4

1563 Kelimeler
4 Enkazın orta yerinde yaşamak bizim neslimiz için normaldi. Mutsuz insanlar, savaşlar, kan, yıkım… Pes edenlerin hayatta kalamadığı bir ülkede büyümüştüm. Ağlamaktan harap olsam da, çaresizliğin pençesinde kıvransam da kaldırımın orta yerinde de bir çiçek yeşerebilirdi. Ölümlerin ortasında yeni bir hayat can bulabilirdi. Yatakta oturmuş boş bakışlarla duvarı izlerken kaldığım odanın kapısına vurdu biri. Cevap vermedim. Kimseyi göresim yoktu ya, bir önemi de olduğunu sanmıyordum. Çok geçmeden kapıyı aralayıp başını içeri uzatan Akın “selam” dedi. “Müsait misin? Gelebilir miyim?” Omuz silktim. Bozuk bir plak misali aynı yerde takılıp kalmıştım. Kapıyı usulca kapatıp geçip yatağın kenarına, karşıma oturdu. Bağdaş yaptığım bacaklarımı biraz daha kendime çektim. “Aslında abim seninle konuşmaya gelmiş ama uyuyormuşsun.” Elini kolunu nereye koyacağını, ne diyeceğini bilemiyor bir hâli vardı. Demek üstümü örten Kutan’dı. O daha sessiz, sakin görünüyordu. Eskiden, hayal meyal hatırladığım günlerde bile hep olgunluğuyla yer etmişti zihnimde. Akın haşarı bir çocuktu. Diğer yandan çok okurdu da, defalarca kez okumaktan yıprattığı kitaplarıyla dolu büyük bir kitaplığı vardı. Çok da zekiydi. Okula gitmeye bayılırdı. Bana bakarken göz bebekleri titriyordu. “Çok… Çok büyümüşsün Tamay.” Bakışlarını kaçırıyordu ama ağlamaklı ifadesini gizlemiyordu. İşaret parmağının eklemiyle burnunun ucuna dokundu. Zamanın, onca yılın ağırlığı aramıza çökmüştü. “Büyüdüm” derken sesim çatlamıştı. Dudaklarımı birbirine bastırdım. Bulunduğum duruma nefret doluydum, onlara öfkeliydim ama içimi kemiren merakı da bastıramıyordum. Cevabını hiç bilemeyeceğimi sandığım sorularla geçmişti yıllar. En çok canımı yakan soru dilimden dökülemese de kafamda dönüp duruyordu. ‘Annem beni neden hiç sevmedi?’ İnsan böyle bir soruya sıkışır kalır mıydı bunca zaman? Ben kalmıştım. Durup durup, dönüp sormuştum geride kalan olmanın kırgınlığıyla. Gözyaşlarım sel olmuştu, öyle ki bir daha ağlayamam sanmıştım. “Artık bana abilik yapmanız için çok geç olacak kadar büyüdüm.” Babam iyi bir adamdı, bana annemin yokluğunu hissettirmemek için elinden geleni yaptığı olurdu ama o da eşi tarafından terk edilmenin, iki oğlundan uzak kalmanın acısında kaybolur giderdi sıklıkla. “Ya siz…” Elimle yüzümü, akan burnumu sildim. Zaten iğrenç haldeydim. “Siz beni burada ne kadar tutabileceksiniz ki?” Cama vuran yansımam bile rezil rüsva durumdaydı. “Sence siz bana iyilik mi yapıyorsunuz?” Bir dokun, bin ah işit misali dökülüvermiştim. “Ne olursun ya” dedim çaresizlikle. “Ne olursunuz bırakın gideyim evime.” “Olmaz Tamay.” Yüzü utançla eğilse de bir saniye düşünmemişti reddetmek için. “İnadına bir son ver.” Burnumu çekip gözlerimi silerken sessiz kaldım. Dinlemiyorlardı ki beni. Boynumu büküp yüzüne baktım. “Olmaz. Gidip kendi mezarını kazamazsın.” Omuzlarım düştü. “Bak, gel bir şeyler ye. Ural’ın huyuna gidersen bu