Zübeyde, annesinin darbeleriyle bükülen boynunu yavaşça kaldırdı. Yaşlar, yanaklarından aşağı süzülerek dudaklarına ulaştı. Tuzlu bir tadı vardı; tıpkı hayatının tadı gibi.
"Kendine gel. Kim olduğunu unutma ki hatırlatmak zorunda kalmayayım."
Münise Hanım’ın bu son sözleri, hançer gibi saplandı Zübeyde’nin kalbine. Kapı kapanıp da odada yalnız kaldığında, dizlerine tırnaklarını geçirdi. İçinden kopan hıçkırıkları bastırmak için dudaklarını dişledi; annesi duyar gelir diye korkuyordu.
Sahi, bu eziyet ne zaman bitecekti? Yıllarca ailesinin bile hor gördüğü Zübeyde, ne zaman özgürce nefes alabilecekti?
Gözyaşları bir bir süzülürken zihni, geçmiş yılların acılarına kaydı.
Bu odanın içinde, dışarıdaki dünyanın tüm gürültüsü ve baskısı durulmuştu. Ancak Zübeyde'nin kendi içinde kopan fırtına, her şeyden daha şiddetliydi. Şimdi biliyordu ki, hayatı bir kukla gibi başkaları tarafından yönetilmişti. Ve bu durumdan kurtulmak için ne kadar çabalasa da, her seferinde daha da dibe batıyordu.
Annesinin istekleri bitmeyecekti. En azından aynı evde kaldıkları sürece bitmeyecekti.
Zübeyde gerçek aşkı veya sevgiyi hiçbir zaman tatmamıştı. Ona her zaman insanlara çıkar için yaklaşması öğretilmişti. Münise Hanım'ın gözünde, sevgi bir zayıflıktı. Ardil, güçlü bir adamdı. Abisinin aksine, bir gün aşiretin başına geçip aşiretini daha da yükseklere taşıyacağını bilen Münise Hanım, bu yüksek öngörüsü sayesinde, kız kardeşiyle kapalı kapılar ardında, kızı ve yeğeni için geleceğin temellerini atmıştı. Fakat bir berdel, tüm planlarını bozmuş, bir çuval inciri heba etmişti.
Yine de Münise Hanım için bu durumun bir önemi yoktu. Zübeyde güzel bir kızdı. Kendisinin aksine, gerçekten gözleri üzerine çeken bir kadındı. Babasına ve sülalesine çeken Zübeyde'nin güzelliği tartışma konusu bile olmazdı. Haliyle, isteyeni de çoktu. Münise Hanım kimseye "olmaz" dememişti, her zaman bekletmişti. Şimdi talip olanlar arasından birini seçebilir, akşam kocasıyla konuşup evliliğine onay alabilirdi.
Oysa ki kulun yaptığı planların bir kıymeti yoktu. Sözü her zaman kader söylerdi. Bir konuşmada Ahu Hanım ve Münise Hanım'a kulak misafiri olan elti, Münise Hanım'ın kasıla kasıla dolaşmasından bıkmıştı. Yememiş, içmemiş, bu dedikoduyu bir anda yaymıştı.
Uzun zamandır Zübeyde hakkında kadınlar arasında fısıldaşmalar, bu kez kocalara, oğullara kadar ulaşmıştı. Herkes, Zübeyde'nin Ardil tarafından kirletildiği ve öylece ortada bırakıldığı dedikodusunu konuşuyordu. Bir topluluğa girdiklerinde, Münise Hanım kendisine ve kızına yönelik bakışların ve fısıltıların kıskançlıktan kaynaklandığını düşünüyordu. Oysa kızının namusunun nasıl kirletildiği konuşuluyordu.
Münise Hanım'ın eltisi Berfin, insanlara "Zübeyde Ardil'le yattı kalktı" dememişti, sadece aralarında bir münasebet olduğunu söylemesi yetmişti. Sonuçta insan dediğinin ağzı torba değildi, dilden dile laflar değiştirilmiş, istedikleri kıvamda aktarılmıştı. Zübeyde için "aşiretin kızı patlakmış" denmiş, Münise Hanım için ise "kızını pazarlarken kapısını beklemiş" yakıştırması yapılmıştı. Babası için ise "daha evindeki kızının namusuna sahip çıkamayan bize nasıl sahip çıkar" deniyordu.
Bedir Karahanlı'nın yakın dostu, usulünce arkasından konuşulanları anlattığında, Bedir Ağa küplere binmişti. Yine de kızından şüphe etmemişti. Fakat arkasından atılan bu iftiraların, dalga geçenlerin ağzını kapatması, kızını aklaması gerekiyordu. Kan akıtması gerekse akıtırdı.
Yıllarca karısının, Ardil ve kızının evlilik isteğine karşı çıkmıştı Bedir Ağa. Onlar kuzendi, akraba evliliği olmaz demişti. Aşiretinde akraba evliliğine karşı olan ağaların başında gelirdi. Aşiretinden kimsenin akraba evliliği yapmasına müsaade etmemişti. Karısını bu konuda sert bir dille uyardıktan sonra, bir daha bu konu hakkında ağzını açmamıştı.
Bedir Ağa, vazgeçti sandığı kadının kızının başını yaktığı düşüncesiyle, dostunun yanından ayrıldı. Konağına giderken önüne çıkanı parçalarına ayırabilecek bir öfkeye hakimdi. Öncelikle bu lafın kimden çıktığını öğrenmeli, ardından cezasını kesmeliydi. Sonra da Bozdoğan aşiretinden yaşayan bir tane bile erkek kalmayana kadar kan dökecekti. Kızının adını ağızlarına almanın bedelini ödeyecekti.
Konak kapısından içeri adımını attığı anda, gözlerine bakanların yüzlerindeki gülümsemeler soldu. Bedenlerini titreme aldı. Öfkesi yüz metre öteden fark ediliyor, insanın içine korku yayıyordu. Hızla karısını kolundan tutup odasına çekiştirdi Bedir Ağa. Kocasının arkasından aniden yaklaşması ve kolunu koparırcasına çekiştirmesi üzerine ne olduğunu şaşıran Münise Hanım, donuk hareket ederken, odanın ortasına fırlatılmasıyla yere kapaklandı. Bir süre avuç içleri yerde, gözleri halıda, kaşları çatık ne yaşadığını anlamaya çalışan kadın sinirle başını çevirip tepesinde dikilen kocasına, "Sen delirdin mi Bedir?" diye bağırdı.
Bedir Ağa, karısının sözünü duyar duymaz yumruğunu ağır ağır sıktı. Çenesindeki damar belirginleşti. Gözleri bir kurdun gözleri gibi karanlıktı.
Karısının üzerine doğru eğilen Bedir Ağa,
“Delirmek! Sen delirmek ne bilirsin? Kızın hakkında konuşulanları bilsen, karşımda böyle konuşmak yerine kafanı duvarlara vururdun kadın. Ben sana bu işin aklından çıkacağını, ortalığı bulandırmayacağını demedim mi?” diye kükredi.
Bedir Ağa’nın eli, Münise’nin saçlarını sıkıca kavradı. Kadının yüzü acıyla buruştı; gözleri korkudan büyüdü.
“Sus!” diye tekrar kükredi. “Dilin uzun olmasın demedim mi? Olmaz deme, ortalığı karıştırma demedim mi? Senin yüzünden bizim adımızı lekelediler!”
Münise, nefesini tutarak karşılık vermeye çalıştı, sesi titredi: “Ben—ben sadece—”
“Sadece dedin de ne oldu?” diye kesti Bedir. “Sadece demekle onca namus sözü, onca onur sözü boşa mı gidecek? Sen kendi kahrını görmedin mi? Kızın suratı yerde gezecekse sen bunu bilerek mi istedin?”
Münise’nin gözleri doldu, kelimeler ağzında düğümlendi. “Bedir, ben—biz—geleceğimizi düşünmek zorundayız, sen de bilirsin. Aile—” diye mırıldandı ama Bedir sözü kestikten sonra kadının ağzını kapattı.
“Gelecek mi? Senin geleceğin kızımın cenazesi üzerine mi kurulacak? Ben sana defalarca söyledim, dilini tut, oyalanma!” diye homurdandı. Elini sertçe Münise’nin omzuna vurdu; kadın sendeleyip odanın kenarına yaslandı.
Münise Hanım ne zaman dilde düştüklerini anlamaya çalışıyordu. Eğer kocasından önce haberi olsaydı, lafın, sözün önüne atlayıp dizginleri eline alacağına emindi. Kızı hakkında kim ne derse dilini keserdi. Ama nasıl haberdar olmamıştı? Nasıl oldu da duymamıştı?
Kocasının öfkesi kadını korkuturken, ne yapacağını bilemez bir hâlde, “Nereden bileyim böyle olur diye, Bedir… Kızım mutlu ve güvende olsun istedim. O yüzden…” dedi.
Bedir Ağa histerik bir kahkaha attı. “Kızım benim evimde mutluydu, güvendeydi! Kendi hırsların için kızını kurban vermek istedin. Bari bana palavra atma Münise. Ama bu artık bitti.” dedi ve odadan fırladı.
Kapının ağzında konuşmalarını duyan ev halkına ateş saçan gözlerle baktı. Ama arkada ağlayan kızını gördüğünde, baba yüreği bir an sızladı; o hiddet ikiye bölündü.
Kızına daha fazla bakmaya dayanamayan Bedir Ağa, yanına gelen oğluna yumruklarını sıkarak, “Bozdoğanlara gidiyoruz. Hazırlanın.” emrini verdi. Oğlu onaylayıp adamları toplamak için ayrılırken, Bedir Ağa durdu ve herkesin dikkatini çekmek için işaret parmağını havaya kaldırdı:
“Beni iyi dinleyin. Eğer benim kızımın adı bu kınkattan herhangi birinin dilinden çıktıysa, vay o hainin haline. Eninde sonunda bulacağım. Ha bugün ha yarın fark etmez. Ben bulmadan o bana gelsin. Yoksa olacaklardan ben sorumlu değilim.”