20. Bölüm

3627 Kelimeler
Gökyüzü huzurlu görünüyordu. Güneş tam tepedeydi ancak yakmıyordu. Ellerimi gözüme siper ederek güneşe baktım, yüzümü ısıtıyordu. Mutlulukla iç çektim. Sonra güneşin önünden geçen bir karaltı gördüm. Hayır, geçmedi. Önünde asılı kaldı, hızla güneşin önünü kapatacak kadar genişleyip çoğaldı. Sonra güneşin yere kül gibi döküldüğünü gördüm. Havayı kesif bir koku doldururken tıkandım.  Boğuluyordum, sanki biri boğazımı sıkıyor, nefes almama engel oluyordu. Çığlıklar her yerdeydi. Birbirine çarpan insanlar, göğün masmavi rengini benden gizleyen kuşlar… Etrafım sarılmıştı. Çığlıklar, kuş seslerine karışmış, kulağımı sağır edecek bir tizlikte çıkıyordu. Kulaklarımı ellerimle kapadım. Başımı gökyüzüne doğru kaldırıp neler olduğunu anlamaya çalıştım. Kuşlar birbirlerinin etrafında dönerek girdap haline geldi. O kadar hızlı dönüyorlardı ki yarattıkları rüzgâr, saçlarımı yüzüme savurmaya başlamıştı. Gözlerimi onlardan alamıyordum. Hızlandıkça girdaba doğru sürükleniyordum. Ellerimi kulaklarımdan çekip yere dayadım. Yerden destek alarak ayağa kalkmaya çalıştım.   Sonunda kalktığımda sendeleyerek geriye doğru adım attım. Sesler daha çok rahatsız etmeye başlamıştı. Kulağımdan çeneme doğru bir ıslaklık hissettiğimde elimi kulağıma götürdüm. Islaklığın ne olduğuna baktım, kandı. Kuş sürüsünün daha da hızlanıp hortum haline geldiğini gördüğümde arkamı dönüp koşmaya başladım. Kalbim deli gibi atıyordu.   Biraz ilerleyince başka hortumlarda gördüm. Hepsi kuşlardan oluşuyordu. O kadar çoklardı ki bir kaçış yok gibiydi. Hortumun içine insanları çektiğini görünce ilerlemeye devam ettim. Etrafa sıçrayan insan cesetleri her yerdeydi. Cesetlerden biri önüme düşünce aniden durdum. Adamın belden aşağısı ters dönmüştü. Yüzü bana bakıyordu ama ayakları… Buradan kaçış yoktu. Adamın üstünden atlayıp koşmaya devam ettim. Önüme bir araç düşünce panikleyerek kıç üstü yere düştüm. Aracın içinde bir çocuk vardı. Kapıyı açmaya çalışıyor, tekmeliyordu. Pencereye yapışıp bana baktı. İki elini cama yaslayıp bir şeyler söylediğinde onun, Ferih olduğunu fark ettim. Kapıya uzandım, açamadım. Kilitliydi. Etrafta bir taş var mı diye bakındım. Bulduğumda elime alıp arabaya doğru koştum. Arabaya doğru ilerlerken bir başkasının kapıyı açmaya çalıştığını gördüm. Ancak araba birden patladı. Çığlıklar kesildi, her yer sessizliğe büründü. Kuşlar yok oldu, gökyüzü eski rengine kavuştu. Sadece arabanın yanmasıyla çıkardığı çıtırtılar ve benim çığlıklarım vardı…  “Uyan!” Bir elin beni dürtmesiyle rüyadan koptum, gerçekliğe döndüm. Beni uyandıranın Ferih olduğunu görünce derin bir nefes alıp ona sarıldım. Çok şükür, sadece rüyaymış. Terden yapış yapış olmuş, sıcak basıyordum. Elimi enseme koyarak ıslaklığı yaydım. Elime bakınca terin yerinde bir kırmızılığın olduğunu gördüm. Hızla doğrulup örtüyü üzerimden attım. Ferih’i orada bırakarak banyoya koştum. Kapıyı çekip içeriye daldığım gibi aynanın önüne geçtim. Boynumu yan tutarak kırmızılığın kaynağını görmeye çalıştım. Kanayan yer kulaklarımdı. Yatarken enseme doğru kaymış olmalıydı. Saçlarımı tepeme toplayıp kanın nereye sızdığına baktım. Sırtım boydan boya kan içinde kalmıştı…  Yatak odama dönüp yastığa baktım. Çarşaf da yastık da kan içerisindeydi. Ferih’in beti benzi atmıştı. Ona doğru uzandığımda beni yeni görüyormuş gibi irkildi.   “Benim rüyamdı,” dediğinde önce anlayamadım. Sonra gerçek kafama dank ettiğinde,  “Sadece bir kâbustu, her gördüğün gerçek olacak diye bir şey yok!” dedim. Kollarıma yapışıp,  “Ama sen de gördün!” dedi. Buna verebileceğim bir cevap yoktu ancak korkmasına sebep olacak bir şey söyleyemezdim. Yüzünü ellerimin arasına aldım.  “Sadece bir rüya… Hem ben, seni korurum.”  Gözlerimin içine bakması için çenesini kaldırdım. “Bana inanıyorsun değil mi?” Gözleri, kan çanağına dönmüştü. Ne zamandır uyanıktı? Başını aşağı yukarı sallarken delirmiş gibi görünüyordu. Geleceği görmek gibi bir yeteneği vardı. Hem de bunu rüyaları aracılığıyla görüyordu. Peki ya aynı rüyayı benim görmem? Bu ne demekti ki şimdi?  Bu dünyaya ayak uydurabileceğimi sanmıyordum ama yapmak zorundayım. Daha iyi olup Ferih’i korumalıydım. Daha önce de bir yangının arasında kalmıştık. Rüyada da bir yangını görmek rastlantı mıydı? Daha iyi olduğunu anlayınca onu bırakıp çarşafı topladım. Kan, aleze sızmıştı. Allahtan alez vardı yoksa bunu babama anlatamazdım. Yastık kılıfını ve alezi de çıkarıp üstümdeki beyaz atletimle birlikte makinaya attım. Makinanın gece gece çalışması babamı uyandırabilirdi ancak yapılacak bir şey yoktu, bir an önce ortalığı toparlamalıydım.   Makinaya deterjan ve yumuşatıcıyı da ekleyip yüksek sıcaklığa ayarlayıp makinayı çalıştırdım. Ayakucunda odama dönüp yatağa temiz çarşafı serdim. Yastığı kılıfına geçirdiğimde Ferih’in yatağın köşesinde dikildiğini gördüm. Elimi saçının arasına sokarak karıştırdım.  “Hadi gidip yastığını getir.” Lafı ikiletmeden salona koştu. Yastığı kollarının arasında odama dalarken çok komik görünüyordu. Yastık ayaklarından çenesine kadar gelen bir boyuttaydı. Yastığı yatağın üstüne atıp yatağa tırmandı. Yanıma sokulunca kolumu beline dolayıp kendime çektim. Başını kaldırıp,  “Bana masal anlatsana, babam, dün bana anlattı bir tane.” Babama bu şekilde hitap etmesi beni şaşırttı.  “Ona artık baba mı diyorsun?” diye sorduğumda başını salladı.   “Dün artık öyle söylemem gerektiğini söyledi. Artık kimliğimde babammış.” Babamın Ferih’i bu şekilde sahiplenmesi güzeldi ama azıcık kıskandım. Sadece azıcık. Sonuçta bu yaşa kadar tek çocuğu bendim. Kıskanmak hakkımdı öyle değil mi? Ellerimi saçlarının arasına sokup okşamaya başladım.  “Hım, ne söylesem, ne söylesem… Buldum, biraz kısa ama güzel bir hikâye. Ayşen teyzem anlatmıştı bunu bana.” Bana merakla bakınca devam ettim. “Sana Fatih Sultan Mehmet ile Dilencinin hikâyesini anlatayım.” Buklelerini parmaklarımın arasına alıp kıvırdım. Kulağına doğru kısık sesle,   “Fatih Sultan Mehmet, çarşıyı teftiş ederken yanına sokulan dilenciye bir altın vermiş. Dilenci parayı alınca:   -Aman Sultanım, demiş. Koskoca bir padişah, kardeşine bu kadar para mı verir?  Fatih Sultan Mehmet, nereden kardeş olduklarını sorunca…  -İkimiz de Hz. Âdem’in soyundan değil miyiz? Demiş. Fatih Sultan Mehmet:  -Bu keşfini sakın başkasına söyleme… Diğer kardeşlerimiz de pay isterse, senin payına bu bir altın da düşmez! Demiş.   