kadar ters bir adam değildir. Sadece…” Sözünü kestim. “Yeter.” Başımla kapıyı işaret ettim. “Çıkar mısın, uyuyacağım.” Ben de saf saf birinin belki beni anlayacağına inanmıştım. Bir noktada makul insanlar olabileceklerine ihtimal vermiştim. Olduğu yerde oturmaya devam edince arkama dönüp uzandım. Gözlerimi kapattığım an yeni sıcak yaşlar dökülmeye başlasa da pes etmemekte kararlıydım. Elinin gölgesini omzumda hissettim. Bana çok yakındı ama değmiyordu. Çok geçmeden ağırlığı yataktan kalktı. İki gün boyunca defalarca kez birileri gelip gitse de yüzlerine bakmamak veya herhangi bir tepki vermemek konusunda ısrarcıydım. Mecburi durumlar dışında yataktan kalkmayışımdan ötürü kaslarım, kemiklerim ağrı içindeydi ve sıkıntıdan patlıyordum. Ayrıca bütün gün yatan birine göre fazlasıyla yorgundum. Leş gibi kokumu artık alamıyor olsam da pisliğimden aşırı rahatsızdım. Açlıktan mideme kramplar giriyordu. Bu sürdürülebilirliği olmayan tavrıma ne kadar daha devam edebileceğimi bilmiyordum. Arada dalıp zaman mefhumumu yitirdiğim uykularımın birinden gürültüyle uyandırıldığımda kaşlarımı çattım. Ne döndüğünü anlamak için başımı çevirdiğimde içeri masa, sandalye yerleştiren adamları gördüm. Ardından yemek dolu tepsiler geldi. Oda buram buram yemek kokusuyla dolarken yatakta doğruldum. Uzun sayılabilecek masanın üstü çabucak dolmuştu. Yemeklerin çoğunun dumanı üstünde tütüyordu. Gözlerimi ovuşturdum. Açlıktan rüya mı görüyordum? Fakat bir rüyaya göre fazla gerçekçiydi. "Günaydın." Duyduğum sesle ellerimi gözlerimden çektim. Ural kapının önünde dikilmiş bir eli kumaş pantolonunun cebinde diğer eliyle çalışanlara çıkmalarını işaret ediyordu. Yalnız kaldığımızda kapıyı kapatıp iki sandalyeden birine rahat bir tavırla kuruldu. Uzun bacaklarından birini diğerinin üstüne atıp arkasına yaslandı. "Ne yapıyorsun şu an?" Örtüyü üstümden tekmeleyerek ittim. O yatağın diğer ucunda oturmuş beni izlerken rahatsız olmuştum. Beni baştan aşağı süzdü. Çatalının ucuna taktığı köfteyi ısırıp ağır ağır çiğredikten sonra mest olmuş ifadesiyle "ımm" sesi çıkardı. Yarım köfteyi bana gösterirken "leziz" dedi. "Aşçılarımız gerçekten iyi." Yatak başlığına yaslanıp kollarımı göğsümde birleştirdim. "Senin işin gücün yok mu? Niye böyle şeylerle uğraşıyorsun?" Sanırım Shaun gerçekten boş işlerle meşguldü, hiçbir başkan vekilinin bu kadar boş vakti olması alışıldık bir durum değildi. Dilini damağına vurarak "Nt" sesi çıkardı. "Benim işim gücüm sensin." Bir yandan yemeye devam ediyordu. "Köfte mi sevmiyorsun? Pilav da çok iyi. Çorba sıcak..." "Dalga mı geçiyorsun?" "Yoo." Çorbasını karıştırdı. Boğazını temizledi. Sahiden fazlasıyla ciddiyet içerisindeydi. "Sen yemek yiyene kadar bu masa buradan kalkmayacak. Ama dersen ki ben keçi inadımı sürdürmekte kararlıyım, aklım da başıma gelmeyecek, o zaman ben de bu işi güzellikle çözemeyeceğimizi kabulleneceğim." Hiçbir şey söylemedim. Kalan azıcık enerjimi de onunla tartışmak için harcayamazdım. Zaten gözlerimi bile zor açıyordum. "Masaya gel." Göz devirdim. Kendimi geri yatağa bıraktım. "Tamay..." Parmaklarını masaya vuruyordu. "Serumlarla mı yaşamak istiyorsun?" Yine sinirlenmeye başlıyordu, sözünü geçiremediği an öfke tohumları filizleniyordu. "Gel şuraya." Duymazdan gelmek kolaydı. Yeterince içime kapanmıştım. Yine de adım sesleriyle irkildim. Niye üstüme geliyordu? Birden kendimi onun kolları arasında havada bulduğumda şaşkınlıktan çığlık dâhi atamadım. Dudaklarım aralandığında yüzüm onunkine öyle yakındı ki o "iyi madem" diyene kadar benim için zaman durmuştu. Birkaç uzun adımda sandalyesine dönüp oturmuş, beni de dizine oturtmuştu. "Sen manyak mısın?" Kalkmaya çalıştım fakat belimi sıkıca kavrayan eli, bacaklarımı sıkıştıran bacakları buna engel oldu. "Sana güzellikle yemen için şans verdim. Çocuk gibi davrandığın müddetçe çocuk gibi muamele göreceksin." Diğer çorba kâsesini önüne çekip bir kaşık aldı. Kaşığın altında kalan fazlalığı kâsenin kenarına sürterek alırken "aç ağzını" dedi. "Ural saçmalama. Bırakır mısın?" Kaşığı dudaklarıma uzatırken beni tutmakta hiç zorlanmıyordu. "Yemeden bırakmayacağım. Aç ağzını." Kolunu tutmaya çalıştığımda elini uzaklaştırarak çorbayı dökmeme izin vermedi. "Yakacaksın ikimizi de. Uslu dur. " Başka bir çözüm ihtiyacıyla tabağa uzandım. "Şşt, şşt". Belimden biraz daha çekerek bedenlerimizi iyice yapıştırdı. "Bu yemek dökülürse ya da soğuyup yenmeyecek hâle gelirse çalışanlara sesleneceğim. Yenisini getirecekler. Bunu kaç kez tekrarlarsan tekrarla aynısı olacak." Ben ona dik dik bakarken kaşığı yeniden ağzıma uzattı. "Şimdi aç ağzını." Çalışanların bizi bu halde görmesi fikrinin utancıyla yüzüm kıpkırmızı kesilmişti. Boynuma kadar cayır cayır yanarken yeni bir yenilginin nefretiyle "tamam" dedim. "Tamam, lanet olsun. Yiyeceğim. Kendim yerim. Bırak kalkayım." Dudakları yukarı kıvrıldı. "Sen o şansını kaybettin kâküllü. Böyle söz dinlemeyi öğreneceksin." Ural Buradaydı. Kollarım arasında olmasını hayal dâhi edemeyeceğim kadın bana nefretle baksa da buradaydı işte. Yıllar önce, ikimiz çocukken ona bakarken kalbim titrer, içimde bir yer üşürdü. On beş senede çok şey değişmişti. İki yıl öncesine kadar ara ara aklıma düşerdi ama çocukluk anılarıma özlem sanırdım adını andıkça kanayan yarayı. Öldü mü kaldı mı bilmediğim kız çocuğuna koparamayacağım bir bağ beslediğimi ancak onu televizyonda yeniden gördüğümde anlayabilmiştim. Bu yıllarca gökyüzü görmemiş bir mahkumun güneşe kavuşması misali bir heyecandı. Çıktığı kürsüde gür sesiyle haykırıyordu. "Parçalanmış Nocrannia'nın karanlık geleceği karşısında, her bireyin özgürlüğü ve insan hakları adına her birimizin insani görevleri doğrultusunda yapması gerektiği gibi sesimi yükseltme zorunluluğu duyuyorum. Bu tiran rejiminin tek sonucu ekonomik yıkım ve toplumsal çürümeyle değil; aynı zamanda insan ruhunun en temel haklarını, düşünce ve