Aradan birkaç gün geçmişti ama içimdeki o düğüm hala çözülememişti.
Yemin töreni…
İçimde bir düğüm vardı;gitmekle gitmemek arasında kalmıştım.İki çocukla yola çıkmak,hem uzaklık hem soğuk hem hava derken cesaretimi toplamak güçtü.Hepsi birleşmiş, bir gölge gibi üzerime çökmüştü.Ama bilirdim;gözleri o kalabalıkta hep bizi arayacaktı.Onu büyüten ailesi etrafındaydı elbet,ama kendi kurduğu ailesini,bizi, en çokta beni bekleyecekti…
Çünkü ben,her zaman ona güç verirdim.Ne zaman yıkılsa,benim sesim toparlardı onu.Ne zaman kararsız kalsa,benim bakışıım cesaret verirdi.
Ve şimdi, o bakışın eksikliğini hissedecekti orada,bir kalabalığın içinde bile yalnız kalacaktı.
Akşam olup düşüncelerimle başbaşa kaldığımda,kararımı çoktan vermiştim aslında.Otogara vardığımda,gişedeki görevli son iki bileti uzattı.
Son saatti…
Son fırsat.
Kalbimin sesine kulak verdim bu kez.Mantığın hesapları değil,özlemin sesi yönlendirdi beni.
Yola çıktık;iki çocuk, bir anne,bir yürek dolusu hasretle.Yollar,birbiri ardına akıp gidiyordu camın ardından.Zaman sanki hızını arttırmıştı;çünkü biz ona gidiyorduk.
Çocukların gülüşleriyle doldu araba;yorgunluğun yerini heyecan aldı.Her kahkahalarında onun yüzünü görür gibiydim.Kalbim, saatlerdir yol alan bir otobüsün içinde değil,onun yanına koşar gibiydi.Yol uzun değildi aslında;sadece kalbimizin atışları,sabırsızlığı,hasreti uzatıyordu zamanı.O gece onu göremedik;törenin hazırlıkları ve kalabalığın karmaşası içinde bir araya gelmek mümkün değildi.
Sabahın ilk ışıklarıyla tören alanına vardık. Gökyüzü, geceden kalma bir hüznü taşıyordu sanki. Bulutlar ağırdı, yağmur ince bir tül gibi toprağa düşüyordu. Her damla, o anın anlamına dokunur gibiydi. Sanki doğa bile bu törenin ciddiyetini, bu bekleyişin ağırlığını biliyor, sessizce eşlik ediyordu.
Kalabalığın arasında, ellerimi montumun cebine saklamış, yüreğimin titremesini gizlemeye çalışıyordum. Nefesim buğulanıyor, ama içimdeki duygular daha da büyüyordu. Gözlerim kalabalığın arasından onu buldu.
Eşim…
Dimdik, gururlu, onurlu bir şekilde duruyordu. Üzerindeki üniforma, sanki onun bir parçası olmuştu; omuzlarındaki apoletler yalnızca bir rütbe değil, taşıdığı sorumluluğun, inancın ve cesaretin simgesiydi. Yağmur damlaları yüzüne değiyor, ama o kımıldamıyordu. Başını dik tutuyor, gözlerini bayraktan ayırmıyordu.
İstiklâl Marşı’nın ilk notaları yükseldiğinde kalbim yerinden çıkacak sandım. Bir anda dünya susmuştu;rüzgar bile durdu,nefesler bile titremeden bekliyordu.O an sadece o ses vardı;milletin damarlarında yankılanan o güçlü marş,bin yüreği tek kalp gibi attıran o kutsal melodi.Sanki her mısra, içimdeki bütün duyguları uyandırıyordu: gururu, korkuyu, özlemi, sevgiyi…
Gökte koca bir Türk bayrağı dalgalanıyordu;kırmızısı yağmurun altında bile sönmüyor,rüzgarla her savruluşunda kalbimin en derin yerine dokunuyordu.
Ve tam karşıda,Atamın bakışları…
O bilge bakışlarıyla tören alanına uzanıyor gibiydi.Sanki oradaydı.Sanki bu anı,bu gençleri,bu yemini gururla izliyordu.Bayrak dalgalandıkça o bakış daha da canlanıyor,sanki gökten inen bir sessizlikle birleşip bütün meydanı sarıyordu.O an içimde kelimelere sığmayan bir gurur büyüdü;
Atam izliyordu, ve biz onun emanetine sadık kalmaya söz veriyorduk.
O an sadece izliyordum, kulağım değil, ruhum duyuyordu.Bir an göz göze geldik. O kısa an, bin kelimeye bedeldi.
“Buradayım,” dedim içimden.
“O da sanki duydu,” diye düşündüm. “Merak etme, güvendeyim.”
İşte o anda fark ettim ,ben bir askerin eşiydim. Vatanına, bayrağına, görevine âşık bir adamı sevmiştim. Onun her adımında, her bakışında o bağlılığı görebiliyordum. Ve ben, o bağlılığın sessiz tanığıydım.
Yağmur dinmedi, ama kalbimde bir güneş doğmuştu. Gururun yakıcılığıyla karışmış bir sevda.
Sevmenin en derin hâliydi bu; dokunamadan hissetmek, konuşamadan anlamaktı.
Ve o sabah, yemin töreninin sessiz kalabalığında bir kadın, bir adamı değil; bir ideali, bir inancı, bir yüreği sevdi.
Marşın son notası gökyüzünde yankılandı, ardından kısa bir sessizlik çöktü meydana. Herkesin nefesi, o anın kutsallığına karıştı. Sonra alkışlar duyuldu, kalabalığın içinde karışık bir uğultu yükseldi. Anneler, babalar, eşler… Her biri gözyaşını saklamaya çalışıyor ama başaramıyordu;benim de başaramadığım gibi.Bir törenin değil,bir inancın tanığı olmuştuk hepimiz.Ve ben o kalabalığın içinde sadece bir asker eşi değil,bu toprağın hikayesine yazılmış bir cümle gibi hissediyordum kendimi.
Yağmurun yüzümde bıraktığı izler artık yalnızca yağmurdan değildi. Her damla, içimdeki taşkın duyguların sessiz bir yankısıydı.
Kalabalığın arasından onu aradım; tek tek yüzlerin arasında, gözlerim yalnızca birini tanıyordu.
Ve sonunda… gördüm.
Yavaşça yürüyordu, omuzları dik, adımları kararlıydı. Etrafındaki herkes alkışlarken, ben nefes bile alamıyordum.
Yanıma yaklaştığında zaman bir an durdu.
Yağmur, rüzgâr, kalabalık… her şey silindi sanki.
Sadece o kaldı.
— “Geldin,” dedi, sesi yumuşak ama içinde bir titreme vardı.
— “Geldim,” dedim, fısıltıyla. “Gelemezdim sandım ama dayanamadım.”
Birbirimize baktık. Konuşmaya gerek yoktu. O bakışta söylenmemiş yüzlerce kelime gizliydi: özlem, gurur, korku, sevgi… Hepsi aynı anda.
Elimi uzatmak istedim, ama etraf kalabalıktı. Sadece parmak uçlarımız birbirine değdi.
O an kalbim, sanki bütün yeminlerin, bütün duaların içinde yer buldu.
— “Gurur duyuyorum seninle,” dedim.
O başını hafifçe eğdi, yüzünde belli belirsiz bir tebessüm belirdi.
— “Bu sadece benim değil,” dedi, “senin de yeminindi.”
Sözleri kalbime kazındı.Bir asker gibi dimdik duran adamın ardında, sessizce dua eden bir kadın vardı ; ve ben, o kadındım.
Yağmur dinmişti. Gökyüzü biraz açılmış, bulutların arasından solgun bir güneş sızmıştı. O an biliyordum: hayat kolay olmayacaktı. Uzun geceler, uzak mesafeler, sabırla örülü bekleyişler olacaktı.Ama biz bu yağmurun altında birbirimize söz vermiştik ; kelimelerle değil, bakışlarla.
O gün, bir tören bitmişti belki.
Ama bizim hikâyemiz, tam o anda başlamıştı.
Veda Sabahı
Ertesi gün, gerçek vedaların zamanı geldi.
Hava griydi; gökyüzü sanki bizimle birlikte susuyordu. Rüzgâr, durakta bir bayrağı yavaşça sallıyor, otobüslerin egzoz dumanı havada ağır ağır yayılıyordu.
İçimde tarifsiz bir sızı vardı;ne bir kelimeyle anlatılabilirdi, ne de susturulabilirdi.
Eşim valizini bagaja koyarken ben sadece izledim.
Adımlarını saydım, nefes alışını dinledim, sesini belleğime kazımaya çalıştım. O an, her saniye kıymetliydi; çünkü biliyordum, birazdan sessizlik kalacaktı.
Sanki yüreğimden bir şey koptu.Küçük bir parçam onunla birlikte yola çıkacak, Isparta yollarında, bir kış sabahının soğuğunda onun cebine sığınacaktı.
Görüşmemiz için yalnızca on dakika vardı.
On dakika…
Bir ömrün özetiydi o kısacık zaman.Konuşamadık pek; kelimeler birbirini itiyordu, boğazıma düğümleniyordu. Onun gözlerinde hem gurur hem endişe vardı, benimkilerdeyse sadece sevgi ve teslimiyet.
— “Kendine dikkat et,” diyebildim.
Sadece bu kadar.
Ama o üç kelimenin içinde binlerce anlam gizliydi.O an gözlerimiz dolu bir şekilde vedalaştık.Otobüsün kapısı kapandığında,içimde bir şey sustu.Motor sesi duyulduğunda,kalbim o sesle birlikte titredi.Otobüs hareket ettiğinde cesaret edip arkama dönüp bakamadım bile.Sanki göz göze gelsek,bütün gücüm orada kalacaktı;çünkü kendimi biliyordum, o bir bakış,kalbimde ne kadar sabır varsa hepsini dağıtacakatı.
Kendime sessizce fısıldadım:
“Bakma…çünkü her bakış biraz daha yakar.”Oysa içimdeki ses,son bir kez görmek için haykırıyordu.Ama baktığım an gözlerimdeki yaşlar onu uğurlamak için değil,geri çağırmak için olcaktı…Ve o sabah,kalabalığın arasında bir kadın sessizce kendi içinden geçti;bir yolun başında değil,bir bekleyişin tam ortasında.