Hikâyeyi bitirince Ferih başını kaldırıp sırıttı.  “Şimdi biz kardeş miyiz yani?” deyince yanaklarını sıktım.   “Algıda seçicilik diye buna denir.” Alnını öpüp kendime daha çok çektim. “Evet, öyleyiz. Sen, benim küçük kardeşimsin.” Alnımı alnına dayayıp, “Hadi artık uyuyalım babacık bizi erkenden uyandıracak,” dedim. Başını sallayıp gözlerini kapadığında üstünden uzanıp lambayı söndürdüm. “Tatlı rüyalar,” dediğimde gülümseyip,  “Sana da…” dedi. Umarım bu seferki tatlı olurdu.     “Günaydın!” Serap’ı sabah sabah kapıda görmek o kadar da şaşırtmadı. Bir sabahı bensiz geçirse kıyamet kopardı. Elindeki poğaçaları alıp içeri girmesini gösterdim. Ayağındaki babetleri dolaba koyup peşimden gelirken, “Bugün gün sırası annemde sen de gelsene,” dedi. Başımı arkaya çevirip,  “Bugün babam atölyede olacak, Ferih yalnız kalmasın,” dedim. Mutfağa geçerken koluma vurdu.  “Onu da getir. Teyzeler Ferih’i bir güzel beslerler.” Ferih’e dönüp gülümsedi. “Değil mi Ferih?” Ferih, gözlerini ovuşturup sütünü ağzına götürdü. Bugün erken kalkmıştık, uykusunu tam olarak alamamıştı. Serap’ın ne dediğini duymamış gibiydi. Babam, ekmeğine tereyağını sürerken söze girdi.  “İyi olur, akşam da işim var. Haberin olsun. Eve çok geç kalmayın, geldiğimde sizi evde bulmak istiyorum.” Başımı sallayıp Serap’a sandalyeyi çektim. Evden getirdiği poğaçaları mideye indirirken gözlerim karardı. Kirpiklerimi kırpıştırıp sağlam bir görüşe sahip olana kadar elimi alnıma dayayıp gözlerimi kapattım. Şekerim düşmüştür deyip geçiştirirdim ancak ne zaman Ferih’le ilgili bir şeyler olsa vücudum tuhaf tepkiler veriyordu. Çay bardağına dört küp şeker atıp karıştırdım. Serap, yüzünü buruşturdu.   “Kilo alıyorum diyorsun, çayına dört küp şeker atıyorsun.” Omzumu silkip kaşığa bir damla çay alıp ağzıma götürdüm.   “Tam kıvamında.” Kaşığı masaya bırakırken, “Vazgeçemem, yoksa çay içmem mümkün olmaz,” dedim. Babam, ağzına hızla bir şeyler tıkıştırıp ayağa kalktı.  “Size iyi günler, bir şeye ihtiyacınız olursa ararsınız.” Eğilip Ferih’i yanağından öptü, bana ise sadece el salladı. Mutfaktan çıkınca dudaklarımı büzüp Ferih’e baktım, hâlâ uyku sersemiydi.  “Seni kıskanmaya başlayacağım sanırım,” dediğimde başını kaldırıp masum gözlerle bana baktı.   “Hı?” Elimi havada sallayıp,   “Boş ver,” dedim. Önüne dönüp sütünü yudumlamaya başladı. Serap, bana dönüp başıyla Ferih’i gösterdi.  “Çok tatlı bu yahu!” Bana dönüp, “Sen nasıl oldun?” Bir an neyi sorduğunu anlayamadım. Kaşlarımı kaldırıp çatalı yan tuttum. Bu benim ‘Anlamadım?’ deme şeklimdi. Gözlerini devirip dirseklerini masaya dayadı. “Dün dondurmaya yemeye çıktık ya…” kaşlarını oynatıp gözleriyle Ferih’i işaret etti. Detayları Ferih’in yanında konuşmak istemiyordu anlaşılan. Anladığımı göstererek başımı aşağı yukarı doğru salladım.   “Böyle olacağını biliyordum…” Çilek reçelini, ekmeğimin üstüne alıp ağzıma attım. Çiğneyip yutmamı beklerken parmaklarıyla masanın üstünde ritim tuttu. Sonunda bitirdiğimde umursamaz bir ifade takındım. “Sonuçta bitiren bendim. Olacak belliydi yani.” Sesimi kısıp, “Hem ortada kardeşi varken…” sözümü tamamlamadım. Omzumu silkip, “… Çokta önemli değil, atlatırım,” dedim. Serap, işaret parmağını çenesinde gezindirirken oldukça düşünceli görünüyordu.   “Çok olgun karşıladın. Senin yerinde olsam önce kızın saçlarını eline verir, sonra da Baha’nın kıymetlisine sert bir tekme.” Dişlerim görünecek şekilde gülümsedim.  “İyi fikir ama gerek yok.” Daha fazla yiyemeyeceğimi düşünerek boşları makinaya yerleştirmek için ayaklandım. Bulaşıkları sudan geçirirken başımı arkaya döndürüp, “Bu arada kitabı İbrahim’den aldık, dün sana söylemeyi unuttum.” Serap, Ferih’in boşalttığı tabakla bardağı alıp bana uzattı.  “E, ne zaman yerine bırakacaksın?” makinayı açarak sudan geçirdiğim bulaşıkları raflara dizdim.  “Nevena halledecek.” İç çekip devam ettim. “Neler oldu bir bilsen… Nevena’nın Baby Eagle bilmem nesi var.” Serap bir kaşını kaldırarak,  “O ne be?” dedi. Sesimi kısarak,  “Silah ve onu İbrahim’in kafasına dayadı,” dedim. Serap’ın gözleri kocaman açılırken elini ağzına götürdü.  “Şaka yapıyorsun.” Başımı olumsuz anlamda sallayınca, “Neden yaptı ki?” dedi. Sesi şaşkınlıktan tiz çıkmıştı. Yine sesimi kısarak cevap verdim.  “İbrahim, rüya efendilerinin pis işlerini yapıyormuş. Hani Semih, birkaç kişi çağırdı ya onlar gibi… Neyse daha önce Nevena’nın annesini infaz etmiş.” Söylediğim şeyler Serap’ı endişelendirmişti. “Detayları bilmiyorum. Pek anlatmadı ama çok karışık işler gibi görünüyor.” Arkama dönüp Ferih’i kontrol ettim, mutfaktan çıkmıştı. Serap, tokasından kurtulan saçını kulağının arkasına atarken,  “Ben, sana adamın tuhaf olduğunu söylemiştim değil mi?” Alnını kırıştırarak, “Bu tesadüf mü? İnternetten bulduğunu söyledin ama böyle bir tesadüf…” başını sallayarak cümlenin gerisini getirmedi. Haklıydı. Bunu ben de düşünmüştüm ama bilerek seçecek halim yoktu ya. Sadece ismin tuhaflığı dikkatimi çekmiş, gitmem gerektiğini hissetmiştim. Bunda bir olay göremiyordum. Yine de içimden bir ses bunun da altından bir şey çıkacağını söylüyordu.   İşimi bitirdikten sonra gün’e gitmek için dolabımdan hanım hanımcık bir elbise seçmeye çalıştım. Sonunda hemen ayak bileğimin beş parmak üstünde biten yavruağzı pilili eteğimle beyaz fon üzerinde mavi-pembe çiçekli kalın askılı penye tişörtümü giydim. Saçlarımı da balıksırtı yapıp hafif bir makyaj yaptım. Artık morluk tamamen gitmişti.   Banyodan çıktığımda salondan erkek sesleri geliyordu. Hızla salona giderek ne olduğuna baktım. Semih ile Baha gelmişti. Ellerinde boya kutularıyla fırça vardı. Semih’e soru soran gözlerle döndüğümde ellerindekileri gösterdi.  “Küçüğün odasını boyayacakmışız.” Serap kıkırdayınca ona döndük. Ellerini iki yana açarak,  “Boya yapmaktan anlıyorlarsa bizim eve de gelsinler. Pembeden sıkıldım.” Bende sıkılmıştım. Gülümsedim.  “Bence de. Buradan sonra Seraplara da uğrayın,” dedim. Semih burnunu kırıştırarak,  “Dua edin de her yeri boya içinde bırakmayalım. Hep babaannem yüzünden! Baban işçileri arıyordu, babaannemde benim oğlanlar ne güne duruyor diye ısrar etti. Sonuç…” Elindeki fırçayı döndürerek lafı tamamlamaya gerek duymadı. Ayşen teyzem yapardı. Elinin altında bir genç olsun, dünyanın tüm yükünü onun omuzlarına verirdi. Kendimden bilirim. Sandalyeden önce bana evinin pencerelerini temizletirdi. Sadece onunla kalsaydı iyiydi. Evinin duvarlarını dahi fırçalamışlığım