Gözlerimden yaşlar akmaya başlarken, zarfı ikiye katladım. Böyle güzel seven insanlar kaldı mı diye düşünmekten kendimi alamadım. Seni özlemekten utanmıyorum demiş mektubunda. Ağlayarak yazmış. Dünya öyle bir noktaya geldi ki, bırak ağlayarak mektup yazmayı insanlar birbirini aramaz oldu. Oysa Ali Asaf üşenmeden yazmış Elif Nur’a olan özlemini. Bir insan bu kadar güzel severken, neden ihanete uğrar? Haksızlık değil mi?
Bazı insan şanslı olur şansını fark etmez, bazı insan da şanssız doğar. Elif Nur şanslı olup, şansını kaybeden o insanlardan biri. Peki ben şimdi ne yapacağım? Acaba Ali Asaf’a gerçeği söylesem mi? Sonuçta sevdiği kadının bir başkasıyla evlendiğini bilmek en doğal hakkı. Ama işler ters giderse? Abimin başına gelen şey Ali Asaf’ın da başına gelirse. Bunun vebalini üzerime almaya hazır mıyım?
“Of. Allahım ben ne yapacağım.”
Ne yapmam gerektiğini düşündüm uzun uzun. Bu işin içinden kimse zarar görmeden nasıl çıkacağımı bulmaya çalıştım. Baktım düşünerek olmayacak evden çıktım. Arabama bindiğim gibi önce markete gittim. Evdeki eksikleri tamamlarken ne aldım ne almadım hiç bilmiyorum. Aklım okuduğum mektupta...Zihnim Ali Asaf’ta.
Marketten aldıklarımı kasada ödedikten sonra bagaja yerleştirdim. Arabaya bindiğimde yol beni nereye götürürse oraya gittim. Bilinç altımın beni getirdiği yer, mezarlıktı. Yüzümdeki buruk tebessümle arabada duran kapüşonlu ince hırkamı aldım. Hazırlıksız yakalandığım için yanımda saçlarımı örtecek şalım yoktu. Hırkayı giydikten sonra, arabada sürekli bulundurduğum su bidonunu almayı ihmal etmedim. İçi su dolu olduğundan direkt mezarlıktan içeri girdim. Attığım her adımda kalbim göğsümü delip geçmek ister gibi hızlı atıyordu.
Yan yana yatan ailemin mezarlarının önünde durdum. Mezarlarda biten yabani otları temizledim. Ellerimin toprak olması umurumda değildi. Temizlediğim mezarlara yanımda getirdiğim sudan döktükten sonra bildiğim duaları okudum.
“Bana kızmadınız değil mi? “diye fısıldadım. Annemin mezarının mermerine oturdum.
“Seni ihmal ettiğim için özür dilerim güz güzelim. “
Anneme hep böyle seslenirim. O benim için sonbaharda yapraklarını döktüğü halde güzelliğini kaybetmeyen ağaç gibiydi. Ne yaşarsa yaşasın dimdik ayakta duran ağaç. Annemin mezar taşını okşadıktan sonra babamın mezarının olduğu mermere oturdum.
“Ya sen çınarım...Sen kızdın mı prensesine? Sizsiz yapamadım burada baba. “dedim dudaklarım titrerken. “Biliyor musun baba? Bu ev siz olmadan...çok eksik. Duvarlar soğuk. Evin neşesi yok. Radyodan açtığın türküler yok. Sen yoksun. Annem, abim yok. Sen benim dağımdın baba. Annem bana kızacak ama senin yokluğun çok başka. Sen olmadan öyle savunmasızım ki...”
Gözyaşlarım yanaklarımdan süzülürken sanki yıllardır içimde biriken fırtına, dağılmak ister gibiydi. Oturduğum yerden kalkıp abimin mezarının yanına oturdum.
“Abi...bir zarf geldi bugün. Başkasına ait olan fakat benim ellerimde açılan bir zarf. İçinde koca bir hikâye vardı. Bir sevda... belki de yarım kalan bir umut. Ne yapacağımı bilmiyorum. Zarfı gönderen kişi tıpkı senin gibi asker. Seven bir asker. Zarfı sahibine götürmek istedim. Ama...Kız başkasıyla evlenmiş. Şimdi ne yapacağıma karar veremiyorum. Bir yanım doğruyu söyle dese de diğer yanım yapma diyor. Sen söyle bana, bir işaret ver abi. Ne yapayım? “dedim.
Derin bir nefes aldıktan sonra mezarlıktan ayrılmak için ayağa kalktım. Gitmeden önce ailemin mezar taşlarını öptüm. Mezarlıktan çıkarken gördüğüm yüz ile sinirlerim gerildi.
“Senin burada ne işin var? “diye bağırdım.
“Elif.”
“Sana burada ne işin var dedim.”
Tekrar yinelediğim soruyla kafasını yere eğen Dilara'ya baktım. Gözlerim istemsizce üzerindeki eski kıyafelere takıldı. Benim tanıdığım Dilara bırak eskimiş kıyafetleri giymeyi dönüp bakmaya tenezzül bile etmezdi. Belli ki hayat abime acımadığı gibi ona da acımamış. Karşımda eski hayalperest, kendini üstten gören kibirli kız yoktu.
“Sinan’ı ziyarete geldim.” dedi. Sesi içine kaçmış gibi belli belirsiz çıkmıştı. Söyledikleri istem dışı gülmeme neden oldu.
“Abimi ziyarete geldin. “dedim sakince.
Kafasını salladı.
“Sen benimle dalga mı geçiyorsun? Çık git buradan. Ben yaşadığım sürece bir daha asla abimin mezarına yaklaşmaya çalışma. Yoksa seni pişman ederim Dilara. “dedim parmağımı yüzüne doğru sallarken.
Sözlerimden sonra kafasını yerden kaldırdı.
“Ne olur...” dedi sesi titreyerek. “Elif izin ver Sinan’ın mezarını göreyim. “
“Sen abimin katili değil misin? Neden izin vereyim.” diye sordum.
Sessiz kaldı. Kolundan tuttuğum gibi geriye çektim. Dengesini kaybedip yere düşmesini umursamadım. Zamanında o da abimi umursamamıştı. Eğer beni dinleseydi, şimdi ailem hayatta olacaktı. Beni ailemden eden bu kıza acımak gelmedi içimden.
“Bir daha buraya adım atmayı aklından geçirme. Yoksa seni öldürürüm Dilara.”
“Ne olur Elif, izin ver bana. Sinan’a yaptığımın bedelini zaten ödedim. İzin ver ondan af dileyeyim. “
“Senin abimden özür dilemen onu geri getirecek mi? Ya da seni affedip affetmediğini söyleyebilecek mi abim? Hayır. O zaman bu oyunlara gerek yok Dilara. İnan senin ne yaşadığın umurumda değil. Çünkü her ne yaşadıysan, hepsini hak ettin. “dedim.
Arabaya bindiğim gibi mezarlığı geride bıraktım. Eve geldiğimde sehpanın üzerinde gördüğüm mektup ile kararımı verdim. Ali Asaf’ın sonu abimin ki gibi olmayacak. Belki üzülecek ama sonra alışacak yaşadığı ihanetin acısına. O zamana kadar alıştırarak anlatacağım Elif Nur’un yaptığını. Verdiğim kararın sonunu düşünmeden elime aldığım kâğıt, kalem ile yazmaya başladım. Parmaklarım benden bağımsız hareket ederken mektubun sonunu şöyle bitirdim:
‘Her satırımda seni sevmenin sıcaklığı var. Kalbim her an seninle atıyor, Ali Asaf. Uzaklarda olsak bile, aynı gökyüzüne bakıyoruz. Ve ben, seni beklerken her gün yeniden âşık oluyorum. Seninle bir gün kavuşacağımızı bilmek, bana güç veriyor, hayatımı güzelleştiriyor. Seni seviyorum vatanını seven güzel adam...Seni çok seviyorum.
Elif Nur ‘
Mektubu zarfın içine koymadan önce bir kez okudum. Hata mı yapıyorum diye düşündüm. Aklıma gelen Dilara ile kafamı salladım.
“Hata yapmıyorsun Elif. Sadece gerçeği söylemeyi erteliyorsun. Alıştırarak anlatmanın bir yolunu bulana kadar Elif Nur olmaya devam et.” dedim kendi kendime. Ne garip, aynı adı taşıdığım kadının yerine geçmek? Hiç tanımadığın, görmediğin birine sırf aklı kalmasın diye mektup yazmak? Çok garip. Mektubu postaya veririm diyerek bir köşeye bıraktım. Aldığım malzemeleri dolaba yerleştirdikten sonra kendime sandviç hazırladım. Yanına koyduğum meyve suyunu alarak bahçeye çıktım. Hava bugün çok güzeldi. Tam aileyle ya da arkadaşlarla aktivite yapmalık bir hava. Peki ben bu güzel havada ne yapıyorum? Elimde sandviç bahçedeki kamelyada oturmuş yalnızlığımla yüzleşiyorum. Pek çok insan yalnızlığın nimet olduğunu söylese de aslında hiç yalnız değiller.
