7
Köşkün idare kanadına geçerken Bahadır elindeki tabletten bana günün planını sunuyordu fakat aklım iki gündür yatağından çıkamayacak kadar hasta olan Tamay'daydı. Geldiğinden beri işleri hiç olmadığı kadar boşlamıştım. Artık Başkanın gözüne batmaya başlayınca eski tempoya geri dönmüştük ama doğrusu odaklanamıyordum pek. "Strateji ekibiyle dış ilişkiler raporu ve ekonomik göstergeler üzerine yapılacak toplantınızın ardından Lumenesa elçisiyle görüşmeniz var. Gündem sınır güvenliği ve su krizi, görüşme notlarınızı ve diplomatik yazışmaları size aktardım."
Biraz daha toparlamış mıydı acaba? Annesinin ölüm haberinin onu bu kadar yıkması beklenmedikti. Günlerce düzgün beslenmeyişi, sabah ayazında odasının camını açması ve yağmurda kalması üstüne zayıf düşen bünyesine aldığı kötü haber son darbe olmuş olacak ki ağır bir grip geçiriyordu.
Bilinci yarı kapalı, ateşi yüksekti. Acı içinde inliyor, gece boyu defalarca kez uyanıyordu. Kutan pişmanlıktan kendini yerken bir de Akınla tartışıp durduklarından ikisini de köşkten göndermiştim.
Sabah hemşirelerden biri onunla ilgileniyor, gece uykuya daldığında da ben başında bekliyordum. Birkaç saatlik uykuyla geçirdiğim çok geceler olmuştu. Ama ilk kez saatler nasıl geçiyor da güneş doğuyor anlamıyordum. Çalışmaya düşkünlüğü bilinen tam bir işkolik olan ben Tamay’ın yanından ayrılmamı gerektiren her şeyden nefret eder olmuştum. “Öğle aranızı talebiniz üzerine boş bıraktım. Yemek için menü tarafınıza iletildi, bunun dışında bir isteğiniz varsa şefle konuşabilirim.”
Normalde öğlen yemeği için mola vermezdim fakat gün içerisinde onunla geçirebileceğim bir saati atlamak istemiyordum. “Saat birde halk temsilcileriyle bir araya geleceksiniz. Kurulması planlanan halk heyeti için gerçekleştirilecek müzakerenin ardından sağlık bakanı ile kırsal bölgelerdeki sağlık hizmetlerinin iyileştirilmesi, yeni sağlık merkezlerinin açılması, ilkyardım ve acil durum müdahale ekiplerinin güçlendirilmesi üzerine bir görüşmeniz olacak.”
Bahadır günlük planın kalanını sıralarken uzun koridoru aşmış, toplantı odasına ulaşmıştık. Strateji ekibiyle selamlaşıp yerime geçtim. Başkan geldiği gibi toplantıya hızlı bir giriş yaptık. Dinliyor, gereken yerlerde dâhil oluyordum. Yine de Ahsen’in hoşnutsuz bakışları sıkça beni buluyordu. Onun derdinin ne olduğunun gayet farkındaydım. Bahaneler arkasına sığınıyordu ama onu tanıyordum.
Toplantı bittiğinde ceketimi düzeltip kalkmak üzere hareketlendim. Henüz ekip toplantı odasından ayrılmamıştı, herkes yavaştan toparlanıyordu. “Ural” diyen Ahsen’in sesiyle ona döndüm. Sakin sesinin aksine mavi gözlerindeki bakış buz gibiydi. “Sen biraz kal.”
Kolumdaki saati kontrol ettim. “Bahadır, Mine’ye söyler misin elçiyi biraz bekletsin.” İnsanları bekletmekten de bekletilmekten de kaçınırdım. Ama Ahsen’in ısrar edeceğinden emindim. Kafasına takmıştı bir kere.
“Tabii efendim.”