var. Kendisinin yapamayacağı her şeyden bahsediyorum. Baha, daha fazla dayanamayarak,  “Şu odayı görebilir miyiz? Bir an önce bitirmemiz lazım,” dedi. Bana bakarak kaşlarını oynattı. “İşim var…” İşinin ne olduğunu bu kadar belli etmese olmaz mıydı sanki? Derin bir nefes alıp önden yürüyüp onlara yol gösterdim. Odanın önüne geldiğimizde kapı pervazının üstünde olan anahtarı almak için parmak uçlarımda yükseldim. Parmaklarımı rastgele savurup anahtarı yere düşürdüm. Anahtarı yerden almak için eğilirken gözlerim yine karardı. Anahtarın nereye düştüğünü görmediğimden elimi yerde gezdirerek anahtarı bulmaya çalıştım. Birinin eğilip anahtarı elime tutuşturduğunu hissettim. Kim olduğunu kokusundan anladım. Bahaydı…  “Teşekkür ederim.” Ayağa kalkmaya çalışırken etrafımı tam göremiyordum. Bu durumu kimsenin anlamasını istemiyordum. Duvara dayanıp anahtarı kapının deliğine soktum. Kapıyı açıp onlara yol verdim. Kime gülümsedim tam olarak bilmiyorum ama kolay gelsin deyip salona dönene kadar duvardan destek aldım. Bu geçici bir durumdu, en azından ben öyle umuyordum. Dün kan kaybettim, nedeni sadece buydu. Salona geldiğimde halıya takılıp sendeledim. Serap koşup kolumdan tutmasaydı yere kapaklanmıştım.   “İyi misin?” yüzünü net göremiyordum sadece siluet olarak oradaydı ama başımı salladım.   “İyiyim. Şu sıralar çok yorgun hissediyorum hepsi bu.” Ferih’i göremiyordum ama endişelendiğini biliyordum. Umarım kendisini suçlu hissetmiyordur. Beni koltuklardan birine çekerken görüşüm düzelmeye başlamıştı. Başımı Serap’ın omzuna koyup gözlerimi kapattım. Bir süre sonra Ferih’in sesini duydum. Gözlerimi açtığımda elinde bir bardak su olduğunu gördüm.  “İyi gelir,” dedi. Bardağı elinden alıp suyu boğazımdan aşağıya gönderdim, ferahlamıştım. Daha iyi olduğumu hissedince ayaklandım.  “Hadi, teyzeleri bekletmeyelim. Gelsin börekler, kekler…” derken sesimi neşeli tutmaya çalıştım. Bu geçici bir durum dedim kendi kendime, geçecek…    “Vallahi Ayşen, adam 64 yaşında. Bir evi var, bir de arabası…” Emine teyze söze girip Fatma teyzenin sözünü kesti.  “Bir oğlu var, daha 21 yaşında, babasıyla birlikte kalıyor. Aman diyeyim sende zaten iki torun var…” Fatma teyze, Emine teyzeye dönüp,  “Sen de ne zaman bir kısmet bulsam limon sıkıyorsun. Ne olmuş bir oğlu varsa?” Çay bardağını eline alan Ayşen teyze, daha fazla dayanamayıp söze girdi.  “Kız, ben ne yapacağım bundan sonra kocayı. Sanki yirmilik kızmışımda…” Eğleniyordum. Gün denilen aktivite bende hep bu etkiyi yaratıyordu. En genci kırk yaşında olan teyzeler, tam bir güldürü makinasıydı. Haftanın en trend mahalle dedikoduları, kimsede olmayan yemek tarifleri, çöpçatan sitelerini sollayan bekar erkek ve kız katalogları ve daha neler neler… Kısacası en çok korkulması gereken örgüt, ‘Ahretlikler!’   Önümdeki sehpadan tabağımı alıp kucağıma yerleştirdim. Portakallı ıslak kekten bir ısırık alıp tabağıma geri koydum, enfesti. Ferih’te benimle aynı düşüncedeydi. Önündeki tabağa aç bir kurt gibi saldırırken yere kırıntı saçıyordu. Fatma Teyze’nin sinirli sesi bakışlarımı ona çekmeme neden oldu.   “Yok, anacığım! Ben artık size bir şey demiyorum…” Derin bir nefes alıp devam etti. “Yalnızlık Allah’a mahsustur, bilirsin. Torunlar zaten büyük, gün gelecek onlarda evlenecek…” Serap kulağıma eğilip,  “Eyvah! Semih’e birini bulacak,” diye fısıldadı. Elimde olmadan kıkırdadım. Fatma teyze yapardı. Geçen sene Serap’ın annesi devreye girmese Serap’a bir görücü getirecekti. Çocuk iyiydi, hoştu ancak evlenmek için çok erken bir zamandı Serap için. Ayşen teyze elini sallayıp konuşurken biraz yumuşamış gibiydi.  “Yok, ben istemem bu yaştan sonra. El âlem ne der?” Ayşen teyze, el âlemi araya katmışsa biraz daha ısrarla ikna olurdu. Çay bardağını dudaklarıma götürüp bir yudum aldım. Çayı sehpanın zerine bırakırken Ayşen teyzeme döndüm.  “Bırak canım el âlemi. Sen yalnız kalınca el âlem her derdine koşacak mı?” Fatma teyze, bana ışıldayan gözlerle baktı.  “Hay ağzını öpeyim…” Öpmesin, istemiyorum. “… Gördün mü daha dün ki çocuk bile neler diyor.” Son sözleri, Emine teyzeye söylemişti. Emine teyze burnunu kırıştırıp,   “O ne bilsin.” Eliyle Ayşen teyzeyi işaret ederken ekledi. “Kadıncağız bu yaştan sonra koca derdi mi çeksin. Yemeğiydi, ütüsüydü, temizliğiydi...” Yakasını silkerken pek bir dertli görünüyordu. Emine teyzenin çok mutlu bir evliliği yoktu. Eşi çok kötü biri değildi ancak Emine teyze, ondan sürekli şikâyetçi olduğundan adamcağız da kahvehaneden çıkmaz olmuştu. Karısıyla ne kadar az vakit geçirirse kafası da o kadar rahat oluyordu. Tabii Emine Teyze de her gittiği yerde kocasını kötüleyerek, başkalarının evlenmesine mani oluyordu.   Fatma teyze ise tam tersi bir karakterdi. Mahallenin tüm bekârlarına sanki onlardan sorumluymuş gibi davranıyordu. Zuhal Topal halt etmiş, Fatma Teyze’nin eline kim su dökebilirmiş. Hâl böyle olunca iki kadın ne zaman karşı karşıya gelse birbirlerine düşmanmış gibi davranıyorlardı. Elbette düşman değillerdi, sadece öyleymiş gibi, anlarsınız ya. Serap’ın annesi Ferih’in boşaltmış olduğu tabağı alarak,  “Sana yine doldurayım mı?” dedi. Ferih, utançla başını aşağı yukarı sallarken Serap’ın annesi, elini Ferih’in başına koyarak okşadı. “Hemen getiriyorum,” deyip mutfağa doğru gitti. Emine tayze, bana dönüp başıyla Ferih’i gösterdi.  “Bu çocuk kim? Hiç görmedim.” Kolumu Ferih’in omzuna atarken gülümsedim.  “Kardeşim.” Bu kadar basitti işte. Emine teyze kaşlarını çatarken,  “Senin baban bekâr değil miydi? Ne ara…” kendi kafasında bir şeyler kuruyor olmalıydı. Ben de düzeltmedim. Muhtemelen ben buradan gidersem dedikoduya başlayacak, türlü türlü söylentiler uyduracaklardı, bıraktım. Benim açıklamamdan daha kolay yutulacağı kesindi. Ayşen teyze dikkatleri üzerine çekmek için,  “E, adam nereliymiş peki?” derken bana göz kırptı. Fatma teyze hevesle atıldı.  “Sinoplu’ymuş. Eşi sekiz yıl önce vefat etmiş. Kadıncağız kalbinden rahatsızmış, öyle diyorlar.” Diğer çöpçatanlardan bahsediyordu. Acaba bunlar bir tür örgüt falan mıydı? Çok ince çalışıyorlardı çünkü. Fatma teyze, ‘Bir Odamız var.’ deseydi hiç şaşırmazdım. Dünya üzerinde tek bir bekârın dahi kalmayacağı misyonunu edinen bir Oda, The Matchmaker Odalar Birliği. Orijinal olurdu doğrusu.    