Etraflarında iyi, kötü insan var bu sözü söyleyenlerin. Çünkü gerçek yalnızlık acıktığında seni düşünen bir annenin olmaması, canın yandığında seni yerden kaldıran bir babanın olmaması, başın sıkıştığında seni koruyacak bir abinin olmaması. İşte gerçek yalnızlık bu. Ben yalnızım...Hem de çok. Belki de bu yüzden yazdım Ali Asaf’a o mektubu. Yalnızlığıma merhem olsun diye. Onu hiç görmesem de yürekli bir insan olduğu belli. Diğer türlü Elif Nur’a kalbime dokunan o sözleri yazamazdı?
Sandviçimi yedikten sonra oturduğum yerden kalktım. Eve girdiğimde kalan işlerimi halletmeye başladım. Temizlik ve eşyaları yerleştirmeye çalışmak beni yormuştu. Yorulmuştum ama değmişti. Yüzümde işleri bitirmenin verdiği mutluluk yer alırken, terlediğim için banyo yapmaya karar verdim. Ilık duşun altında vücudum gevşerken rahatladığımı hissettim. Bir süre suyun altında kaldıktan sonra saçlarımı şampuanladım. Duş jeliyle vücudumu yıkadıktan sonra burnuma gelen hoş koku gülümsememe neden oldu. Duşakabinden çıktıktan sonra bornozu bedenime sardım. Banyodan çıkınca önce iç çamaşırlarımı, ardından kıyafetlerimi giydim.
Ilık duşun verdiği rahatlama uykumu getirse de uyumak istemedim. Şimdi uyursam akşam uyuyamam. Hava güzel olduğu için en mantıklı olanın dışarıya çıkmak olduğuna karar verdim. Üzerimdeki kıyafetler rahat olduğundan değiştirme gereği duymadım. Saçlarımı kuruladıktan sonra bağladım. Düz olduğu için şekil vermeme gerek yoktu. Odadan çıkıp, mutfağa gittiğimde termosa koymak için kahve yaptım. Yanına atıştırmalık bir şeyler almayı ihmal etmedim. Her şey hazır olduğunda artık evden çıkabilirdim. Çantamı vestiyerden alırken aklıma Ali Asaf’a yazdığım mektup geldi. Mektubu alıp çantama koydum. Arabama bindiğim gibi Urla sahiline gittim. Sahilin önüne geldiğimde benim gibi düşünen insanlar olduğunu fark ettiğimde gülümsedim.
“Anlaşılan herkes temiz havayı değerlendirmek istemiş. “
Bir elime hazırladığım çantayı, bir elime de oturmak için kamp sandalyesini aldım. Başlangıçta taşıyabileceğimi düşünsem de pek başarılı olduğum söylenemez. Elimden kayan kamp sandalyesini almak için yere eğilecekken biri benden önce davrandı. Kim olduğuna baktığımda koyu kahve saçlı, sportif biri olduğunu gördüm.
“İsterseniz gideceğiniz yere kadar size yardım edeyim.” dedi yüzündeki samimi gülümsemeyle.
“Teşekkürler ama size zahmet vermek istemem.” dedim nazik olmaya çalışarak.
“Zahmet olsaydı söylemezdim. “ dedi.
“Peki o zaman.”
Birlikte sahile doğru ilerlediğimizde denize yakın bir yere geçtik. Kamp sandalyesini benim için açtığında mahcup bakışlarla adını bilmediğim yabancıya baktım.
“Şey...Kahve içer misiniz?” diye sordum.
Sonuçta o kadar yardımı dokunmuştu. Bir kahvenin lafı olmazdı değil mi? Sorduğum sorudan sonra kararsız bakışlarla baktı yüzüme.
“Size rahatsızlık vermeyeyim.”
“Rahatsız olsaydım söylemezdim.” dedim onun gibi.
Güldü.
“Peki o zaman. “diyerek yere oturduğunda, ben de sandalyeye oturdum. Önce çantamdan çıkardığım atıştırmalıklardan uzattım... Ardından kahveyi.
“Teşekkür ederim.” dedi.
“Rica ederim.”
Birlikte kahvelerimizi yudumlaya başlarken bir yandan da sohbet etmeye başladık.
“Siz tatil için mi geldiniz? “
Sorduğum soru ile olumsuz anlamda kafasını salladı.
“Hayır...Ben askerim buraya görev için geldim.”
“Nerede görev yapacaksınız? “ diye sordum.
“Ege Ordusu İstihkam Savaş Tabur Komutanlığı. “ dedi.
“Gerçekten mi?” dedim şaşırarak.
“Evet. Neden şaşırdınız? “
“Ben de aynı askeriye ’de hemşire olarak görev yapacağım.” dedim.
“Desenize aynı geminin yolcusuyuz.”
“Görünüşe göre öyle.” dedim. Ardından elimi uzattım. “Bu arada ben Elif.”
Önce uzattığım elime baktı. Sonra nazik olmaya çalışarak elimi tuttu.
“Ben de Sinan.” dedi.
“Sinan mı? “
Sesim kısık ve durgun çıkmıştı. Abimin adını taşıyan biriyle tanışmak dudaklarımdaki gülümsemeyi silmiş yerine hüzün yerleştirmişti.
“Yanlış bir şey mi söyledim? “diye sordu.
“Hayır...Sadece aklıma abim geldi.” dedim gözlerinin içine bakarken. “Abimin adı da Sinan’dı. Sizin gibi askeriyede çalışıyordu.”
"Geçmiş zaman kullandınız." dedi.
"İnsan birini kaybedince ne yazık ki geçmişte bırakmak zorunda kalıyor."
“Ben, özür dilerim.”
“Neden özür diliyorsunuz? “ diye sordum.
“Sizi istemeden üzdüğüm için.”
“İyi de bu sizin suçunuz değil ki.”
“Olsun...Sonuçta sizi üzdüm.” dedi omuz silkerek.
Sözleri tuhaf bir şekilde tekrar gülümsememe neden olurken eski neşem yerine gelmeye başladı.
“Bakın tekrar gülümsüyorum.” dedim.
“Siz hep gülümseyin.” dediğinde yanaklarım kızarmaya başladı. Sessiz kalırken adının Sinan olduğunu öğrendiğim adam oturduğu yerden kalktı.
“Kahve için teşekkür ederim Elif. Kusura bakmazsan benim gitmem gerek.”
“Biraz daha kalsaydın? “ dedim. Gitmesini istemiyorum. Giderse, yine yalnız kalırım. Yalnız kalırsam, düşünürüm. Ve ben şuan ikisini de yapmak istemiyorum.
“İnan bunu ben de isterdim ama halletmem gereken çok önemli bir görevim var.” dediğinde tamam anlamında kafamı salladım. Sinan ile birlikte ben de ayağa kalktığımda elimi uzattım.
“Hoşça kal Sinan.”
“Kendine dikkat et Elif. Sonra görüşürüz.” dedi.
“Görüşürüz.”
Giden Sinan’ın arkasından sandalyeme oturduğumda dalgalanan denizi seyretmeye başladım. İşte yine aynısı oldu. Yine yalnız kaldım. Çevrede denizin tadını çıkaran insanlara baktığımda, gözlerimden yaş aktı. Neden ben de o insanlar gibi mutlu olamıyorum diye düşündüm. Sonra kendi düşüncemin saçma olduğuna karar verdim. Ben mutsuzum diye herkes mutsuz olacak değildi.
Bir süre daha oturdum. Denize girmemiştim ama kokusunu duymak bile rahatlamama neden olmuştu. Eşyalarımı toparladım. Arabamın önüne geldiğimde elimdeki eşyaları bagaja koydum. Emniyet kemerimi taktıktan sonra arabayı çalıştırdım. Yolda giderken gördüğüm postane ile Ali Asaf’a yazdığım mektubu vermek için durdum. Arabadan indiğimde çantamdan çıkardığım mektupla bakıştım. Adres olarak kendi evimin adresini yazdım. Şüphe etmesin diye de taşındığımızı söyledim.
“Ya elime yüzüme bulaştırırsam.”
Kendi içimde ikilemde kalırken ayaklarım benden bağımsız olarak postaneye girdi. Derin bir nefes aldım. Görevliye mektubu uzatırken kalbim yerinden çıkacakmış gibi atmaya başladı. İşlemler hallolduktan sonra aynı tereddütle çıktım postaneden.
“Sakinleş...Durumu nasıl anlatacağına karar verdiğinde bir mektup daha yazarsın. Neden bunu yaptığını da açıklarsın olur, biter. Sonuçta evine kadar gelecek hali yok. “