Ekiple beraber Bahadır da çıkarken sandalyemde geri yaslandım. İçeride sadece ben, o ve iki koruma kaldığında başıyla kapıyı işaret etti. Cihan ikiletmeden kapıyı kapattığı anda Ahsen’in yüzündeki o sakinlik maskesi düştü. Şimdi dudakları düz bir çizgi hâlini almış, çenesi kasılmıştı. Öne doğru eğilmiş bedeni, irice açtığı gözleriyle “seni uyarmıştım” dedi. İki yüzlülük yapıyordu ve benim de ona uymamı bekliyordu. “Buradaki düzenin bozulmasına izin verme demiştim. Sustum, önce işleri savsaklamaya başladın ve şimdi de en iyi askerimi köşkten gönderdin.”
Dudağımın bir kenarı yukarı kıvrıldı. “Askerlerimizi köşkte takılsınlar diye mi eğitiyoruz?” Ben de oturduğum yerde dikleştim. “Yıllarca bir kez olsun izin kullanmadım. İki gün işe ara verdim ve karşılığında işi savsaklıyor oldum öyle mi?”
“Senin derdin Shaun mu yoksa başka önceliklerin mi var artık, ben emin olamıyorum Ural.” Tek kaşını kaldırmıştı. “Onu buraya getirmeyecektin, böyle anlaşmamıştık.”
“Ben sana hiçbir söz vermedim. Senin derdin Shaun mu?” Kapının orada duran korumalara baktım, yalnız konuşmak için daha uygun bir konuydu ama onların kalması kendi tercihiydi. “Kutan’a kötü görünmemek için itiraz etmedin. Ve yine Kutan’la aran bozulmasın diye arkadan iş çevirmeye çalışıyorsun. İlişki oyunlarına beni alet etme.” Bana bulunduğum koltuğu armağan etmiş gibi davranmasından sıkılmıştım, ben tırnaklarımla kazıyarak gelmiştim bulunduğum bu yere.
“Anlamıyor musun?” Sesi tizleşmişti. Dışarı gösterdiği olgun tutumuna tam zıt bir ifade vardı yüzünde. “Riski görmüyor musun? Ayrıca o tehlikeli biri. Anarşist, fikirleri bile zehirli.”
“Kimse senden onu bakan yapmanı istemiyor. Ve tehlikeli mi?” Bu iddiası komikti. “Benim neler yaptığımı unuttun sanırım.” İşaret parmağımla önce onu ardından kendimi işaret ettim. “Bizim nelere sebep olduğumuzu…”
Kapının önündeki Cihan’ı gösterdi. “Korumalarımdan birini vurdu. Geldiği günden beri ortalığı birbirine katıyor, haberim yok mu sanıyorsun? Kalmak istemiyor, onun için aldığımız riske değmez. Kaçmaya yer arıyor. İnsanlar da ondan rahatsız. Fraclia ya da Valor burada olduğunu öğrenirse olabilecekleri hayal edebiliyor musun? Brocha ile yaşayabileceğimiz diplomatik krizden bahsetmiyorum bile.”
“Kendini korumaya çalışıyordu. Sen yerinde oturur muydun? Onu buraya zorla getirdik. Ve sorumluluğu alıyorum. Tamay ile ilgili herhangi bir kriz olursa ben çözeceğim.”
Gözleri kısıldı. “Senin derdin empati falan değil.” Ayağa kalktı. Sert adımlarıyla topuk sesleri yankılanıyordu. “Ve ben buna izin vermeyeceğim. O kız kalırsa hepimiz bedel öderiz. Göndereceğim onu, Ural. İster yardımınla ister seni de aşarak… Shaun için…”
Elimi masaya vurarak ben de kalktım. Cam bardakların çıkardığı gürültüyle ortamdaki gerginlik hepten yükseldi. “Gitmeyecek.” Tepkim Ahsen’i şaşırtmıştı. “Ona dokunursan, Shaun’u bizzat yerle bir ederim, anladın mı?”
Öfkeyle terk ettiğim toplantı odasının kapısını çarptım. Daha önce de anlaşmazlıklar yaşamıştık ama hiçbir zaman bu raddeye gelmemişti işler. Bütün nüfuzumu kullanmam da gerekse Tamay’a zarar gelmesine asla izin vermeyecektim. Nocrannia’daki herkes, kendi de dâhil karşımda da dursa o gözümün önünde olacaktı. Benim avuçlarım arasında, bir kafesteydi ama canı güvendeydi.
Omuzlarımda biriken gerginlik adımlarımı ağırlaştırıyordu. Ahsen’in söyledikleri zihnimde tekrarlandıkça kaygı içimde büyüyordu. Onun hırsına, gözü karalığına şahittim. Durmayacaktı. İstediğini alana kadar hiç durmazdı. Koridordaki loş ışıklar gözlerimi kamaştırdı, başımı hafifçe sallayıp zihnimi temizlemeye çalıştım ama faydasızdı.
Bahadır koridorda beni bekliyordu. Kaskatı ifademden çok konuşmaması gerektiğini anlamış olacak ki sessizce önümden yürürken elindeki tableti karıştırıp kısaca ‘Elçi hâlâ bekliyor, efendim’ dedi. Sesi nötrdü ama yüzünde hafif bir endişe okunuyordu.
Başımla onayladım. Hiç içimden gelmiyordu ama sorumluluklarımı yerine getirmeye mecburdum. Çünkü bu sayede elde ettiğim güce en çok şimdi ihtiyacım vardı.
Görüşme salonuna girerken bir an durup derin bir nefes aldım. Elçiyle görüşmemiz sırasında dâhi öfkem geçmemişti. Yine de yüzümdeki ifadenin soğukkanlı kalması gerektiğini biliyordum.
Altmışlı yaşlarında, gözlüklü, hafif kilolu bir adamdı Lumenesa elçisi. Gri saçları düzgünce bir tarafa taranmıştı. Güleç ifadesinin ardında bakışlarında keskin bir dikkat göze çarpıyordu. Mine nezaketen bizleri tanıştırırken el sıkıştık. Elçinin karşısına otururken yüzümde ne bir tebessüm ne de fazla bir sertlik vardı; yalnızca diplomatik bir tarafsızlık…
“Elçim, sizi beklettiğim için özür dilerim” dedim, resmiyetimi koruyarak.
“Hiç sorun değil,” diye karşılık verdi nezaketle. Bu işin kurduydu. Onunla ilgili araştırma yaptırmıştım, yıllardır siyasetin içindeydi. İkna kabiliyeti, hitabeti güçlü, tuttuğunu koparan bir adamdı. İyi eğitimliydi.
Bedenen karşısında oturuyordum, aklımsa diğer kanatta yatan kadındaydı. Doğrusu gördüğüm andan itibaren aklımın yörüngesi hep onun etrafıydı. Ben onu düşüncelerimden çıkaramıyordum. Çıkarmayı denemeye bile yeltenmiyordum.
Tipik nezaket cümleleri ve karşılıklı övgülerin ardından konu hızla asıl meselelere gelmişti. “Sınırlarımızdaki istikrarı sağlamadan bu krizi çözemeyeceğimiz açık” dedi, gözleri doğrudan benimkilerle buluşarak. “Fraclia yalnızca suyumuzu kesmiyor, sınır bölgelerimize saldırılar düzenliyor. Sizinle kurduğumuz güçlü ticari ilişkilerimizi geliştirmek için üretimimizi sorunsuzca devam ettirmeliyiz.”
Lumenesa elçisinin taleplerini dinleyip, makul çerçevede çözüm önerileri üzerine tartıştık. Ahsen onların yanında açıkça yer alıp Fraclia ile aramızı tamamen bozmama taraftarıydı. Diğer taraftan gıda tedariğimizi Lumenesa üzerinden sağlıyorduk, üretimlerinin azalması bize de zarar verecekti. Üstelik Fraclia yayılmacı politikasını sürdürdükçe ucu bir noktada bize de dokunacaktı.
Başımı hafifçe eğerek onu onayladım. “Lumenesa’nın taleplerini ve endişelerini anlıyoruz.” Ancak talep ettikleri tam müttefikliği de kabul edemezdik. “Sayın elçi, Lumenesa’nın ilkelerini ve Nocrannia’daki önemini her zaman takdir etmişimdir. Elbette ticari ilişkilerimiz kıymetli, biz de bunu geliştirme taraftarıyız.” Sıcak bir ton kullanmaya özen gösteriyordum. “Fakat bildiğiniz üzere bir barış sağlama süreci içerisindeyiz. Şimdi askeri bir çatışmanın içine girip olayları alevlendirmek yerine daha barışçıl bir yol izleyebiliriz.”
Elçi kahvesinden bir yudum aldı. “Bu övgü karşılıklı, Shaun da bir o kadar değerli bir topluluk.” Gözlüğünü düzeltirken yüzünü ciddiyet bürüdü. “Ama sorunlarımıza daha somut çözümlerle yaklaşma taraftarıyız.”
Konuyu bakanlarımızla detaylıca değerlendirmek üzere vakit talep ederek görüşmeyi sonlandırdığımda çocuksu bir coşku kaplamıştı içimi. Öğlen saati gelmişti nihayet.
Elçiyi geçirirken sabırsızlığımı yansıtmamaya özen gösteriyordum. O köşkten ayrıldığı an Bahadır’a beni halk temsilcileriyle olan buluşmaya kadar kimsenin rahatsız etmemesi talimatını verip idare kanadından ayrıldım.
Tamay’ın odasının önünde durup derin bir nefes aldım. Elim istemsizce saçlarıma gitti, sanki düzensiz birkaç tel her şeyi daha da kötü gösterebilirmiş gibi. Boğazımı temizledim; içimdeki endişeyi bastırmaya çalışarak iki kez kapıya vurdum. Ama bir cevap gelmedi, sabırsızlığımın da etkisiyle yavaşça kapıyı araladığımda Tamay örtüyü sıkıca tutmuş kendine çekiyor, hemşire onu üstünü örtmemeye ikna etmeye çalışıyordu. “Ateşiniz hâlâ yüksek. Üstünüzü örtemezsiniz.”
“İyiyim.” Sesi bile çıkmıyordu. Parmak boğumları bembeyaz kesilmişti inatçı keçinin. Rengi solmuş, gözleri baygın bakıyordu. Dik duramıyordu bile, yine de örtüden vazgeçmiyordu.
Hemşire beni görünce örtüyü bırakıp doğruldu. “Efendim.” Tamay örtüyü kapmış olmanın mutluluğuyla geri yatıp boğazına kadar kapatırken tir tir titriyordu da. Gözleri hemen kapanıvermişti. Dalga dalga saçları yastığa dağılmış, vücudu örtünün altında büzüşmüştü. “Soğuk” diye sayıklayıp duruyordu. “Ateşi sabah biraz düşmüştü, yine yükseldi. Örtüyü kaldırmıştım, ayağa kalkacak hâli yoktu, ilaçlarını almaya gittiğim arada nasıl yaptıysa gidip başka bir odadan almış.” Minik yüzüne baktığımda gülmeden edemedim. Bütün sinirim dinmiş, içimi tamamen bir huzur kaplamıştı.
“Sen çıkabilirsin. Ben ilgilenirim.”
“Nasıl isterseniz.”
“Söyler misin yemeği buraya getirsinler, çorba sıcak olsun.”
“Tabii.” Hemşire çıkınca Tamay’ın sıkı sıkıya sarıldığı örtüyü tutup tek hamlede üstünden aldım. İnleyip duruyordu. Ağlamaklı ifadesiyle “ver” diye mırıldandı.
Avcumu alnına koyduğumda sanki ateşe değmiştim. O ise bulduğu sıcaklığa sığınmak ister gibi elime yaklaştı. Hâlâ bu kadar kötü olmasına kaşlarımı çattım. İyileşmiyordu, ilaçlara, özel olarak bakılmasına rağmen hiç iyileşmiyordu. “Baba” dedi ağzının içinde. Ona bu kadar yakın olmasam duyamazdım.
“Şşt…” Yanındaki boşluğa oturup sırtımı başlığa yasladım. Bacaklarımı yatağa uzatıp bedenini kendime çektim. “Geçti. Tamam.”
“Baba…” Sanki üstüme yığılıvermişti ruhu çekilmiş bedeni. “Soğuk.”
Bu hâle gelmesinde benim payım var mıydı? Varsa bile, bu yükü taşımaya hazır mıydım? Kalbim, her nefes alışımda daha da ağırlaşıyor gibiydi onu böyle gördükçe. Saçlarını güzel yüzünden çektim. Dudakları kupkuruydu. Soğuk soğuk terlemişti. Bana sokulduğunda içimi kaplayan hüznün tarifi yoktu. Öyle hastaydı ki düşmanı olarak gördüğü benim dâhi sıcaklığıma ihtiyaç duyuyordu. “Tamay” diye fısıldadım. İsmi söylemeyi en sevdiğim kelimeydi. “İyileşmek zorundasın.”
Beni diliyle öfkeden deliye de çevirse, her gün kaçıp gitmeyi de denese iyi olmalıydı. “Kalk da bana yine diklen be kâküllü.” Başı boyun girintimde, nefesi tenimdeydi.
“Ural.” Adımın dilinden dökülmesini beklemiyordum. O an fark ettim; bana sığındığının farkındaydı. “Çok acıyor,” dedi, gözlerini kapalı tutarak.
“Biliyorum.” Sözlerimden çok, sesimdeki titreme içimi ele verdi. “Söz, geçecek” dedim, ama buna inanmak söylemek kadar kolay değildi. Şayet iyileşse de ruhundaki yaralar kalacaktı. Ne annesini kaybetmesini aşabilecekti ne de onu burada zorla tutuyor olduğumuz gerçeğini. Hastalığın etkisiyle kurduğumuz bu bağ onun için kopup gidecekti.
Yemekleri getiren iki çalışan bizi bu hâlde görünce içeri giremeden öylece kalmışlardı. “Masaya bırakın” diye talimat verdim. Buraya Tamay yemek yemiyor diye getirttiğim masa hâlâ odada duruyordu. Onu kendimden uzaklaştırıp sırtını yatak başlığına yaslamak istediğimde karşı çıkarak bana sarıldı. “Üşüyorum.”
Çalışanların göz ucuyla bizi izlediğinin farkındaydım. Yemekleri çabuk bırakıp çıkmaları için çenemle kapıyı işaret ettim. Biri “başka bir isteğiniz…” diye konuşurken dişlerimi sıktım.
“Yok, çıkın.” Diğeri onu çekiştirerek çıkardığında Tamay’ın bana sarılan kollarını istemsizce kendimden ayırdım. “Bir şeyler yemen gerek.”
“Yemek” diye tekrarlarken sesi öfkeliydi. “İnatçı adam.” Kolları yeniden bana uzandı. “Örtümü ver.”
Dirseklerini tutup oturuşunu düzeltirken büzdüğü dudaklarına gülmeden edemedim. Hiçbir şey yapmadan dâhi beni gülümsetebilen tek insandı. O gelene kadar gülmeyi unutan dudaklarım şimdi sanki yukarı kıvrılmaya yer arıyordu. “Örtü yok hanımefendi.” Kalkıp tepsilerden birini aldım. Ona dönük oturup tepsiyi aramıza koyduğumda başı yana düşmüş gözleri kapanmıştı yine.
Kaşığa biraz çorba alıp üfledim. Çenesinden tutup kaşığı dudaklarına götürmeden gözlerini açsın diye hafifçe yüzüne de üfledim. Kaşları çatıldı. “Aç ağzını bakalım.”
Ağzını açıp dilini çıkardığında sesli bir kahkaha attım. “Bademciklerini muayene etmeyeceğim, yemek yedireceğim.” Ağzını kapattı. Gözlerini yarım açıp yüzüme baktı.
“Babam…” dedi yine. Gözbebekleri kayıp duruyordu. “Babam beni özlemiştir.”
Ona babasını görebileceğinin sözünü veremiyordum. O yüzden sadece “düşünme bunları şimdi” diyebildim. “İyileşmeye bak.”
İç çekti. Yine gözyaşları süzülüyordu göz pınarlarından. “Ama ben de özledim.” Cevap beklemedi, ağzını açtı. İçim acıya acıya da olsa ona kâsenin tamamını yedirdim. Bu da benim cezamdı işte. Ona yaşattıklarımın bedeli, sevdiğim kadının karşımda olup acı çekmesini izlememdi her halde. Ben onu altına aldığım esaretle aramıza aşılamayacak bir duvar örmüştüm. Ben sevdiğim kadını her gün ağlatan bir adamdım. İnsan böyle sevilir miydi?