ifade özgürlüğünü, hatta kişisel yaşam alanlarını da yok ediyor, etmeye devam edecek. Şeytanı deviremedik maalesef. Şeytan bir suret değil, bu otoriterliği savunan fikirlerin bütünüdür." Kalabalıktan kopan alkış tufanıyla daha büyük bir tutkuyla devam etmişti sözlerine. Başkanın ofisindeki herkesin hipnotize olmuş şekilde onu dinlemesini sağlayacak kadar güçlü bir hitabete sahipti. "Bugün burada, devletin tüm gücünü kendi çıkarları için kullandığı bir rejimde yaşamamız, insanlık tarihinin en büyük trajedilerinden biridir. Bu rejim, toplumları köleleştiren ve bireyleri devlete bağımlı hale getiren bir yapıdır. Tüm bu baskılara rağmen, bilinmelidir ki, hiçbir hükümetin, hiçbir diktatörün, bir insanın doğuştan sahip olduğu özgürlüğü yok saymaya hakkı yoktur. Birey, devlete karşı değil, kendi yaratıcılığı ve emeğiyle özgürdür." Arkasındaki büyük Brocha bayrağı da tıpkı koyu renk saçları gibi rüzgârla dalgalandı. "Bundan sonra hepimize düşen, bu despotizmi aşmak, özgürlüğü ve adaleti yeniden tesis etmek için birlikte mücadele etmektir. Her birimizin kendi kaderini tayin etme hakkına sahip çıkmalıyız. Ancak o zaman gerçek özgürlük ve refah mümkün olacaktır." Gençti, bedeni ufaktı ama büyük cümleleriyle, dik duruşuyla bütün heybetini yansıtıyordu. Kürsünün önüne çıktı. Ceketinin önünü birleştirdi. "İnsanca yaşayacağımız bir dünya için, Brocha'nın yeni sözcüsü olarak kanımın son dakikasına kadar mücadele edeceğime söz veriyorum." Şimdi kucağımdaki bu kuş kadar bedenin böylesine güçlü olması hayret edilesiydi. Bitap düşmüştü, açlıktan gözlerini açamıyordu ve hatta bugün lavaboya giderken sendelediğini, duvara tutunduğunu görmüştüm. Buna rağmen tek lokma yememeye and içmişti. Pes etmeyeceğini anlayınca artık iş başa düşmüştü. Kalp atışlarımı duymasından çekiniyordum, benim kucağımda, ellerimden yememek için kendisinin yiyeceğine de emindim ama bırakamamıştım. Çorbayı dökmeye kalktığında yakacaksın ikimizi de demiştim ama ben zaten yanmıştım çoktan. Bir kaç kaşık çorba içtikten sonra yeniden hareketlendi. Gözleri sürekli kapıda, yüzü kıpkırmızıydı. "Doydum, yeter." Bir kâse çorbayı bile bitirmemişti henüz. Kaşığı yeniden ana uzattım. "Sağır mısın be adam? Doydum diyo..." Kaşığı dudakları arasına sokmamla cümlesi yarım kaldı. "Imm..." Elini yelpaze gibi sallarken kaşları çatılmıştı. "Yandım ya. Hay senin zorbalığına..." Çorba hâlâ sıcaktı. Dikkatsizliğime kızdım. Bütün odağım oydu halbuki. Önüne bıraktığım suyu iki eliyle kavrayıp kana kana içti. Dolgun dudaklarına, yüzüne renk gelmişti. Ben dalmış onu izlerken boğazını temizledi. Yine kıpkırmızı kesilmişti. O an dudaklarına takılıp kaldığımı fark ettim. Gözlerimi o daha fazla utanmasın diye kaçırsam da aklıma vişne dudakları düşmüştü bir kez. Bu kadının yokluğuyla uykularım haramdı ama varlığı da bana bir sınavdı. Ve ben aslında bu sınavdan gönüllü olarak kalmıştım.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE