5.BÖLÜM

773 Kelimeler
5. BÖLÜM – Kor Ateşin Gölgesinde Amcam konağa girdiğinde sesi taş duvarlarda yankılandı: “Boran!” Öyle sertti ki sesi, hepimiz olduğumuz yerde donup kaldık. Ne olmuştu böyle? Babam endişeyle birkaç adım atarak sordu: “Ne oldu abi, niye bağırıyorsun?” Amcamın bakışları, babamın üzerine bir öfke gibi çöktü. O bakış, içimize buz gibi bir şey bıraktı. Sanki babam suçluymuş gibi... “Boran’ı gören oldu mu, saat dörtten sonra?” diye kalabalığa bağırdı. Herkes susmuştu. Merak ve tedirginlik iç içe geçmiş, gözler gözlerde cevap arıyordu. O sırada Avşar Hanım endişeyle öne atıldı: “Oğlum nerede, Fatih Ağa?” Amcam elini saçlarının arasına götürüp başını geriye itti. Gözlerinde koca bir bilinmezlik: “Bilmiyorum hanım. Eve gitmesini söyledim. Evrak vardı, onu çalışma odasına bırakacaktı. Odasına baktım, evrak masanın üzerinde… ama beyefendi ortada yok.” Sözleriyle birlikte konağa kor gibi bir sessizlik çöktü. Ardından kadınların ağıtları havayı çırpmaya başladı. Avşar Hanım dizlerinin üzerine çöktü, sonra yere yığıldı. Ellerini başına vurarak ağlıyordu. Acı her yerdeydi, ama ondan yükselen çığlık bambaşkaydı. Ve ben… yalnızca izliyordum. Nereden bilebilirdim ki asıl yanacak olan ben olacaktım… Kadınlar hemen yanına koştu, erkekler konağın iç tarafına yöneldi. Acı bile ayrılmıştı bu konakta; kadınlar bir yanda, erkekler bir yanda. Biz de babamın peşinden diğer salona geçtik. Babaannem düşünceliydi. Gözünü gelininden ayırmadan, sesi kısık ama kararlı bir tonla konuştu: “Ağlama. Ağa karısı ağlamaz. Kaldır kendini, dik dur. Boran’ıma kim ne edebilir? Kötü düşünme.” Gelin ve görümce göz göze geldi. Sessizlik... Sonra babaannem sert sesiyle emir verdi: “Yemek hazır mı kızlar? Sofrayı kurun.” Hepimiz ne demek istediğini anlamıştık: düzen dağılmasın. Kadınlar usulca sofrayı kurdu: “Buyurun, hanım ağam.” Sofraya oturduk ama lokmalar boğazımızda dizili kaldı. Avşar Hanım’ın gözlerindeki alev, herkese bulaşmıştı. O bilinmezlik, ciğeri kemiren bir zehir gibiydi. Yemek sonrası herkes sessizce odalarına çekildi. Babamla konuşmak istiyordum ama zaman olmamıştı. Üstelik bu kargaşa… “Gençtir,” dedim kendime. “Arkadaşlarıyla buluşmuştur. Telefonun şarjı bitmiştir belki.” Saat henüz 19.30’du. Odamda oyalandım. Sosyal medyada gezinip birkaç video izledim ama içimdeki boşluk dolmadı. Bu kadar kalabalık bir konakta bu sessizlik... tüyler ürperticiydi. Berivan Abla’yı sormak geçti aklımdan ama çok meraklı görünmek istemedim. Kızılcık’ın yanına gitmeye karar verdim. Dolaptan bir hırka alıp sessizce çıktım. Merdivenlerden inerken mutfaktan kadınların fısıldaşmaları kulağıma çalındı. Rahatsız etmeden dışarı süzüldüm. Ahıra vardığımda Kahya Ahmet Efendi atları besliyordu. “Merhaba Ahmet Bey,” dedim hafifçe gülümseyerek. “Bu saatte ne işin var burada kızım? Tek başına geldin?” “Kızılcık’la biraz vakit geçireyim dedim. Konağın havası ağır.” Kızılcık’ın kulübesine yürüdüm. “Kızılcııık…” diye sevecen bir sesle seslendim. Hemen bana döndü, hırıltılı sesiyle yaklaştı. Başını uzattı. Elimle boynunu okşadım. O an, göz göze geldiğimizde... dünya bir anlığına sustu. Onun gözlerinde tarifsiz bir huzur vardı. Bir süre sonra konağa döndüm. Hâlâ Boran’dan haber yoktu. “Belki sadece geç kalmıştır,” dedim kendime. Ama içimde bir şeylerin koptuğunu seziyordum. Duş alıp yatağıma uzandım. Göz kapaklarım ağırlaşmışken… O lanet ses geceyi yırtarak geldi: Bir silah sesi. Yatağımda doğruldum. Gözlerim karanlığa alışmaya çalışırken dışarıdan bağırışlar, çığlıklar yükseldi. Konağın sessizliği cehenneme dönmüştü. Titriyordum. Aşağı inmeye korkuyordum. Ama merak... yerimde durmamı engelliyordu. Perdenin arkasından balkona süzüldüm. Konağın avlusunda takım elbiseli adamlar vardı. Ellerinde silahlarla bağırıyorlardı. Korkuyla üstüme bir şeyler geçirip aşağı indim. Yaklaşarak dinlemeye koyuldum. Adamın biri öfkeyle bağırdı: “Boran, kardeşimi kaçırdı! Nerede olduğunu söyleyin! Yoksa parçalarını bile bulamazsınız!” Kanım dondu. Bu ne öfkeydi? Bu ne delilikti? Dedem araya girdi: “Oğlum, vallahi biz de bilmiyoruz. Dünden beri yok.” Ama adam dinlemedi: “Karar belli, Haşmet Ağa. Ya oğlunun yerini söylersin ya da Gülperi’yi alır gideriz.” Gülperi? Adını duyunca içim buz kesildi. Ne alakası vardı? Gözüm babamı aradı. Onu görünce yanına koştum. Hemen beni arkasına aldı. Sanki, “Bu pislik sana bulaşmasın,” der gibiydi. Kollarıyla sardı beni. “Gülperi küçücük kız, daha on iki yaşında!” dedi çaresiz bir kadın sesi. O sırada bir adam öne çıktı. Göz göze geldik. İçimde bir şeyler kırıldı. Babam eğilip fısıldadı: “Çabuk odana çık. Kimseye görünme!” “Baba, neler oluyor?” diye fısıldadım ama... Adam yaklaştı. “Gülperi küçük olabilir... ama senin kızın büyümüş, Halil Ağa.” Yüzüme dik dik baktı. İçimden bir ürperti geçti. “Çek bakışlarını kızımdan! Yoksa alırım canını!” diye haykırdı babam. Adam alaycı bir kahkaha attı. Sonra... aniden kolumdan tuttu ve beni sürüklemeye başladı. “Baba! Yardım et!” diye çığlık attım. Babam iki adam tarafından tutuluyordu. Birinin elinde silah, diğerinin kollarında kıskıvrak. Silah sesleri havaya karıştı. Konağın her yanı namlularla çevrilmişti. “Kızım! Korkma! Kızım!” diye bağırıyordu babam. Dedem öne çıktı. Sesi titriyordu: “Kızı bırakın. Konuşalım. Akşam aşireti toplayalım.” Ama artık çok geçti. Gözyaşlarım yanaklarımı döver gibi süzülüyordu. Ve dünya, içime doğru yıkılıyordu…
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE