?” gerçekten de öyleydi. Şu aralar çok sık görüşmüyorduk. Evine geldiğimde ya o yoktu ya da benim ilgi alanıma başkaları giriyordu. Eskiden hep yan yanaydık. Ta ki Semih ile Baha gelene kadar. Hem o da beni satmıştı torunu gelince. Çocuksu bir tavırla, “Diyene bak. Torunu görünce beni unuttun. Ama ben, senin kürkçü dükkânınım. Elbet yine bana geleceksin,” dedim. Daha fazla çocukluk yapmanın âlemi yoktu. Ferih evde bekler. Elimdeki bardağı gösterip, “Ayşen teyze kısır yapacaktım da ince bulgur yoktu. Sende varsa alabilir miyim?” Ayşen teyze, elimdeki bardağı alıp, “Tabii yavrum. Dur, ben doldurup getireyim,” dedi. Mutfağa giderken ayağı uyuşmuş gibi hareket ediyordu. Semih’in beni izlediğini fark edince ona döndüm. “Hayrola, bir şey mi diyecektin?” Ellerini cebine sokup yanımdaki koltuğa oturdu. Hiçbir şey söylemeden dik dik bakmaya başladı. Artık sinir olmaya başlamıştım. “Kes şunu, bir şey söyleyeceksen söyle. İçinde kalmasın!” ayaklarını üst üste atıp sallamaya başlayınca cinler tepeme çıktı. Sinirlendiğimi görünce gülümsemesi yüzüne yayıldı. “Özür bekliyorum,” dedi. Anlamadım tabii ki de. Ne için özür dileyecektim ki? Başımızdan geçen olayları düşündüm, ne yapmış olabilirdim… Eh, çok da geriye gitmeye gerek yoktu. Zihnini karıştırdığım zamandan bahsediyordu. Şuna bir açıklık getirelim benim yaptığımla Ferih’in yaptığı aynı şeydi. Tek fark ben, bunu zorlayarak yapmıştım. Oysa Ferih, bunu sadece göz temasıyla halletmişti. Herhangi bir emir vermesine gerek yoktu. Yani benim yaptığım da zararlıydı tabii ama sadece delirtecek kadar. Ferih ise direkt olarak vücuda zarar veriyordu. Çok bir şey değil yani… “Özür dilerim. Bir cevap arıyordum, biliyorsun.” Bir süre yüzüme bakıp samimi olup olmadığımı anlamak istedi. Elbette buna pişman olmuştum. Zarar verebilirdim. Başını sallayarak onayladı. Semih bir şey söyleyecekmiş gibi ağzını açtığında Ayşen teyze geldi, vazgeçti. Ayşen teyze, dolu bardağı bana uzatıp, “Daha fazla lazımsa vereyim yavrum,” derken gülümsüyordu. Bardağı elime alıp başımı salladım. “Sağ ol teyzem. Bu yeter.” Hole gidip terliklerimi giydim. Ayşen teyze, bana kapıyı açarken Semih, Ayşen teyzenin arkasından kaş göz işareti yapıyordu. Kaşlarımı çatıp evden çıktım. Ne demek istiyordu ki? Her ne kadar onun için gelmesem de Baha’yı görmek istiyordum. Muhtemelen o Hira denen kızla birlikteydi. Yani sonuçta kız kardeşine ulaşabilmek için yapıyordu ancak bu içimde büyüyen kıskançlığa engel değildi. Elimde bir bardak ince bulgurla sokakta dikildiğimi fark edip toparlandım. Eve kadar bulduğumuz kitabı kime tercüme ettirebileceğimi düşündüm. İnternetten bir araştırma yapmıştım. Yemekten sonra görüşmem gerekiyordu… Eve doğru yürürken Semih’ten bir mesaj geldi. “Konuşmamız gerek!” cevap verme gereksinimi duymadığımdan telefonu cebime attım telefondan tekrar bir mesaj iletisi sesi gelince oflayarak mesaja baktım. “Tüm bu olanlar hakkında…” Kaşlarımı çattım, şimdi mümkünatı yoktu. Başka işlerle ilgilenmem lazımdı. Cevap vermeyip kapıya ulaşmıştım ki yeni bir mesaj daha geldi. Mesajı açınca burnumu kırıştırdım. “Cevap vermiyorsun. Peki, öyle olsun. Son şansını kaybettin!” Daha önce anlatmak için pek çok fırsatları olmuştu. Omuz silkip eve girdim. Öğle yemeğinden sonra Ferih’i, babama bıraktım ardından Serap ile birlikte internetten bulduğum, oldukça iyi bir tercümanın bürosuna doğru yol aldık. Büroya vardığımızda adresin doğru olup olmadığından emin olamadık. Çünkü burası bir bürodan çok ikinci el kitap satan bir yer gibi görünüyordu. Binanın dışında üst üste yığılmış düzinelerce eski kitaplar bulunuyordu. Camekânın üzerinde, Bahar Kitapevi yazıyordu. Serap, ikinci el kitapevi gibi görünen binaya bakıp omuz silkti. Onayımı almadan içeri girince ben de peşi sıra yürüdüm... İçerisi de dışarısı kadar eski görünüyordu. Kitap kokusu her yeri sarmıştı. Sevdiğim başka bir koku daha… Kokuyu içime çekip rafların arasından geçtim. Ortalıkta kimse yoktu. Raflar arasında yürürken kitaplara dokunmadan edemiyordum. Aralarından birini çektim ve basım tarihine bakmak için evirip çevirdim. Osmanlıca bilmediğimden anlayamadım tabii ki. Kim bilir kaç yıl önce basılmıştı. Yerine koyup etrafı kitaplarla sarılmış koridorda yürümeye devam ettim. Serap, yüzünü buruşturmuş hiçbir yere değmemeye çalışıyordu. Saçlarını kulağının arkasına sıkıştırıp açık mavi çantasının koluna sıkı sıkı yapıştı. Bugün krem keten, yüksek bel bir kapri ile belini çok az açıkta bırakan koyu mavi bir büstiyer giymişti. Sanki iki gün önce başına gelenler onu hiç etkilememiş gibi davranıyordu. Umarım bir gün aniden patlamazdı. “Kimse var mı?” sesim oldukça tiz çıkmıştı. Serap yerinde sıçrayıp arkasını dönerek bana baktı. Kaşlarından birini kaldırıp bana tuhaf bir bakış attı. Ellerimi iki yana açarak, “Ne? Arada senin de olmuyor mu?” dedim. Önüne dönüp koridorda yürümeye devam etti. Burası oldukça büyük bir yerdi. Tavana kadar uzanan kitaplıklarla sevebileceğim bir yerdi. Koridoru dönüp bir masa ile karşılaşınca beklentiyle masanın arkasındaki kapısı açık odaya baktık. Kapıdan elinde oldukça ağır görünen kitap kolisini tutan genç bir erkek çıkınca rahatladık. Sonunda konuşabileceğimiz biri. Gence baktığımda bizden büyük olduğunu gördüm. Tahminen 26-27 yaş arası… Tamamen siyahlara bürünmüştü. Siyah bir kot ve tişört… Üstündeki tek renk dağınık kızıl-kahverengi saçlarıydı. Pudra basılmış kadar beyazdı. Yüzünde tek bir çil dahi yoktu. Genelde kızıllarda çil de olurdu öyle değil mi? Yine de teninin beyazlığı ona sevimli bir hava katıyordu. Ancak sevimli olmadığı vücudunun kaslı yapısı ve dudağının kenarından başlayıp yanağına doğru uzanan bir dövme ile belli oluyordu. Sol tarafındaki bu dövme çizgi film karakterlerinin güldüğünde oluştuğu çizgiydi. Bize döndüğünde yüzündeki tek dövmenin o olmadığını gördüm. Sağ gözünden yanaklarına düşen gözyaşları vardı. Yüzü, hüzün ve mutluluğu aynı anda gösteriyordu. Koliyi yere bırakıp ellerini silkeledi. “Buyurun ne istemiştiniz?” Kalın bir sese sahipti. Tercüman o değildi herhalde. Kapıdan başka birinin çıkmasını bekledim ancak çıkmayınca gence döndüm. “Şey… Biz internette Latince çeviri yapacak birini aradık ve burasını bulduk…” Genç, ‘E?’ dercesine kaşlarını oynattı. Beni geriyordu. Çantamdan kitabı çıkarıp ona uzattım. “Bu kitabın çevirisini isteyecektim…” hâlâ kapıdan başka biri çıkacak umuduyla oraya bakıyordum. Hani şöyle kır saçlı, uzun boylu, bira göbeği olan amcalardan… Çıkmayınca sözlerime devam ettim. “… Buraya siz mi bakıyordunuz?” Kitabı elinde evirip çeviriyordu. Son sözlerim üzerine kaşlarını çatıp bana baktı. “Elbette ben bakıyorum. Eğer merak ettiğiniz tercümansa o da benim.” Alınmıştı galiba. Elimi uzatıp, “AlyaYetkin.” Uzattığım ele bakıp kitabı masanın üzerine bıraktı. “İbrahim Noah Hughes.” Elini çekip Serap’a uzattı. Serap, İbrahim’i merakla izliyordu. Uzattığı el, gümüş, eklem yüzükleri ile doluydu. Tarzı hoştu doğrusu. Serap ele bakıp, “Koyu kızıl saçlar, nerelisin? Kuzey Avrupalı mı? İskoç ya da İrlandalı?” Uzattığı eli tutup, “Serap Şen,” dedi. Serap’ın tuhaf bir huyudur, tanımadığı insanları soru yağmuruna tutup bir an önce tanımaya çalışırdı. Soruları, İbrahim’i gülümsetti. “Babam da annem de İskoç, İbrahim ismini, anneannem verdi. Kendisi Malatyalı, yarı İskoç’tur. ” Serap, kendini masanın yanındaki sandalyeye bıraktı. Dirseğini masaya koyarak elini çenesine dayadı. “Peki, düzgün Türkçen?” Yine Serap ve soruları… İbrahim sandalyesine oturup benim de oturmamı işaret etti. Gösterdiği sandalyeye oturunca kitabı karıştırmaya başladı. Başını kaldırdığında gözleri parlıyordu. Anlaşılan Serap’ın sorusunu unutmuştu. Kitabı kaldırıp, “Bunu nereden buldunuz? Oldukça kıymetli bir kitap… El yazmasına bakarsak çok yaşlı… Muhtemelen 1200-1300 yılları arası bir tarihte yazılmış…” Sayfalardan birini parmaklarının arasına alıp inceledi. “Şu sayfaya, kaliteye baksanıza... Bu zamana kadar dayanmış olmasının sebebi kalitesi… Parşömen…” Birkaç sayfayı çevirip yazılanları okumaya çalıştı. “Dili oldukça sade, yapabilirim gibi görünüyor. Ruh, rüya gibi şeylerden bahsediyor.” Başını kaldırıp bana meraklı gözlerle baktı. Sorusunu dillendirmeye gerek duymadı. “Babaannemin kütüphanesinde buldum. Tekrar yerine koymam lazım. Benimkisi merak sadece…” İnanmadı ama ses çıkarmadı da. Başını sallayıp, “Tamam, bana 1,5, 2 ay verirseniz kendimi sadece bu kitaba adayabilirim,” dedi. Bir çeviri için oldukça hızlı bir zamandı. Heyecanı rahatsız etmişti ama kabul ettim. “Kitabı satmayı düşünür müsünüz? Yüklü bir miktar verebilirim.” Hızla başımı sağa sola salladım. “Hayır, bu kitap babaanneme ait ve izin almadan aldım. Çeviri bitene kadar yakalanmamayı umuyorum.” Verdiğim cevap, yüzünü asmasına neden oldu. Yüzündeki dövmeler aklımı karıştırdı. Belli ki bu yüzden dövmeleri yapmıştı. İnsanların duygularını görmesini istemiyordu. Enteresan bir kişilik, zaten şu aralar hep beni bulurlardı. Nevena, Ferih, Semih… Aynı şeyi Serap’ta düşünmüş olacak ki, “Bir örgüte falan mı üyesin?” İbrahim ifadesiz bir yüzle Serap’a baktı. Sessizlik uzayıp gidince Serap somurttu. “Şaka yapıyordum…” İbrahim yine çıtını çıkarmayıp boş gözlerle bakınca, “Vazgeçtim, kesin bir örgüte üyesin,” dedi. Daha fazla karışmadan edemezdim. Boğazımı temizleyerek araya girdim. “Ücretimiz nedir?” Başını ifadesiz bir şekilde bana çevirince ürktüm. Gerçekten tuhaftı. Kitabı alıp buradan çıkasım geldi. Yüzünde kocaman bir gülümseme belirince aklım karıştı. Serap’a dönüp, “Şaka böyle yapılır,” dedi. Yüzündeki gülümseme büyüyünce ekledi, “… Ve evet, bir örgüte üyeyim. Hatta örgütün başkanı benim.” Yutkundum bilmeyerek bizi zor durumda bırakmıştım. Serap’ın benden bir farkı yoktu. Konuştuğu için pişman olmalıydı. Yüzümüzdeki korku dolu ifadeyi görünce kahkahayı bastı. “Hayır, zannettiğiniz gibi gangster falan değilim. Eski eşyalara ilgi gösteren bir grubumuz var. İşleri büyütüp bir dernek kuracağız.” Kitabı gösterip, “Kitabı bu yüzden istedim,” dedi. Rahat bir nefes aldık. Serap, gevezeliğe devam edince ağzına acı biber süresim geldi. “Bir sporla ilgileniyor musun?” eliyle kolunu gösterdi. “Pazıların bayağı iyi görünüyor da…” hakikaten oldukça muhteşem görünüyordu. Bize gülümseyerek, “Evet, Uzakdoğu sporları ile ilgileniyorum. O kadar, daha fazla değil,” dedi. Bana bakıp kitabı gösterdi. “Makul bir fiyatta anlaşırız. Normalde böyle bir kitap için fazla bir miktar alırdım ancak size bir ayrıcalık tanıyacağım.” Bize söylediği fiyatın biraz daha altında anlaşıp oradan ayrıldık. İbrahim’i sevmiştim. Kendi tarzı vardı ve sıcakkanlı bir insandı. Serap, benle aynı düşünmüyordu. “Adamda bir tuhaflık vardı. Bence kesin bir gangster.” Serap’a tuhaf bir yaratıkmış gibi baktım. “Evet, arkasında kalan odada da kesin bir leşini saklıyordu.” Bana dil çıkarıp yola devam etti… Bu işi de halletmiştik. Sırada Nevena vardı. Baha’nın anlatmadıklarını öğrenmem gerekiyordu. Hiçbir şey bilmemek, gözün kapalı bir şekilde araba sürmek gibiydi. Her an bir yere çarparım korkusu vardı.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE