Sokağın ucunda farların solgun ışığı yavaşça süzüldü.Camın buğusuna bastırdığım ellerim titredi.İçimdeki sessizlik bir anda yerini kalp atışlarımın uğultusuna bıraktı.Otobüs durdu kapı aralandı.Ve ben, nefesimi tutarak o anı izledim.
Adımları yorgundu.
Omzundan sarkan çantasında ayların ağırlığı, yüzünde yol yorgunluğuna karışmış binlerce düşünce vardı.O, bana doğru değilmiş gibi yürüyordu; belki hâlâ inanamıyordu bu kavuşmaya, belki de her şeyin hâlâ bir rüya olduğunu sanıyordu.Ama ben o an biliyordum: dünya bir anlığına yerinde durdu.
Kapı aralandığında nefesim kesildi.
O an, dünyadaki tüm sesler sustu; sadece kalbimin uğultusu vardı, ve adımlarının ritmi…
Yorgun gözleri bana değdiğinde, ayların, yorgunluğu, mesafelerin ağırlığı, hepsi bir anda eriyip gitti.Sanki zaman, bizim için duraksadı; bir anlığına geçmiş ve gelecek aynı noktada buluştu.Ellerimiz birbirine değdi. İlk dokunuş, uzun bir bekleyişin sessiz çığlığıydı.
Çantası hâlâ omzunda, ayakları hâlâ yorgun, ama o an dünyadaki tüm yükler hafiflemişti.
Gözlerimiz birbirine kenetlendi; kelimeler anlamsızlaştı, çünkü kalplerimiz zaten birbirini duyuyordu.
“Gel,” dedim, sesi neredeyse fısıltı kadar ince, ama içinde tüm özlemlerimizi taşıyan bir çağrıyla.O da titreyen bir gülümsemeyle yaklaştı.Sarılmak, iki yılın özlemini, iki çocuğun sessiz sorularını, yaşanmış tüm yalnızlıkları tek bir nefeste eritti.Camdan süzülen ışık, bu sessiz kavuşmayı aydınlatıyordu;yorgunluğun, hasretin ve sabrın karşılığını veren bir ışık.
Ve o an, dünyada yalnızca biz vardık;zaman geri çekilmiş, hayat ise yeniden nefes almaya başlamıştı.İçimdeki fırtına dindi.Her şey yerli yerine oturdu.
Ve ben, o gün anladım ki; sabır, bekleyiş ve sevgi, en ağır yükleri bile taşıyacak kadar güçlüydü.
O evde olduğu sürece,nefes almak bile daha kolaydı.Sesinin yankısı,adımlarının ağırlığı,kapıdan girerken getirdiği o güven duygusu…Hepsi birer temel taşıydı evimizin.Onun varlığıyla duvarlar daha sağlam,nefesimiz daha derindi.Sanki kalbimizin etrafına görünmez bir sığınak örülüyordu.Ama o gidecekti…ve ben biliyordum,o an evimizin temeli sarsılacak,çatı yerinden kalkacak,yağmurla soğuk hava doğrudan üzerimize çökecekti.
O gece uyuyamadık.
Kelimeler değil,sessizlik konuştu aramızda.İlk kez birbirimizin gözlerinden bakışlarımızı kaçırdık.Çünkü bakarsak,kırılacağımızı biliyorduk.Güçlü kalmaya çalışıyorduk; o benim için,ben onun için.Ama beceremedik.Çünkü biz birbirimizi fazlasıyla tanıyorduk.Sessizliğin içinde yankılanan bir geçmiş vardı;yaşanmış,yıpranmış,ama hala sevgiyle dokunulan bir geçmiş.
Sabaha kadar sustuk.
Ve o suskunlukta binlerce cümle gizliydi:vedanın ağırlığı,sevgimizin çaresizliği,dayanmanın sessiz isyanı.Birbirimize bakmadan aynı anda aynı şeyi düşündük:
“Keşke gitmek bu kadar gerekmeseydi.”
Ama bazen sevmek,kalmakla değil, gitmekle sınanır…
Ve biz o sınavın en sessiz yerindeydik.
Sabah olduğunda, pencerenin önünde gri bir ışık süzülüyordu.
O ışık, geceden kalan sessizliği nazikçe kaldırıyor, eşyaların üzerine yorgun bir gün gibi seriliyordu.
Masada iki fincan çay...
Birinin dumanı çoktan sönmüş, diğeri hâlâ tütüyordu; tıpkı bizim gibi — biri gitmeye, diğeri kalmaya mahkûmdu.
O, çantasını hazırlarken, ben göz ucuyla onu izledim.
Her hareketi, belleğime kazınan bir hatıraydı.
Gömleğini dikkatle katlayışı, parmaklarının titrek sabrı, defalarca açılıp kapanan çantanın fermuarı…
Sanki her şey, bir daha yaşanmamak üzere yapılan küçük vedalardı.
Bir ara durdu.
Ellerini dizlerinin üzerinde birleştirdi, başını eğdi.
O an içimde bir şey kırıldı.
Yanına gittim, hiçbir şey demeden omzuna dokundum.
Sadece baktı, o bakışta hem gurur vardı hem korku, hem veda hem de kalma isteği.
“Gitmek zorundayım,” dedi sonunda.
Sesi öyle kısık, öyle kırıktı ki, cümlesi odanın içinde yankı bulmadan dağıldı.
Bir yanım “Kal” demek istedi,
ama dudaklarım kıpırdamadı.
Çünkü biliyordum ;o gitmezse, bir başkasının oğlu, bir başka evin bekleyeni olmayacaktı.
Ve onun kalbi, başkalarının yüküyle sızlayacaktı.
Kapıya kadar yürüdük.
Küçük oğlum uykusundan uyanmış, sessizce ayaklarıyla yere vuruyordu.
Kızım, elinde oyuncak bir yıldızla babasına bakıyordu.
O an, zaman bir kez daha durdu.
Küçük ellerin arasında sıkışan o yıldız, gökyüzündeki hilalin altındaki tüm duaları taşıyordu sanki.
O eğildi, çocuklarının alnına uzun uzun dokundu.
Sonra başını kaldırıp bana baktı,
hiçbir söz gerekmedi.
Çünkü bazı vedalar kelimelerle değil,
kalplerin birbirine bıraktığı sessiz yankılarla yaşanır.
Kapı kapandığında evin içi bir anda soğudu.
Sanki bütün sıcaklık onun omzuyla birlikte dışarı çıkmıştı.
Perdeleri araladım.
Giden bir askerin adımlarını izledim
ve o adımlar uzaklaştıkça, içimde bir dua büyüdü:
“Allah’ım, onu koru… Çünkü benim nefesim, onun nefesiyle tamam.”