Tabağımdaki son keki alırken Ferih’in tabağı da gelmişti. Fatma teyze söze devam ederken ellerini birbirine vurup boğuk bir pat sesi çıkarıyordu. “Oğlunu bir gör vallahi, çok efendi. Hiç zorlamaz seni.” Ayşen teyze, kollarını göğsünde bağlayıp,  “Kısmet, bakalım…” dediğinde ağzıma attığım kek, yanlış yere gidip bir süre öksürmeme neden oldu. Serap sırtımı sıvazlarken,  “Vay! Ayşen teyze, sen de az değilmişsin he,” dedi. Annesi, Serap’a kaşlarını çattığında omuz silkti. Ayşen teyze, tabağını bitirip benim boşaltmış olduğum tabağın üstüne bırakırken Serap’a baktı.  “Çok konuşma da bize bir Türk kahvesi yap.” Annesi başıyla mutfağı gösterirken, Serap ayaklarını sürüye sürüye gitti. Ayşen teyze, Şeref tayzeye bakıp, “Sen de bize fal açarsın artık,” dedi. En sevdiğim kısım. Elimi kaldırarak,  “İlk benimkine bak ne olur Şeref teyze!” Ellerimi çenemin altında kenetledim. Yüzüme sevimli bir ifade kondurmaya çalışıp gülümsedim. Şeref teyze, başını sallayıp onaylayınca içimden ‘Yi-ha!’ dedim. Serap, kahveleri getirip servis yaptığında en arkadaki fincanı aldım. Hızla bitirip kapattığımda soğumasını bekledim. Bu arada Ayşen teyze ile Fatma teyze yarın ki pazar için sözleşiyorlardı. Kahve fincanı soğuyunca Şeref teyzenin yanına bir sandalye çekip fincanı uzattım. Şeref teyze, fincanı benden alıp yavaşça açtı. Fincanın altlığını bana verip telvenin verdiği şekillere baktı.  “Hım, kısmetlisin, bir değil tam üç kısmetin var.” Parmağıyla yan yana aynı şekli oluşturan telveye baktım. Bir anlam çıkaramadım ama başımı salladım. “Biri iyi ama ondan uzak dur. Üzülmene neden olacak. Çok üzüleceksin. Böyle geniş omuzları var, boyu uzun…” Bu tanım çok geneldi. Herkeste olan şeyler. Dudak büktüğümü görünce, “Gözleri böyle yeşil gibi, yüzü güzel,” dedi. Yeşil gözü telveden görmesi tuhaftı ama bu tanıma uyan biri vardı işte… Diğer şekli gösterip, “Bu çok saf, içinde kötülük yok ama seni kullanacak. Kullanmak zorunda…” Kaşlarını çattı. “Diğeri de sana hiç açılmayacak. Öyle uzaktan seviyor.” Emin görünmüyordu. “Bu biraz tuhaf, sanki söylemişte söylememiş gibi.” Kafam karışmıştı. Hararetli bir şekilde, “Unutmuşsun sanki. Böyle saçları siyah bir çocuk… Ama teni bembeyaz… Hım, gözleri de boncuk gibi masmavi…”   Falın bu kısmı inandırıcı değildi. Görünürde bırak üçü, bir tane bile kısmet yoktu. Fincanı biraz çevirip burnun ucuyla fincanı gösterdi. “Bak şurada da bir kurt var. Düşmanla dostunu ayırt edemiyorsun. Bak şurada da E harfi var, herkes bir isim olarak düşünür ama bu fincandan fincana değişir, buradaki vicdan azabı demektir, N harfi de gerginliğe işaret eder.” Kaşlarını çatıp elinde evirip çevirmeye başladı. “Fincanın çok karışık... Çok sıkıntıdasın. Şurada bir mantar var.” Parmağıyla gösterdiği yere baktım. Sadece kurumuş telve. “Sağlık sorunu demek, kendine dikkat et.”   Elimdeki altlığı alıp, “Bir niyet tut,” dedi. İçimden ‘Umarım Erva’yı buluruz,’ derken Şeref teyze altlıktaki telveyi fincana döküp ters çevirdi. Telvenin içindeki su, arka tarafa geçip arkasında ince bir iz bırakarak çıkıntıya kadar geldi. Durduğunda Şeref teyze izi parmağıyla alıp ağzına götürdü. “Niyetin tutacak.” İçim kıpır kıpır oldu. Her ne kadar inanmıyorum desem de Şeref teyzenin yorumları, çoğu zaman doğru çıkıyordu. Altlığa iyice bakıp iç çekti. “Aradığın bir şey var bulacaksın. Ancak bir şey de kaybedeceksin.” Parmağını telvenin çok yoğun olduğu yere doğrulttu. “Bak burada bir ihanet var. Çok güvendiğin biri seni terk edecek. Çok üzüleceksin.” Tabağı ve fincanı bana uzatıp, “Hadi git yıka da niyetin tutsun,” dedi.   Mutfağa gidip fincanla altlığı suya tuttum. Makinaya yerleştirirken söylenenlerin üzerinde fazla durmamam gerektiğini düşündüm. Ancak söyledikleri aklımın bir köşesine kazınmıştı bile. Ellerimi sandalyenin üstüne atılmış havluyla kurulayıp pencereye doğru gittim. Dışarda otuzlu yaşlarında bir kadın, elinde bir kız çocuğuyla yürüyorlardı. Kadın sıkıntılı görünüyordu. Kim bilir ne derdi vardı. Onlar gözden kaybolana kadar arkalarından baktım. Tam arkama dönüp salona geçecekken evimizin önünde bir araba durduğunu gördüm. Arabadakinin inmesini bekledim. Araba Volkswagen beetle model, kırmızı-beyaz renkliydi. Hayalimdeki araba…   Sürücü koltuğundaki kapıyı açıp indi. İnen kişi, Hira idi. Bizim eve yönelip kapımızın ziline basınca yerimde duramadım. Benden bu kadar… Başka yer mi yoktu da benim evime geliyordu? Hele o Baha! Onu pişman edecektim. Kapıdan çıkarken Serap, bana doğru koştu.  “Hey, ne oldu. Daha oturuyorduk.” Ayaklarıma pudra renkli babetlerimi geçirirken eğildim.  “Ferih burada kalsın biraz. Ev şu an onun için uygun olmayabilir.” Serap, kaşlarını çatıp ‘Neden?’ dercesine başını eğdi. Dişlerimi kenetleyip,  “O adi herif, kız arkadaşını benim evime çağırmış!” Tıslayarak konuşuyordum. Serap, terliklerini dolaptan alıp ayağına geçirdi.  “Seni pişman etmek için yapıyordur. Ben de geliyorum, birlikte yolalım şunu.” Başkası olsa beni durdurmak için elinden geleni yapardı ama karşımdaki Serap’tı ve mantıklı taraf daha çok benimdir. Hızlı adımlarla eve doğru giderken kapıda kimse yoktu. İçeri alınmıştı. Anahtarı çıkarıp kapıyı sessizce açtım. Ayakkabılarımı öylece holün ortasında bırakıp salona doğru yürüdüm. Kızın sesi, mırıltı şeklinde çıkıyordu.   “Ama çok sıkı bir şekilde korunduğunu duydum. Tehlikeli olabilir…” Arkama dönüp Serap’a sessiz olması için parmağımı dudaklarıma götürerek işaret ettim. Başını sallayarak onaylayınca dikkatimi konuşulanlara verdim. “Bir depo, daha çok yer altında iyi saklanmış bir yer ama tam adresi ne yazık ki soramadım. Çok dikkat çektim.” Sesi üzgün çıkıyordu. Buraya onun saçlarını, Baha’nın eline vermek için gelmiştim ama karşımda hiçbir şeyden haberi olmayan bir kız varken bunu yapamayacaktım. Geri dönmeyi düşünmüştüm ki Serap halıya takılıp yere kapaklandı. Başka zaman olsa bunu komik bulur gülerdim ancak şu an içerde varlığımızı bilenler varken olmazdı. Hızla toparlanıp salona geçtim. Baha ile Semih’e bakmadan Hira’ya başımı eğip elimi uzattım.  “Hoş geldiniz, ben Alya.” Uzattığım ele bakıp ayağa kalktı. Yüzünde temkinli bir gülümseme belirirken elimi tutup sıktı.  “Hoş bulduk, ben de Hira. Tanıştığıma memnun oldum.” Ben olmamıştım ama yüzüme zoraki bir gülümseme daha yerleştirdim. Baha’ya bakıp, “Arkadaşınız mı?” diye sorunca ben atladım.  “Hayır, eski sevgilisiyim ve benim evimdesiniz.” Salonun çıkışını gösterip, “Başka bir yerde konuşmanızı rica edeceğim,” derken mağrur göründüğümü umdum… 
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE